1. YAZARLAR

  2. Halil Berktay

  3. Zigzaglarıyla siyaset (1)
Halil Berktay

Halil Berktay

Yazarın Tüm Yazıları >

Zigzaglarıyla siyaset (1)

01 Şubat 2012 Çarşamba 13:08A+A-

Millî Güvenlik derslerinin kaldırılmasından yola çıkan iki üç yazıyla, siyaset sahnesinde olup bitenlere topluca bakmak (ve sonra sosyalizm tartışmasına dönmek) istiyorum.

Son zamanlarda, bazı büyük kötülükler üst üste geldi. Zaten KCK tutuklamaları sürüyor ve Terörle Mücadele Yasasına dayandırıldığı için sanıkların dahi neyle suçlandıklarını bilmediği bir sis perdesiyle kuşatılıyordu.

Uludere faciası bu zemine oturdu. Olay başlı başına korkunçtu. Hükümetin, herhalde böyle bir katliam kararının asıl sahibi olmadığı halde, hemen içine girdiği aldırmaz, vicdansız, basiretsiz tutum her şeyi büsbütün berbat etti. Asgarî insaf ve hakkaniyet ölçüleri içinde neler yapmaları gerektiği, meselâ bu gazetede, a-b-c diye, reçete gibi döne döne anlatıldığı halde, hâlâ (en hafif deyimiyle) donuk bir algısızlık içindeler. İşin vahametini görmüyor, üstüne yürüyemiyor, sorumluları her kimse bulup hesap soramıyor, bu arada ölen o gençlerin ailelerinden ve Kürt halkından samimî bir özür bile dileyemiyorlar.

Hrant Dink dâvâsındaki karar, derin devlet karanlığının üzerine gidemeyişin nelere yol açabileceğinin bir diğer örneğidir. Gerçi bu sefer, (herhangi bir faturayı ne olursa olsun AKP’ye çıkarmak için fırsat kollayan Atatürkçü kesimlerin de katılımıyla) çok daha geniş bir cephe oluştu ve bunun da etkisiyle kamuoyu tepkisi sonuç verdi. Yeri gelmişken belirteyim; Ahmet Hakan da protestolara katılıyor; evet, ben de Hrantım ve Ermeniyim diyebiliyor; bu uğurda İslâmcı kesimlerden gelen saldırıları da göğüsleyebiliyorsa, şahsen ben buna pek çemkirmem çünkü bu objektif olarak iyi bir şeydir ve benim, ittifakların sürekli değiştiği esnek siyaset anlayışıma da uygun düşüyor. Geçelim. Bizzat kararı veren mahkeme başkanı, derken onu suçlayan savcı, derken (soruşturmanın önünü tıkamaya katkılarını esirgememiş olan) hükümetin en yetkili bazı isimleri, kendilerini karardan ayırmaya ve bu iş burada bitmez, bitmeyebilir mesajları vermeye giriştiler. 2005’teki “Osmanlı Ermenileri” konferansını yasaklama çabalarının, sonra 2007’de Hrant’ın öldürülmesinin doğurduğu infial dalgalarına benzer bir tersyüz olma hali doğdu.

Hiç yoktan iyidir ama buradan nereye gidilir; bakalım, göreceğiz. Fransa’nın soykırım (daha doğrusu, soykırımı tanıma zorunluluğu) tasarısı, örneğin, Hrant kararının temyizine nasıl bir etki yapar ? Politikanın bilim ve tarih alanına tecavüzü demek olan bu tür yasalara karşı olduğumu, geçmişte defalarca ifade ettim. Öte yandan, “Türk tepkisi” denen şeyde o kadar korkunç bir yan var ki; Türkiye içinde özgür tarihçiliği boğmak için ellerinden geleni yapmış olanların böyle anlarda “tarihçilere bırakalım”a sığınmaları o kadar ucuz bir sahtekârlık ki; Cezayir’de yaptıklarınıza bakın türü lâf yetiştirmeler o kadar boş ve aptalca ki; üstelik hemen aynı lâhzada haykırılan bizim şanlı tarihimizde soykırım yoktur böbürlenmesi o kadar yalan ki –ve bütün bunların toplamı, kendini zeki, cümle âlemi ise ahmak sanan öyle pis bir inkârcılığa müncer oluyor ki, benim de içimden (bedelini bütün Türkiye ve Avrupa olarak ödeyeceğimizi bile bile) müstahaksınız, allah belânızı versin, gayri başınızdan dert eksik olmasın diye bağırmak geliyor doğrusu. Fakat Hrant’a dönersek; acaba şimdi kararın değiştirilmesi umudu da bu Ermeni düşmanlığı furyasının altına mı kalır ? Yoksa tam tersi mi olur, yani bu sefer Fransa’ya ve uluslar arası kamuoyuna bir “adalet gösterisi”yle karşılık verme ihtiyacı mı ağır basar ? Ne kadar iğrenç bir hesap olursa olsun, ikincisi gerçekleşirse ona da hayır, istemem diyemem sanırım.

Fransa’ya karşı pompalanan milliyetçilik, tek başına bile yeterince felâketti de, devletin Rauf Denktaş’a yüceltici vedasıyla birleşince hakikaten zehirli, boğucu bir atmosfer yarattı. Denktaş, EOKA ve EOKA-B’nin temsil ettiği, Yunanistan’la “enosis” arayan sağcı, faşizan Kıbrıs Rum milliyetçiliğine reaksiyon içinde doğan bir başka hortlağın –“anavatan”ın bayraktar ve sancaktarlarının gölgesindeki TMT’de ifade bulan sağcı, faşizan Kıbrıs Türk milliyetçiliğinin tarihsel lideri; o sağcı, faşizan milliyetçiliğin hem Kıbrıs Rumlarına, hem “kendi” alanında mutlak hegemonya uğruna farklı düşünen (solcu, liberal, demokrat) Kıbrıs Türklerine karşı işlediği cinayetlerin de en azından manevî sorumlusu (bu bakımdan, Öcalan’ın ve PKK’nın “kendi” alanına dönük politikalarının da simetriği, aynadaki aksi, doğrudan modellerinden değilse bile tarihî açıdan emsallerinden, öncellerinden biri): ne pahasına olursa olsun çözümsüzlük yani fiilî taksim politikasının sonuna kadar iflâh olmaz (die-hardist) savunucuydu. Aynen PKK gibi, o da aslında “her iki halka düşman”dı (Taraf’ın bu manşetine itiraz etmiş olan ve etmeye devam edenler, aradaki paralelliğe bir parça kafa yorup “ezilen” milliyetçiliği otomatikman aklayıp yüceltmekten, bu çerçevede radikal Kürt hareketini efsaneleştirip kuyruğuna takılmaktan, eski soldan kalan son parçaları da bu yolla felâkete sürüklemekten, çok geç olmadan biraz olsun vazgeçseler iyi olur).

Bütün bu yönleriyle Denktaş’ın apaçık Ergenekon saflarında yer alıp AKP’ye ve Avrupalılaşma çabalarına da çok büyük zarar vermiş (üstelik bu zararın, yarattığı zaman kaybı nedeniyle kalıcılaşmış) olmasına karşın, ölümü ve cenazesi etrafında yaratılan birlik havası, milliyetçiliğin yapıştırıcı gücü açısından ibret vericiydi. Denktaşlaşma yazısı yüzünden Mehmet Altan’ın Star’daki başmakalelerine son verilmesi –verdirtilmesi– üzerine tuz biber ekti. Başbakanın Ahmet Altan ve Perihan Mağden aleyhine açtığı son dâvâlar, aynı kör gidişin bir başka tezahürü oldu.

YAZIYA YORUM KAT