1. YAZARLAR

  2. Orhan Miroğlu

  3. Bahçeli’nin ziyareti: Çaktırmadan sevmek!
Orhan Miroğlu

Orhan Miroğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Bahçeli’nin ziyareti: Çaktırmadan sevmek!

09 Haziran 2011 Perşembe 11:29A+A-

Meşhur hikâyedir, Diyarbakırlı bir delikanlı mahallenin en güzel kızını –diyelim ki Ayşe’yi- çok seviyormuş, ama bu sevgisini de Ayşe’ye bir türlü açamıyor, uzaktan sevmekle yetiniyormuş..

Zaman gençlerin el ele, diz dize sarmaş dolaş oldukları zamanlar değil tabii; zaman, tahmin edebileceğiniz gibi, gençlerin birbirlerini uzaktan ve çaktırmadan sevdikleri zamanlar..

Dokunmadan, konuşmadan ve hissetmeden, yani uzaktan ve habersiz..

Platonik aşklar zamanı diyebileceğimiz zamanlar belki..

Sevdiğine ‘zarar-ziyan’ vermeyen âşıklar dönemi..

Sonra bu dönemler değişti, tutuldukları ‘kara sevda’ uğruna âşıklar, sevdiklerini öldürmeye başladılar.

“Çok seviyordum, öldürdüm abi!” diyen âşıklarla doldu ortalık..

“Ya benimsin ya toprağın” vaziyeti âşıkların ruhuna hâkim olmaya başladı..

Hikâyede geçen Diyarbakırlı âşık neyse ki böyle düşünenlerden değil, “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” diyen uysal âşıklardan..

Derken, Diyarbakırlı delikanlı, Ayşe’ye açamamış sevdasını, ama birileriyle de paylaşma ihtiyacı yakıcı hale gelince durumu yakın bir arkadaşıyla konuşmaya ve dertleşmeye karar vermiş.

“Mıheme” demiş arkadaşına, “Ayşe’ye bir sevdalandım bir sevdalandım ki sorma gitsin, gece gündüz aklımdan çıkmıyor bu kız..”

Arkadaşı sormuş hemen, “Peki Ayşe’nin haberi var mı, bu sevdadan?”

El cevap:

“Kardaşınım senin, hiç çaktırır mıyım!”

Sayın Bahçeli’nin Diyarbakır ziyareti bana bu hoş hikâyeyi yeniden hatırlattı..

Diyarbakır’a gitti ve Kürtlere “Ne Washington ne Brüksel ne Erbil’deki peşmergeler.. kimse sizi bizden daha fazla sevemez” dedi.

Sayın Bahçeli’nin Diyarbakır konuşmasını dinlerken, içimden “Meğer Türk milliyetçileri Kürtleri çaktırmadan seviyorlarmış” dedim.

Eh sevdanın böylesinin zararı-ziyanı olmaz.

Türk milliyetçilerinin Kürtlere duydukları sevda, her zaman böyle halimselim cinsten bir sevda değildi tabii..

“Ya benimsin ya toprağın” denen zamanlardan geçtik..

1975 yılında merhum Türkeş, Diyarbakır’a geleceğim diye tutturdu.

Türk milliyetçileri; Kürtler ve o bölge söz konusu olduğunda “ya benimsin ya toprağın” havasındaydılar..

Diyarbakır’ın ise, sevdaları değişmiş, farklı rüzgârlar esiyor, kendisini sevmeyene, anlamayana ne oy ne siyasi destek vermekten yana..

Ama Türkeş de ısrar etti, illa Diyarbakır’a gideceğim diye..

Israr etmekle kalmadı, “Küçük Moskova’ya gidiyorum” diye basına açıklamalar yaptı.

Ama “Küçük Moskova” dediği Diyarbakır’da miting yapamadı.

Bütün Diyarbakır ayağa kalktı. Ertesi gün üniversite giriş sınavı vardı, komşu ve yakın illerden binlerce genç gelmiş Diyarbakır’a.. Onlar da istemiyorlar Türkeş’in gelmesini. Çatışmalar, gösteriler filan derken şehir ateşler içinde kaldı.. Ertesi gün üniversite sınavına girecektim, ama sınav filan kimsenin umurunda değildi, Mehdi Zana, Aydın Hasar ve olaylarda yaralanan Mesut Baştürk gibi arkadaşlarımla beraber gösterilerin içindeydim.

Biber gazı ithalatı yoktu o yıllarda, sonra ithalatı olsa kim kullanacak belli değil, bu yüzden ne yapsınlar(!) güvenlik güçleri silahtan başka bir şey kullanmıyor, ateş altında kalan göstericiler, sokaklara kaçıyor, sonra yeniden toplanıp harekete geçiyordu.

Öğle saatleriydi, yanlış hatırlamıyorsam, konuşmanın yapılacağı Dağkapı Meydanı’na yakın bir yerdeydik. Polisler kalabalığı dağıtmak için harekete geçtiler, yoğun ateş altında Ali Emri Ortaokulu’nun sokağına doğru kaçmaya başladık.. Tanımadığım ve adının sonradan Mehmet Aytekin olduğunu öğrendiğim bir arkadaşımız yanımda vuruldu ve hayatını kaybetti.

Alpaslan Türkeş sanıldığının aksine Diyarbakır Dağkapı’ya gelip konuşamadı. Konuşmanın yapılacağı platform zaten tahrip edilmişti.

Bu tarih Türk milliyetçilerinin bölgedeki siyasi çalışmaları bakımından bir milat oldu ve hiçbir çaba bir daha dikiş tutmadı.

Sayın Bahçeli, bu tutmayan dikişleri aradan 36 yıl geçtikten sonra resmen ilan etmiş oldu.

Bahçeli’ye yakışan bir dürüstlük ve samimiyet örneği bu.

MHP lideri, Kürtleri seviyor ve oy istemiyor, ortaya bir iddia da koymuyor, tavsiyelerde bulunuyor sadece.

Kürtlerin kimliğe değil, mideye önem vermelerini istiyor. 1975’i milat olarak kabul edersek eğer, 36 yıl sonra Kürtlere “Anadil karın doyurmaz” demek için Diyarbakır’a gitmek gerekli miydi hiç sanmıyorum..

Bahçeli’ye bu ülke çok şey borçludur, MHP’yi son on yılda Ergenekon’a kapatmakla, Ergenekon’un MHP kitlesiyle buluşmasını önlemekle bu ülkeye en büyük katkıyı yapmış bir siyasetçi olarak tarihe geçeceğinden hiç kuşkum yok.

Ama keşke bu vasfına, Kürt sorununda, yeni bir ‘milliyetçi paradigmayı’ topluma teklif etmek gibi bir vasıf ekleyebilseydi..

Anlaşılan buna dair bir niyet yok.

Milliyetçiler Kürtleri uzaktan ve çaktırmadan sevmeye devam edecekler. Eh bu da, “Ya benimsin ya toprağın” karasevdasından daha iyi sayılabilir..

Neo-İttihatçıların iç savaşı göze alan tasarılarına, “Ya benimsin ya toprağın” hezeyanları uğruna giriştikleri akıl almaz işlere bakınca, Bahçeli’nin uzaktan ve çaktırmadan Kürtlere duyduğu sevgiyi, saygıyla karşılamak lazım.

İttihatçılar ve milliyetçiler..

İttihatçıların üşüştükleri CHP, belli ki, Kürtlere daha yakın durmak istiyor.

Onlar, “Kızı kendi haline bırakırsan, ya davulcuya ya zurnacıya varır” hikâyesi, Kürtleri kendi hallerine bırakmaktan yana değiller..

Aslına bakarsanız, Türkiye’nin yakın tarihi bu iki akım –Milliyetçiler ve İttihatçılar- arasındaki mücadelenin ve münasebetlerin de tarihidir.

Sol, şimdi, aradaki mesafeleri aşıp, bu tarihe bir yerinden tutunmaya, ortak olmaya çalışıyor.

12 Mart ve 12 Eylül’ün muhasebesini sol hâlâ yapabilmiş değil. Bu muhasebeyi solcular, Kenan Evren ve arkadaşlarını yargılamaktan ibaret bir merak olarak anladı. Ötesine geçemedi. Ötesinde darbe geleneği ve İttihatçılık duruyordu işin. Sol o sınırda durdu ve sonra darbecileri AK Parti yargı önüne çıkarmayı başarınca, bu sefer Kenan Evren’i yargılama merakından da vazgeçti.

Kadersizliğin bu kadarına yürek dayanamaz, Evren’in avukatı ne düşünüyorsa, aşağı yukarı sol da öyle düşünüyor: Evren yargılanamaz, yargılansa bile, bir işe yaramaz!. Sol şimdi İttihatçılarla de facto aynı cephede bulunuyor. De facto durumundan çıkıp İttihatçılığın yegâne partisi CHP’ye iltihak etmek çok uzaklarda ve ütopya değil artık.

Seçimlerden sonra muhtemelen bu de facto durum da sona erecek diye düşünüyorum.

Sol bu tavrıyla Kürt siyasetini de fena halde etkiliyor, ideolojik olarak ve pratik olarak.

Yalçın Küçük’ün devlet adına üstlendiği görevi –ifade kendisine aittir- şimdi sol kendi adına ifa etmeye çalışıyor. İttihatçılarla tarihî buluşmanın randevusuna Kürtleri de yanına alarak gitmek sevdası, Türkiye solunun yegâne sevdası haline geldi. Kürt siyasetinin Türk toplumuyla ilişkisi bu kesimlerin belirlediği alan ve ölçüler içinde bir tercihten ibaret, ötesine gidemiyor; çünkü Kürt siyaseti, ulusal solun kuşatması altında, bir eli Erbil’de Ulusal Konferans’ta bir eli de 1923 modeli solcuların arasında..

Bence her şey olması gerektiği gibi oluyor, başka bir şey olamadığı için yani..

Bana da, bu sefer de, sevgili editörüm ve dostum Tamer Kayaş’tan, yine hakkımdan fazla yer kullandığım için özür dilemek kalıyor.. Umarım kabul eder..

[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT