1. YAZARLAR

  2. BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER

  3. Adım Adım Özgürlüğe…
BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER

BÜLENT ŞAHİN ERDEĞER

Yazarın Tüm Yazıları >

Adım Adım Özgürlüğe…

12 Eylül 2010 Pazar 00:01A+A-

“Devrimci Bir Hamle: Evet” başlıklı yazımız kimi kardeşlerimizin tepkilerine neden oldu. Makalenin hedefi söz konusu referandum vesilesiyle camiamızın sorgulanamazlarını sorgulamak, farkında olmadan üretilen kimi taassub noktalarına dokunmaktı. Muhafazakar kimi cemaatlerin kendi fikirlerini, öncü şahsiyetlerini mutlaklaştırdıklarında onlara söylenen sözlerin onda biri dahi makalemizde ifade edilmemişken kimi kardeşlerimizden bir hayli öfkeli mesajlar aldık. Oysa bizler Tevhid ve Adalet yolunda Allah’ın varlığını bile gönül rahatlığıyla tartışabilmiş, binlerce yıllık geleneksel birikimleri özgür düşünce adına sorgulayabilmiş bir ıslah geleneğinden geliyorduk. Kendi aramızda da bu özgür düşünce standartlarını herhalde uygulayabilirdik. Öze dönüşü, özeleştiri bilincini, fikirlerin donuklaştırılmamasını, kişilerin putlaştırılmamasını, bir gruba karşı olan kinin bizleri adaletten uzaklaştırmayacağını en fazla vurgulayan da yine bizim camiamız değil miydi?

O halde söz konusu makale de rahatlıkla bir fikir zenginliği olarak görülebilirdi. Ama bu satırların yazarı da biliyordu ki özgür düşünceyi, sorgulamayı, akletmeyi en fazla vurgulayanlar bile eleştirdikleri muhafazakar tepkiyi farkında olmadan kendileri de bir süre içselleştirebilirler…

Söz konusu makalemiz aslında biraz da referandum meselesini vesile edinerek işte bu fikirsel benzeşmeyi/eleştirilen donukluğun içselleştirilmesi vakıasına dikkat çekmek için Evet adımını, “Devrimci Hamle” olarak tanımladı. Devrimin bir heyûlâ, bir Süpermen projesi olmadığını, Devrimin ya da kendimize ait daha sıcak tanımlamasıyla “İnqılab”’ın asla ve kat’a “İhtilâl” olmadığını unutmamak için Evet ile Devrim arasında bir bağ kurdum. İnqılab yani “dönüşüm” bir anda gerçekleşen bir sıçrama değil ıslah yoluyla gerçekleşen adım adım oluşan bir evrimin sonucudur. Bu sebeple İnqılabı hedefleyenler doğal olarak ıslahı öncelemelidirler. Sosyal/Siyasal ve Bireysel Islah ta bu küçük adımların bütününden ibarettir. İşte bu sebepledir ki politik düzlemde atılan küçük bir adım aynı zamanda devrimci bir hamledir de. Ama devrimi çok ötelerde gerçekleşecek bir sürpriz olarak görüyorsanız önünüzdeki küçük adımları küçümseyecek, bu adımları devrimci hamle olarak tanımlanmasını “abartılı” bulacaksınız doğal olarak…

Şayet bu açıdan bakarsanız işte o zaman Şah sisteminin başbakanı Musaddık’ı sırf halk destekledi ve şah sistemini zayıflatıyor diye Şeriati gibi destekleyebilirsiniz. Aynı tavır ve fıkıhlara Malik b. Nebi’de, Mevdudi’de, Fadlullah’ta ve pek çok İslam düşünüründe bulabilirsiniz.

Bir önceki makalemizde Batı tarzı demokrasi olumlanmamasına rağmen bizi demokrat olmakla itham edenler bile çıktı. Kimileri ise korkularını dile getirerek bugün bunu tartışırsan yarın da laikliği tartışırsın dedi. Bir başkası ise Allah’ın Hükmü’ne karşı Tağut’u tercih ettiğimizi(!) bile ileri sürebildi. Oysa makalede okuyucuyu tahrik eden/harekete geçiren unsur demokrat olma değil, kendi İslam yorumunu mutlaklaştırarak diğer kardeşini mahkum etmenin yanlışlığının vurgulanmasıydı.

Söz konusu tartışmanın ikinci ayağını ise “Demokrasi” konusundaki sorgulanmamış mutlakiyetçi/toptancı katı tutum oluşturuyor. Oysa bu da tartışılması, olgunlaştırılması gereken dogması olmayan bir alandır. Sonuçta “Halkın/İnsanın egemenliği” mefhumu, insanın Allah’ın mı yeryüzünün mü Halifesi olduğu sorusuyla yakından irtibatlıdır. Halkın egemenliğini/özgür iradesini Allah’ın egemenliği/iradesine rakip görme algısı bilindiği üzere Batı Düşüncesinde varolan bir öncüldür. Bu sebeple Batı zorunlu olarak dünyevi olanla uhrevi/dinsel olanı ayırmıştır. Lakin İslam Düşüncesinde özellikle ilk dönem Kur’an Nesli’nde böyle bir algı yoktur. Çünkü Kur’an’ın inşa ettiği “Tevhid” yani bütüncül bakış ilk nesle hakim olduğundan Muhammed (as) döneminde ve ilk iki halife döneminde İnsanın egemenliği Allah’ın egemenliğinin/rızasının gerçekleşmesinin sonucu olarak görülmüştür. Üçüncü ve Dördüncü halife dönemindeki bozulmalar yönetimi bir kaosa sürüklemiş, daha sonra iktidarı darbe yoluyla ele geçiren Muaviye saltanatı halkın egemenliğini iptal ederek despotun Allah adına egemenliğini yürürlüğe sokmuştur. İşte bu tarihsel kırılma sonrası yaşananlar Batı’nın yaşadığı tecrübenin aynısı olmasa da paralelinde yürüye gelmiştir…

Diğer yandan Daha sonra Safevî İktidarıyla ortaya çıkan “kurumsallaşmış Şiilik” te “Kutsal/İlâhi Devlet”i teorize etmiştir. Sonuç olarak gerek Sünni gerekse de Şii devlet algısı hem din ve dünyayı ayıran hem de paradoksal olarak dünyada hükmeden devleti/sultanı kutsal kılan anlayışı teorize ve pratize etmiştir. Bu olgu Adaletinden çok başına buyrukluğu vurgulanan bir Allah tasavvuruna, O Allah tasavvurunun ürettiği bir kaderciliğe ve insanın özgür iradesinin silikleştirilmesine kadar her alana etki etmiştir. (Konuyla ilgili ayrıntılı tartışmaları Üstad Muhammed Abduh’un yaklaşımlarında bulabiliriz: bkz. “Al-Amâl’ul-Kâmilah lil-İmam Muhammed Abduh, Tahkik: Muhammed Ammâra, Daruş Şuruk, Cilt-1, ve Muhammed Ammara’nın “İslam Devleti” (Endülüs Yay.)

Bu sebeple İnsanın özgür iradesinin Allah’ın hükmüne rakip ya da ona alternatif olduğunu düşünmek için önce bu iki iradeyi birbirinden ayırmak ve prometheci bir insan ve ahlaki/adil olmayan bir Zeus Tanrı tasavvuruna sahip olmak gerekiyor. Bu sebepledir ki Tevhid ehli bir Müslüman asla Batılı anlamda bir demokrat olamaz, buna da ihtiyacı yoktur. Gerek Abduh, gerek Ammara gerekse de Şeriati buradan kalkarak Batı tarzı Demokrasiyi eleştiriyorlar. Ancak Selefi/Sünni ya da Klasik Şii okumaların Demokrasi düşmanlığı böylesi bir analizden çok sultancı/imama mutlak itaatçi tasavvurlarından kaynaklanıyor. Bu sebeple bu algı sahipleri halkın iradesinin yeryüzünde egemen olmasını “tuğyan” olarak görebiliyorlar. Oysa Tuğyan fiilinin Kur’an’da sadece despotlar ve istişareye kulak asmayanlar için kullanıldığını göz ardı ederek. Kur’an çok açık biçimde kafir olma iradesine bile açık özgürlük tanımışken bu algı sahipleri “İslam Devleti” tasavvurlarında yukarıdan aşağıya doğru tüm toplum kesimlerini ilzam etmeyi düşünüyorlar. Muhalefet etme hakkının günahkarlıkla eşdeğer duruma düşürüldüğü Kutsal/İlâhi bir devlet anlayışının Afganistan’ı ve İran’ı şuan ne duruma getirdiğini ise hep beraber izliyoruz…

Bu sebepledir ki gerek ilk dönemde ümmetin Resul’ün vefatının ardından neden kutsal/ilahi bir devlet kurmadığını aksine olabildiğince tartışma ve istişareye açık bir toplum düzenini işlettiğini anlayabiliyoruz. Ardından Tevhid ve Adalet Mektebi Mutezile’nin ve genel olarak Sünni Düşünce içerisinde Ehl-i Rey Mektebinin dillendirdiği İnsanın özgür iradesine yapılan vurgu da buradan kaynaklanıyor. Bunun günümüze yansıyan hattı ise Üstad Abduh’un sistematize ettiği Islah hattıdır.  

Şimdi gündeme geri dönecek olursak, Bugün referandumda Tevhid merkezli Müslümanların nasıl bir tavır alması gerektiği ve bu konuda dönüşüm/inqılab yolunda bir hamle olduğu konusu geçen ayki Haksöz dergisinde ayrıntılı biçimde işlenmişti. Söz konusu destek tavrını itikadi alana taşıyarak tavırsızlığı sahih bir tavırmış gibi algılayan kimi kesimlere ise Haksöz’ün son sayısında (Eylül 2010) sayısında özellikle Rıdvan Kaya, Yılmaz Çakır ve Musa Üzer’in kaleme aldıkları makaleler ile cevaplar verilmiş. Bu açıdan benim burada uzun uzadıya ayrıntıya girmeme gerek yok. Merak eden kardeşlerim bu yazarların makalelerine başvurabilirler. Ben bu güncelliğin arkasına yatan teorik arka plana ve tasavvurlardaki donukluklara, algı yanılsamalarına dikkat çekmek istemiştim. Taşlayanlar kadar açtığımız özgür düşünce kapısından girip korkularından sıyrılarak dogmaları sorgulayan kardeşlerim de oldu. Üstad Şeriati’nin bir ayetullahın medreselerimizdeki öğrencilerin kafalarını karıştırıyorsun! İtirazına verdiği cevabı burada anımsamak yerinde olur herhalde…

Şeriati diyor ki; Fıkıh’ta akarsu temiz durgun su pis kabul edilir bu sebeple yanlışlar da barındırsa sorgulayan tartışan beyinler doğru da olsa durağanlaşmış donuk beyinlere nazaran daha iyidirler!

YAZIYA YORUM KAT

16 Yorum