1. HABERLER

  2. ETKİNLİK

  3. “80’li Yıllarda İslamcılığın Gelişimi" Paneli Yapıldı
“80’li Yıllarda İslamcılığın Gelişimi Paneli Yapıldı

“80’li Yıllarda İslamcılığın Gelişimi" Paneli Yapıldı

Özgür-Der'in düzenlediği aylık panellerde bu ay “80’li Yıllarda İslamcılığın Gelişimi" konusu tartışıldı.

16 Şubat 2012 Perşembe 11:44A+A-

Rıdvan Kaya’nın yönettiği panelin konuşmacıları Ali Değirmenci ve Nurcan Büyük’tüdsc01768.20120216114901.jpg

Rıdvan Kaya giriş konuşmasında; 80'li yıllarda İslamcılığın geliştiğini ve bu yıllarda İslamcılığın genel olarak dünyada yükseldiğini kabul edebiliriz. Bu gelişime, bu dönemde ortaya çıkan İran İslam devriminin ve Afganistan’ın Rus işgaline karşı gelişen Afgan Cihadı gibi olayların etkilerini görmekteyiz. Öte yandan 80’li yıllarda Özal’ın politikalarıyla Müslümanların dünyevileştiğine dair bir söylem de var. Genel anlamda baktığımızda ise 70’li yıllara göre 80’lerde İslami hareketin daha kitlesel daha bir toplumsal hal aldığını ifade ettikten sonra sözü ilk konuşmacı Nurcan Büyük’e verdi.

dsc01778.jpgNurcan Büyük, konuşmasına “İslamcı” veya “İslamcılık” kavramı gerek Müslümanlar arasında, gerekse toplumun diğer düşünce mensupları tarafından sıkça tartışılan, gündemleştirilen bir kavramdır. Kelimenin farklı kesimlerde değişik parametrelerle, değişik zaman ve zeminlerde ele alınışı içinden kolay çıkılamayacak çok yönlülüğü göstermektedir.  Bu kavram her tür İslami oluşumu “İslamcılık” kategorisi içinde değerlendirdiğinden kavramın alanı iyice genişlemiştir. Türkiye’de sosyal bilimcilerin birçoğu ise İslamcılığı sağcılık içerisinde tanımlamaktadır. Bu tanımlama biçimi İslamcılığı “Faşizm” ile özdeşleştirdikleri sağ siyasete bulaştırarak karalama işlevi görürken, sağ perspektiften bakıldığında ise İslamcılığı benimseyerek,  kendi içine alma ve denetleme işlevi görmektedir. Nuray Mert : “Türkiye’de İslamcılık merkez sağa rağmen yükselmiş veya merkez sağı zayıflatmış değil, kısmen merkez sağdaki krizler sebebiyle yükselişe geçmiştir.” tanımlaması bu duruma bir örnektir. Bu yüzden İslamcılıkla Sağcılık sıkça karıştırılmaktadır.  Sağcı ideoloji İslam ile ilişkisini araçsallık üzerine kurar. Din burada halka, devlete sadakati meşru söylemlerle kabul ettirme aracıdır. Dinin toplumsal hayata müdahalesi kabul edilmemiştir. İslamcılık ise siyasetle ilişkisini amaçsallık üzerine bina eder. İnşa ve ıslah dilini kullanır. Vahyin temeli bir toplum ideali vardır. Sisteme eklenmeyi değil onu aşan ve dönüştüren bir siyaset öngörür. 

Türkiye’de İslamcılığın gelişim seyrini kısaca ele alırsak;

1) Osmanlının çöküş sürecinde devletin varlığını devam ettirmenin çözüm yollarından biri olarak İslamcılık görünür. Yusuf Akçura’nın 1904’te kaleme aldığı “Üç tarzı siyaset” makalesinde, 1913’te Ziya Gökalp’in “Üç Cereyan” makalesinde ve “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” kitabında tartışmaya açılan İslamcılık yaklaşımı toplumun vahiyle buluşmasından ziyade Osmanlının kurtuluş reçetesi olarak görülmüştür.

2) Cumhuriyetin kuruluş dönemlerindeki ağır baskıların neticesinde 1940’larda çok partili sisteme geçişin etkisiyle varlığını devlet içinde tanımlayan sağcı ve ulusalcı İslamcı anlayışı vardır.  Türk ulus devletinin inşa süreçlerinde kurgusunu ümmetten ulus çıkarma üzerine bina eden zihniyet Müslüman kimliği yok saymıştır. Bunu şapka, halkın dili ve giyimi, medrese ve vakıfların kapatılması ile bir kimliksizleştirme politikaları Müslümanları eğitimden, kültürden, siyasetten kısaca hayatın her alanından dışlamıştır. 1950’lere kadar gelen bu baskıcı dönemin ardından çok partili dönemin getirdiği görece özgürlük alanlarının açılması, İslami duyarlılık mensuplarını kendini siyaset içinde ifade etme imkânı sağladı.

3) Tevhidi uyanış süreci içinde şekillenen İslamcılık ise 60’lardan alınan milli ve manevi anlayış, 70’li yıllarda İslam dünyasında yaşanan siyasal gelişmeler, Mısır ihvanının düşüncel ve eylemsel hareketliliği, İran İslam inkılâbının oluşturduğu genel hava gibi faktörlerle ümmetçi bir anlayışa doğru evrildi. 70’li yıllar Hasan El Benna, Seyyid Kutup, Malik bin Nebi, Abdulkadir Udeh, Mevdudi gibi yazar ve düşünürlerin kitaplarının Türkiyeli Müslümanlarla buluşması açısından önemli olmuştur. Kuran çalışmaları yapılmaya başlanmış, doğru peygamber algısı, gelenek sorgusu yanında mevcut kültürel kimliklere ve kirliliklerle yüzleşmiştir. Dönemin sonunda Sovyet Rusya’nın Afganistan işgali ve sömürüsü karşısında Müslümanlar arasında sınırları aşan bir dayanışma yaşanmıştır. İran İslam inkılâbı ise güçlü ABD müttefiki bir rejimin İslamcı hareket tarafından devrilebileceğini göstermiştir. Bütün bu tecrübeler mücadele coşkunun yanında özgüvende aşılamıştır. Ancak bu özgüveni sahaya sürebilecek ne bir itikadi zemin ne de bununla ilgili geçmişten gelen bir mücadele pratiği vardır.

Bu mirası devralarak gelinen 80’li yıllarda dünya yeni bir renge bürünüyordu. 12 Eylül 1980’de gerçekleşen darbede her kesime ağır bedeller ödetmiştir. Sağcısından, solcusuna ve İslamcısına kadar her kesim ağır bedeller ödemiştir. 12 Eylül’ün Müslümanlar açısından en büyük yıkımı ise ulus devlete sadakati dini söylemlerle gerçekleştirme çabaları olmuştur. Aydınlar ocağında Türk- İslam sentezi adıyla oluşturulan otoriter milli manevi değerleri şemsiyesi altına alan bir ideolojik hegemonya denendi. Bu dönemin Türk-İslam sentezinin önemli metinlerinden biri DPT Milli Kültür Özel İhtisas Raporu’nda şöyle geçmektedir:

“Her şeyden önce dinin sadece bir vicdan meselesi olduğu ve vicdanlara hapsedilerek ferdi davranışlarda ve toplum hayatında hiçbir yankısının olmadığı fikri isabetli değildir. Bir takım dini emir ve kuralların canlı bir şekilde yaşamakta olması dinin toplumdan ayrı düşünülemeyeceğini göstermektedir. Atatürk milletin cehaletten kurtulması için uğraşmıştır, ama dininden ve ahlakından uzaklaşmadan yapmıştır. Bunun içinde Türk milleti dindar olmalıdır. Türk milleti mütesaviyen dinini öğrenmelidir. Bunun yeri de mekteptir.” ifadeleri darbecilerin halk için nasıl bir din öngördüğünü göstermektedir.

Zorunlu din dersi uygulaması, İmam-hatip liselerinin üniversitelere girebilme düzenlemelerinin yapılması, faizsiz banka kurumlarının gelişmesi gibi durumlar İslamcılığın devlet eliyle desteklendiği şeklinde yorumlandı. Oysa bu politikalar devletin İslamcılığın önünü açmasından ziyade diğer Müslüman coğrafyalarda da uygulanan İslamizasyon politikalarından başka bir şey değildi. Devlet kontrol edebileceği, yönlendirebileceği, ılımlı, uzlaşmacı, liberal ve ılımlı İslam, muhalif İslam’a karşı inşa ediliyordu. Ayrıca bu rejimler vahiy merkezli düşünen ve dönüşümü savunan İslami unsurları marjinalleştirerek bu grupları terörizm gibi gösterme çabasındaydı.

Kuruluş süreçlerinden bu yana dini kendi politikalarını ikna ve inşasında bir araç olarak görmesi Kemalist doktrinin önemli özelliklerinden biridir. 1980 sonrası süreçte devletin dini dışlama yok sayma yerine manipüle etme şeklinde bir politika izlediği bir gerçektir.

12 Eylül cuntası bunları gerçekleştirirken sağcı İslamcı çizgi Özal ile liberal yaşam tarzının içinde kendine alan açmaya başladı. Cemaat ve tarikatların ekonomik alanda büyüdüğü, holdingleştiği bir dönemden geçildi.

İslamcılığın 80’lerde yükseliş sebepleri olarak şunlar gösterilir:

1) Sol ideolojilerin içine girdiği kriz

2) ABD soğuk savaş stratejisi olarak uyguladığı Yeşil Kuşak projesinin neticesi olduğu düşüncesi

3) Türk-İslam sentezinin 12 Eylül cuntası tarafından bir devlet politikası haline getirilmiştir.

Tüm bunlar İslamcılığı kendi öz değerleri dışında iç ve dış dinamiklerin etkisiyle oluşturulduğunu vurgulamaktadır. Oysa 70’lerden devralınan tevhidi uyanış süreci 1980 ile 83 arasındaki sıkıntılı süreç sonrasında tekrar toparlanmaya başladı. 83 seçimleriyle eski irtibatlar kurulmaya, dernekler, yayınevleri, kitapevleri çevresinde toparlanılmaya başlandı.  1981’den itibaren İktibas, Aylık Dergi, Kriter gibi yayın organları 1985’lerden sonra İslam, Girişim, Mektep, Vahdet gibi birçok yayın organı da sürece katkı sağlamıştır.

Özellikle üniversitelerde uygulanmaya başlayan başörtüsü yasaklarıyla birlikte mücadele sahasında başörtülü bayanların görünürlüğü artmıştır. Bu tepkisellikten uzak bilinçten kaynaklanan bir sahaya çıkıştır. Yine bu dönemde kadın ve erkek merkezli tanımlamalardan öte Kuran merkezli sorgulamalar, peygamber ve ashabının örnekliği, kulluğun ertelenemez ve ötelenemez oluşu Müslüman kadının bilinçlenmesinde önemli etkenlerden olmuştur.

İkinci konuşmacı Ali Değirmenci konuşmasına İslamcılığı, İslami Hareketleri ayırmak vedsc01808.jpg tanımlayarak başladı. Kısmen doğru özellikle de geleneksel çevreler için bir İslamcılıktan bahsedebiliriz. Fakat bilmek gerekir ki İslamcılık aynı zamanda türevleriyle, eklentileriyle, Ali Şeriati’nin deyimiyle “Dine karşı Din” ile didişerek, tartışarak, ondan koparak gelişmiştir.

1985- 94 arası dönem Türk İslami uyanışın zirvesidir. Ciddi anlamda bu dönemde toplumun silkelendiği gündem oluşturduğu bir dönemdir. Fıtratın, arayışın, dünyeviliğin, ideolojilerin oluşturduğu konjonktürün sorgulanması, bunlardan kaçış kurtuluş bu dönemde birçok solcu ve ülkücülerin hidayete ermesine vesile olmuştur. Bu insani arayış, fıtrattaki çınlama, geleneksel bağlılıklar ve dünyadaki İslami uyanış bir arayış arınış ve bağlanış iklimi hidayet merkezli bir konjonktür oluşturmaktaydı. Fakat bu durum karşısında genel ve yerel konjonktürün hiç etkili olmadığını söylemek de mümkün değildir. İnsanlar çift kutuplu dünyada sıkışmış ve bunalmışlardı. İdeoloji kurbanları ve darbe yorgunları vardı. Bunlardan da İslam’a yönelenler olmuştur.

Türkiye’de İslamcılık geç yaşanmaya başladı. Ortadoğu’da 50’li, 60’lı ve 70’li yıllardaki çabalar Türkiye’de 80’lerde başladı.  Bu çeviri faaliyetlerinin, İran İslam devrimi, Afgan Cihadı, büyük şehirlere göç ve yaşamanın zorluluğu bir cemaat kurma hissi yaratmıştır. Yine bu dönemde okuyan fakat sekülerleşmek istemeyen Laikliğe karşı direnen gençler vardır. Öğrenci evleri yine bu dönemin muhalefet olgularından biridir. Bu dönemde yine Ali Şeriati, Seyyid Kutub, Mevdudi okumalaranın büyük yararı olmuştur.                                                                                                                                                                                                                             

Batı ve ABD, İran gibi bir müttefikini kaybedince Türkiye’nin geleceğini riske atamazdı. ABD “Yeşil Kuşak” projesiyle Sovyetleri ablukaya almak, sosyalist eğilimi çökertmek, liberal-kapitalist politikaları yaygınlaştırmak istiyordu.  12 Eylül’de darbe yapan zihniyet Kemalizm’i yeniden dizayn etmesinin yanı sıra, iç ve dış baskılara bağlı olarak, kapitalizmin, liberalizmin önünü açmak zorunda kaldı. Bu dönemde İran İslam Devrimi ve Afganistan Cihadı dönemin Müslümanlarını etkilemiştir. Bütün bu gelişmelerin ateşlediği İslami duyarlılık, ABD kadar, Türk generalleri de, kapitalist sınıfı da rahatsız ediyordu. Bu durum karşısında egemen kişi ve zümreler, İslami uyanışın karşısında devleti ve statüyü korumada kalkan rolü görecek milli bir dindarlığı ön plana çıkartmışlardır. Yani Dine karşı Din kullanılmıştır. ABD’de “devrimci İslamcılık” anlayışı yerine, sulandırılmış “Ilımlı İslam” anlayışını hoşgörüyle karşılamak zorunda kalmıştır. Eyüp Aşık’ın sözleri ise dönemin tarikatlarının ve cemaatlerinin durumunu özetliyordu: “ Tarikatları küçümsemeyin. İran İslam Devriminin dalgakıranı olmuşlardır.” Bu yapılanmalar tevhidi bilinç ve mücadeleden uzak duran cemaatlerin varlığı İslam’ın devrimci kimliğine uzak tutmanın en önemli korunağıydı.

 Bu dönemin kazanımları ise; düşüncelerimizi Kur’an-i kavramlarla oluşturma, kimliğimizi Kur’an’ın bildirimine ve Resullullah’ın örnekliğine göre belirleme eğilimi öne çıktı. Hem batini telakilerden ve mezhepçilikten hem de küresel cahili ideolojilerin sembol ve kavramlaştırılmasından uzaklaşılmaya başlandı. Bayrak putlaştırmasına karşı, İstiklal marşında ayağı kalkmamak gibi tavırlar sergilendi. Evrensel İslami hareketin birikimlerine ulaşma imkânı oluştu. Sorgulanma, mahkeme, cezaevi süreçleri konularında önemli tecrübe ve birikimler elde edildi. Kadın konusunda da önemli sıkıntılar, sorunlar yaşandı. Fakat Müslüman kızlar, kadınlar ciddi bir görünürlük kazandılar ve etkili oldular. Kadın- Erkek ilişkileri konusunda sıkıntılar yaşandı fakat hiç değilse bazı öbekleşmeler bu konuda bir fıkıh oluşturdular, bir örneklik sergilediler.

Her şehirde bir kitapevi, kitap kulübü, bir cemaat ortamı oluşturuldu. Öğrenci evleri kuruldu. Bunlar çok önemliydi. Fakat kitapevleri korunamadı. Düzenle, sistemle ilişkiler, sistem içi araçların kullanılması çok geç tartışıldı. Kurumlaşma oluşmadı. Bu irtibatlar ileriye taşınırken sıkıntılar yaşandı. Duyarlılığın ve davet çabalarının heyecanı Cuma eylemlerine yansıması dönüşmesi biraz gecikmeli de olsa müthiş bir etki oluşturdu.

Belki de Müslümanların en büyük sıkıntısından birisi dönemin sanatsal etkinliklerinde bir alternatif sunamamasıdır. Bu eksiklik kapitalist ve liberal yaşam biçimlerinin bu alanı kullanmasına ve Müslümanların zamanı okuyamayıp, hızlı değişimi yakalayamamasından kaynaklanmıştır. Bu dönemde kardeşlik, dayanışma güçlü ve işlevseldi. Fazla zenginimiz yoktu. Küçük ticaret alanlarında başarılı, sıkıntısız bir süreç yaşandı. Fakat 90’ların ortalarından itibaren hem ekonomik hem de ticari fıkhı geliştirilememesi de bu alandaki imtihanı çetinleştirdi.

Haksöz Haber/Kürşat Okur

dsc01795.jpg

dsc01799.jpg

HABERE YORUM KAT

3 Yorum