1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. ‘Varkalma’ ve ‘yeniden varoluş’ mücadelesinde şûrâ’nın önem ve değeri
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Varkalma’ ve ‘yeniden varoluş’ mücadelesinde şûrâ’nın önem ve değeri

19 Haziran 2025 Perşembe 23:28A+A-

“İşlerimizi şûrâ ile yapmak”, “korku ve güvene dair duyduğumuz haberleri ‘ulu’l-emr heyeti’ne götürmek”1 gibi ifadeler, Kitab-ı Kerim’de hangi anlamda veya anlamlarda kullanılmıştır? Kur’an’daki kullanımına bakıldığında şûrânın bağlayıcılığı neydi, ne olmalıdır? Resulullah Muhammed (a) döneminde nasıl bir istişâre ve şûrâ mekanizması vardı; ve bugün ne olmalıdır? Şûrânın farklı uygulamaları ve şûrâ kararlarının tatbiki nasıldı; şûrâya katılım için ehliyet şartları neydi; şûrâ konuları nelerdi ve şûrâ yönetimi ne olmalıdır? Şûrâya katılım için yetişmiş mümin ve mümine şahsiyetlerde hangi şartlar aranmalıdır?

Bu gibi sorularla, “şûrâ” konusu gündemleştirilmelidir. Lehte ve aleyhte Müslümanlarla ilgili konuları ve ümmet maslahatıyla ilgili açık nass olmayan ortak meselelerimizi “ulu’l-emr” heyetine götürme emrinin2 niçin geçmiş asırda da ve günümüzde tüm ümmet coğrafyasında da yerine getirilmediği veya getirilemediği ile ilgili tahkik ve değerlendirmelerimiz öne çekilmelidir.

Kur’an-ı Kerim’de aynı kökten gelen “şûrâ, teşâvur, müşâvere” kavramları konu ve anlam bütünlüğü açısından aynılık ifade eder mi yoksa aralarında bazı farklılıklar var mıdır? İstişârenin ya da istişare sorumluluğunun; ayrıca ulu’l-emr heyeti içtihadının bağlamı ve bağlayıcılığı nedir?

Bu sorulara fukaha ve müfessirlerimizin büyük çoğunluğu bütünlükçü yaklaşmamışlar; bu kavramların aralarındaki önemli nüansların veya bu kullanımlar arasındaki alternatif uygulamaların üzerinde pek durmamışlardır. Fetva erbabının büyük çoğunluğu konuya “İstişâre de şûrâ da müşâvere de şavir, meşûre, meşvere gibi aynı kökten gelirler.” diye kapsayıcı olmayan bir yüzeysellikte yaklaşmışlar; bu kavramların aralarındaki önemli nüanslar üzerinde durmamışlar veya bu kullanımlar arasındaki ince ama önemli farkları pek de gözetmemişlerdir.3 Ayrıca Hicri I. ve II. yüzyıldaki “Tevhid ve Adalet Ekolü” çizgisini bağımsız tutarsak; büyük ölçüde bu konuları irdelemek ile, sarayın itibar ettiği ulemalığı devam ettirmek arasında birbiriyle zıtlaşan roller nedeniyle sessiz kalınarak4 konuyu geçiştirmek ya da mevcut uygulamayı meşrulaştırıcı izahlara meyletmek yaygın tutum haline gelmiştir.

Sultanlık, padişahlık ve şahlık rejimlerinden sonra ulus devletlere ve cahili ulus toplumlara ayrıştırılan ümmet coğrafyası ve ümmetin unsurları (anasır-ı İslam) bugün dış vesayetin tutsaklığı altında despotik rejimlerle (Krallık, Şeyhlik, Askeri Cunta/Cemahiriye) ya da yarı demokratik rejimler (Türkiye, Pakistan, Endonezya) ile idare ediliyor. 20. yüzyılda yazılan “Tevhidi; Rabbani; Nebevi Hareket Metodu” kitaplarında haklı olarak demokrasiyi ve demokratik yönetimi eleştiren müellifler, karşıtı oldukları demokrasi kadar nefsini temel belirleyici kılan saltanat ve despotik rejimler hakkında genellikle gerekli eleştirileri yapmamışlar ve onları “şûrâ” görevine ve Rabbimizin “ulu’l-emr” emrine uymamak ve bu sistemleri oluşturup geliştirmemek konusunda eleştirmemişlerdir.  İman ve salih amel sahipleri dün de bugün de İslami yönetim sahibi olmak ve şûrâ sistemiyle işlerini görmekten oldukça uzaklaşmışlardır.5

Müslümanlar hatta İslami oluşumlar güncel ilmihalimizle ilgili konuları yani fikri ve siyasi müşküllerini, ümmet maslahatı ile ilgili problemlerini çözümlemek için genellikle rasih/fıkhi uzmanı6 bildikleri kişilerin “bireysel fetva” tercihlerinden veya “bireysel içtihadları”ndan yararlanıyorlar. Tabii ki bu konularda kayıtsız tavır veya keyfi hükümler yerine bir bilene sorulması önemlidir.7  Ama bölgesel veya genel ümmet maslahatı ile ilgili lehte ve alehte irdelenmesi gereken güncel konuları “ulu’l-emr”e götürme sorumluluklarıyla ilgili emir, ilgili bütün müminlere şamildir.  Oysa saltanat yönetimleri dönemlerinde Arapça “çoğul” bir ifade olan “ulu’l-emr ifadesi “tekil” olarak değerlendirilip “emiru’l müminin” / müminlerin emiri konumundaki insanla özdeşleştirilme yanlışı adeta kurumlaştırılmıştır.8

20. ve 21. Yüzyıldaki Halimiz

20. yüzyılın başında mahalli İslami direnişlere rağmen işgal altına giren bütün ümmet coğrafyası sultanlık, padişahlık ve şahlık rejimlerinden sonra seküler temelli ulus devletlere ve toplumlara bölündü.  İslam dünyası 20. yüzyılın başından bu yana vesayet altında ve despotik rejimlerle (Krallık, şeyhlik, askerî cunta ve cemahiriye ya da sosyalizm anlayışı ile) ya da cumhuriyet rejimleriyle (Türkiye, Pakistan, Endonezya örneğinde olduğu gibi) idare edildi ve halen idare ediliyor. Coğrafyamız yapay ulusal sınırlara bölünmüş, ellerimiz birbirinden koparılmış.

Bugün, İslam ümmetinin bakiyesi gruplar arasında mezhebî ve batınî sapmalara sahip olunsa da; Kur’an’ın önceliğine, “üsve-i hasene” olan Allah’ın son Elçisi’ne bağlılık mevzuunda; namaz, hacc, ahiret inancı, tesettür ya da faizin haramlığı gibi İslam’ın esaslarından olan temel konularda mutabakat vardır. İslami grupların aralarındaki tüm ihtilaflara rağmen son senelerde Avrupa’da ajitasyona yönelik Kur’an-ı Kerim yakma eylemlerine karşı anasır-ı İslam’ın tümü müşterek tepki içinde olmuşlardır. Ancak gerek İslami kitlesel potansiyelimizde gerek İslami hareketlerde İslam ve fıtrat karşıtı zulüm, baskı, tezyif ve şiddet olaylarına karşı insiyaki olan anlık tepkiler gösterilse de -ki İslami duyarlılığı ifade eden bu tarz toplu ve dağınık tepkiler, İslami hassasiyetleri yaşatmak için çok değerlidir-; düşmanlık ve ifsad temelli bu problemler “şûrâ’ya ehil fakihlerimizden, ‘rasihun’dan, ‘ulu’lelbab’tan ve ümmetin genel işleri ve sorunlarıyla ilgilenen yetkililerden oluşan”9 bir “ulu’l-emr heyetimiz”e götürülememiştir. Zira Rabbimizin emri olduğu halde tarihi süreç içinde ihmal edilen böyle bir müessese, bağlayıcı nitelikte uzun yıllardan beri yoktur. 19. yüzyıldan bu yana mesafe kat etmeye çalışan tüm ıslah, ihya ve inşa çabalarına rağmen bu kurum veya kurumlar gereğince oluşturulamamıştır. Şekilsel bir gayretin ifadesi olan Uluslararası Alimler Cemiyeti ise halkı müslim olan ulus devletlerin yeteri kadar inisiyatifi dışında değildir; işlevsel gücü yoktur; etkisi, saltanat değerlerini öne çıkaran sembolik hilafet kurumuna benzemektedir.

 “Ulu’l-emr heyetimiz”in olmaması veya Hâkim en-Nîsabûrî (ö.1014) ve Fahreddin Razi (ö. 1209) tarafından belirtilen kurumlaştırılmış bir “Ehlu’l-Emrve’l-akd” müessesesinden10 uzaklaşılması, yaşanan ve tarihten akıp gelen en önemli şer’i eksikliklerimizden veya yanlışlarımızdan birisidir. Dolayısıyla bu kurumların mevcut olmayan müşterek kararlarının yokluğu nedeniyle her bölge ya da cemaat veya çevre hatta birey tarihi sürecinde kendi kararını el yordamıyla kendi verdi ve hala da öyle devam ediyor. Bu yoksunluk da ilk başta İslami hareketlerin en önemli zaaflarındandır.  Bugün de süren zaaflı hal budur. Dolayısıyla müşterek problemler karşısında alınan farklı kararların “varkalma” ve “yeniden varoluş” mücadelesini yürüten İslami oluşum ve hareketler arasında ihtilaflara sebep olması büyük ölçüde ortak bir şura mekanizmasına sahip olamadıklarından veya ulu’l-emr heyetini oluşturamamış olmaları nedeniyledir.

Tabii ki dağılmış ümmet çevrelerinde imkansızlıklar içinde olan veya usûlî olarak İslami algılamada farklı içtihad ve yorum ekollerinin tesirindeki İslami cemaat ve hareketlerin ıslah ve ihyaya muhtaç yanları olabilir. Ama İslami mücadele öznelerinin aralarındaki problemleri delaleti açık muhkem ayetler ve aslı Kur’an’da bulunan Resulullah’ın zamanı aşkın mütevatir/tartışmasız vakii sünneti rehberliğinde çözümlemeye çalışmalarının da yolu karşılıklı müzakere ve tearuf geliştirecek olan “şûrâ” formudur. Bu form içinde taraflar üç hali gözetmek durumundadırlar:

Birincisi; anlaştıkları konuları belirlemek. Bu tespitler yakınlık ve dayanışmayı geliştirecek en önemli imkânlardır.

İkincisi; müşterek düşmana, hayatımızı kuşatan Batılı hayat biçimine ve ümmet maslahatı açısından çözümlenmesi gereken fikri ve siyasi ortak müşküllere ortak çözümler bulmak veya kamuoyu oluşturmak açısından ortak eylem kararları almak. Ortak meselelerde ve ortak düşmana karşı aynı cephede tavır geliştirmeye çalışmak, bu salih amellere katılan mümin kişiler ve gruplar arasında dayanışma ruhunu ve ünsiyeti artıran en önemli imkândır.

Üçüncüsü; anlaşma sağlanamayan fikri, usûlî ve pratikle ilgili konuların hallini ertelemek veya daha donanımlı ve tahkik edilmiş olarak tekrar müzakere edilmek üzere rafa kaldırmak.

“Cahiliye”nin11 dijital ortamlardan, ekonomik ve siyasi alanlara kadar alabildiğine örgütlendiği 21. yüzyılda dehri, müşrik, la-dini fikri ve siyasi akımlarıyla kültürel ve askeri bütün coğrafyamızı ve neslimizi ve âlimizi kuşatırken muslihuna ve tüm İslami oluşum ve hareketliliklere şûrâyı ve ulu’l-emr heyetimizi oluşturma idealini yaygın ve örgün eğitim müfredatlarımızın en önemli konuları arasına almamız kaçınılmaz olmalıdır. Tabii ki asırlardır ihmal edilen Rabbimizin gösterdiği şûrâ yolu gecekondu vari bir acelecilikle hemen oluşturmayız ve ulu’l-emr emrini gerekli donanımlara sahip olmadan gerçekleştiremeyiz. Kurumlaşma hem şûrâya ehliyet hem müslim kitlelerin bu ibadi forma hazırlanması açısından zaman alacaktır. Ama en azından müşterek işlerimizde ve sorunlarımızda yaşanan bu eksikliğimizi, aramızda adil istişare ortamları ve koordinasyonları kurarak hafifletmeye çalışmalıyız. Ve müşterek işlerimizde istişare etmek sorumluluk ve hassasiyeti İslami oluşum ve duyarlılık sahibi herkesi ve hepimizi şûrâ ve ulu’l-emr ihtiyacını karşılayacak hazırlıklara sevk edecektir. İnşaallah.

Ebu’l Âla Mevdûdî (ö. 1979) “İslam’da Hükümet” kitabında çağımızda şûrâ ile yönetiminin eğitim ve katılım ile açılım beklediğini belirtmiştir.12  Fas’ta “Tevhid ve Islah Hareketi” başkanlığını yapmış olan Ahmed Raysuni, “Şûrâ” kitabında13 Nahda Hareketi lideri Raşid Gannuşi, “İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler”14 kitabında konunun çağımız şartları içinde yeniden ele alınması ve müzakere edilmesi hususunda hem çaba sarf etmişler hem teşvikte bulunmuşlardır.

Bu bağlamda fikri ve siyasi ihtiyaç hissettiğimiz konuların müzakerelerini yapmak ve uzun erimli olarak bu müzakereler süreciyle birlikte örnek bir şûrâ meclisine adım atabilmek idealimiz olmalıdır.  Bu konuda ıslah, ihya ve inşa yürüyüşümüzde bulunan inceleme-araştırma, tebliğ ve tavır sahibi tüm müelliflerimiz ve “ulu’lelbab” dava adamlarımız için de müzakere edilip daha doğru çözümlere yönelinmesi amacıyla bir çalışma da tarafımdan yapılmıştır.15

“Şûrâ” görevi ve Resulullah’ın (s) irtihalinden sonra “ulu’l-emr” emrini uygulama formu zaman ve şartlara göre belirlenmek üzere müşterek içtihadi çözümlere bırakılmıştır. İslami yönetimin ve temsilin durumu da “ulu’l-emr” heyetinin nasıl oluşturulacağı ve “şûrâ” görevinin hangi alanlarda ve hangi şekillerde gerçekleştireceği uygulamasıyla şekil kazanır. Bu temel kavram ve müesseselemizin uygulanması konusunda Resul-ü Ekrem’in “Allah’a masiyette (isyan ve hududullah’ı çiğnemek konularında) itaat yoktur”16 hükmüne rağmen Müslümanlar arasında saltanat sistemini icat edip şura sistemini ortadan kaldıran uygulamaları “uli’l-emri minkum”/ “Sizden olan emir sahiplerine” (مِنْكُمْۚ الْاَمْرِاُو۬لِي) kapsamı içinde çoğul olan ilahi hitabı tekilleştirenler ve kelam kitaplarının içine kadar “zalim sultana itaat” emrini akaid umdesi olarak yerleştirenler olabilmiştir. “Ulu’l-emr” kavramını şaz olarak “müminlerin emiri”/“emiru’l müminin”e has kılarak tekilleştirenler gibi; sadece ulemaya ya da “masum imamlar”a has kılanlar da olmuştur.17

Günümüzde ise emperyalistlerin işbirlikçisi despotik vesayet sistemlerini aşmak gayesiyle yönetimle ilgili özgün tanım ve içtihatlardan kaçınarak Batılı paradigmanın ürünü olan “demokrasi sistemi”ni şûrâ yönetimi veya ulu’l-emr heyeti/meclisi ile karıştıranlar olmaktadır. Bu konuyla ilgili üç tespit öne çıkmaktadır:18

Birincisi: İslam’ın demokrasi ile bağdaşmadığı tespiti.

(Müntehine sûresindeki ötekilerin Müslümanlara karşı tutumlarını müspet ve menfi olarak ayrıştıran tasnif19 bağlamında “demokrasi yönetimi”ni, “despotik yönetimler”e göre daha ehven görebiliriz; ama bu tevhid dinine inanmayanları içselleştirdiğimiz anlamına gelmediği gibi beşeri ölçüleri esas alan demokrasiyi de içselleştirdiğimiz anlamına gelmemelidir.)

İkincisi: İslam’ın ve demokrasinin bağdaştığı tezi.

(İki sistem arasındaki akidevi/paradigmal dayanaklardaki farkı vurgulamadan ama “laiklik” anlayışına da karşı çıkan Ganuşi20, demokrasiyi sadece seçim yöntemi açısından ele almakta, bununla birlikte İslam’ın Batı demokrasisini kapsayacağı yaklaşımı ile bağdaştırmacılara kapıyı aralamaktadır.21 Şûrâ ile demokrasiyi bağdaştırma konusunda  daha rahat davranan Muhammed Emin Şankıti ise cüretkârlığını doğal hukuk telakkisiyle pozitivist yaklaşımı kuşatma gayretinde de göstermektedir: “Günümüzde ‘pozitif hukuk’ dediğimiz şeyin büyük bir kısmı şer’i nasslarla çelişmez. Bu hukuk, kulların maslahatlarını gerçekleştirmek üzere yapılmıştır ve şeriatın ‘dinin, canın, malın ve ırzın muhafazası’ ile ilgili maksatlarına ve İslam’ın ruhuna uygundur.”22

Oysa Batı’nın birçok ülkesinde LGBTi sapkınlığını yaygınlaştırma ve bu sapık akımı kanunlarla koruma altına alma çabaları da pozitif hukuktan kaynaklanmaktadır. Ve yasalar ilahi ölçüleri rehber edinerek değil, parlamenterlerin beşeri vicdanlarına göre oylanarak belirlenmektedir. İslamcı kesim ile kendi havzamızdaki “laik dindar kesimi” demokratik zeminde birleştirme eğiliminde olan Şankıti, bu sefer de bu bağdaştırmayı “vatan birliği” ve “milli toplum” gibi seküler kavramlar üzerinden yapan bir müellifi öne sürmektedir: “Ortak mülkiyete benzeyen çağdaş devlet düşüncesi için dört başı mamur ve tutarlı bir teorik temel belirleyen kişi, birçok kitabında yeterince değindiği ‘vatan birliği’ ya da ‘milli toplum’ (vatan esasına dayalı cemaat) kavramları üzerinde bunu yapılandıran hukuk düşünürü/fakihi Tarık el-Bişrî’dir.”23

Üçüncüsü: İslam’ın demokrasiyi gerektirdiği perspektifi.

Oysa “İslam’ın demokrasiyi gerektirdiği” meselesi değil, “İslam’ın veya şûrâ heyetimizin İslami asıllara göre cahili şartları nasıl değerlendirdiği” meselesi önemlidir. Demokrasi yöntemi veya oyunu içinde istibdadı yıkamayan ya da iç ve dış vesayeti aşamayanlar ise krallara danışma meclisi olacak sözde seçimlere mecbur kalıyor. Veya Batılı değerlerle oluşturulan mer’i anayasalarla kimliklerini bağdaştırır hale geliyorlar. Ahmed Raysuni, şu trajik soruyu sormaktadır: “Eğer biz, çağdaş Müslümanlar olarak demokrasi ve küreselleşme çağında yaşamaya zorunluysak ve eğer demokrasiyi benimsemeye yahut en azından ondan ödünç almaya davet ediliyor, belki buna zorlanıyorsak; demokrasinin seviyesini yükseltmeye, onu sağlıklı bir yola taşıyarak kusurlarına çözüm bulmaya da zorunlu olamaz mıyız?”24

Ahmet Hadi Adanalı’nın dediğine göre artık günümüzde demokratik yönetim Müslümanlar için İslami açıdan bir seçenek değil, adeta bir zorunluluktur. Ve “demokratikleşme olmaksızın İslam medeniyetinin hiçbir bölgesinde istikrarlı siyasi bir düzen kurulamayacak”tır.25 Oysa bu cümle “Demokratikleşme, ümmet coğrafyasında küresel emperyalizmin desteği ile ayakta duran despotik yönetimleri aşıp özgürlükçü ve adalete yönelen siyasi bir düzen oluşturmak için daha iyi bir imkân sunabilir.” şeklinde kurulabilirdi.  Ayrıca hak ve özgürlükler açısından Siret-i Resul’de kimliğini gizlemeden “cahili” sisteme dayanan panayırlardan yararlanmak gibi demokrasi seçeneğinden yararlanmak, şûrâ yöntemi ile demokrasi yönteminin bağdaştırılması anlamına gelmemelidir.

Diyanet Teşkilatı’nın kitleleri bilgilendirmek için hazırladığı İslam’a Giriş başlıklı kitabı içinde Adanalı’nın bu tartışmaya açık ve sübjektif görüşlerine yer açması, “saray ulemaları tavrı” gibi ulus devleti ve reel-siyaseti memnun etme izlenimi vermektedir.

Vahiy Dili Arapça Dışındaki Kavramlar

“Ulu’l-emr” heyetinin ne olduğu ve nasıl olması gerektiği üzerinde çalışılacağına; ayrıca günümüz şartlarında değişik alanlarda “şûrâ” yönetiminin biçim, görev ve niteliği üzerinde araştırma ve müzakereler yapılacağına, beşeri ve batıl dünya görüşlerinin az veya çok elverişli model ve kavramlarına sığınmak büyük bir acizlik veya zihin bulanıklığıdır. D.İ.B. dahil bütün Müslim tahkik ehli, öncelikle şûrâ yönetiminin, sınırlı beşeri bilgi kaynaklarına değil, alemlerin yaratıcısı Rabbimizin mutlak ilmi ölçülerine dayanan ve demokrasiden çok daha üstün bir hak ve adalet mekanizması olduğu kabulüyle meseleye yaklaşmalıdırlar.

Kur’an-ı Kerim, Arapça üzere nazil olurken dünyada demokrasi kavramı da “kıst” kavramı26 da vardı. El-Cevâlîkî’nin (ö. 1145) Arapçaya başka dillerden giren kelimelerle ilgili “el-Muarreb” adlı sözlüğünde, 130’u şahıs ve yer adı olmak üzere 732 yabancı kökenli (muarreb) kelime alfabetik sıraya göre açıklanmıştır. El-Cevâlîkî, sözlüğünün mukaddimesinde de Arapların yabancı kelimeleri kullanma yöntemiyle onları belirleme ilkelerine temas etmiş, Kur’an’da yabancı kelime bulunup bulunmadığına dair dilciler ile müfessirler arasındaki görüş ayrılığında uzlaşmacı bir yol izleyerek Kur’an’da bu tür kelimelerin yer aldığını ancak bunların Arapçalaştığını belirtmiştir.27 Örneğin Mücahid’e (ö. 721) göre “kıstas” veya “kıst” terimi “adalet” anlamına gelen Grekçe bir Bizans terimidir. İbn Hacer el-Askalani (ö. 1449), Kadı Iyaz’ın (ö. 1149) “Kıstas terimi, terazilerin en adil olanına gönderme yapar.” dediğini aktarır.28 Bu yüzden “kıstas” kelimesi Kur’an’da “adalet” kelimesinin Arapçalaştırılmış halidir. Oysa “tasviri lisaniyat”ta dil ve kelimelerin anlamsal değişimleri beşerî tarihî süreç ile ilgiliyken, Kur’an’da “elim, ekvab, rabbeniyyun, sera” gibi Kur’an kelime ve kavramların manaları Habeş, İbranice, Süryanice, Yunanca, Afrika dilleri vd. dillerden gelen Arapça dışındaki kelimelerin29 aynılıkları beşerî tarihle değil, ilahi müdahale ile zenginleştirilmiş veya üst anlam veya anlamlar kazanmışlardır. Sonra da “kıst” gibi o kelime veya kelimeler Kur’an’a bağlı olarak değişmez sabite haline gelerek Arapçalaşır ve bu vahyî hitap, Kur’an ile birlikte korunur.30

İlahi irade, Grekçe olan (Eski Yunanca) “kıst” kavramını “adalet” kavramı gibi Kur’an kelimeleri arasında kullanırken; yine Grekçe olan “demokrasi” kavramını “şûrâ” yerine kullanmamıştır. “Kıst”Allahu alem fıtri özelliğe dayanan bir kavramken, “demokrasi” aynı şekilde değerlendirilmemiştir.

“Şûrâ” ve “meşveret”in vahye iman edenler toplumunun dışında da kullanılmasına en güzel örnek Seba melikesinin Süleyman (a)’dan gelen davet mektubuna cevabı yönetici meleleri ile meşveretle karara bağlama çabasıdır.31 Mekke müşrikleri de Nadiye denilen meclis oturumlarında aldıkları karar yöntemine demokrasi değil “meşveret” veya “şûrâ” diyorlardı.

Arap cahilî toplumunun hâkim olduğu Mekke’de İslami sabitelere bağlı olmaksızın Kureyşliler de meşveret ve şûrâ esasına pek yabancı değillerdi. Abdullah oğlu Muhammed’in geriye doğru 5. kuşak dedesi Kusay’ın yaptığı önemli işlerden tarihçilerin bahsettikleriyle ilgili rivayetleri Muhammed Hamidullah derlemiştir. Ona göre her bir boyun “nâdiye” denilen kendilerine mahsus bir toplantı yeri vardı. Alâk Sûresi’nde “O kendi nâdiyesini çağırıp toplasın.”32 denilen meclis de onlardan birisidir. Soyu Curhum ve Katûrâ’ aşiretlerinden gelen Kusay, Mekke yönetimini ele geçirdiğinde bu nâdiyeleri “meşveret” için bir araya toplayacağı Dâru’n-Nedve’yi yaptırdı. Kureyşliler, amme ile ilgili toplumsal, ekonomik, siyasi, askerî konularını bu mecliste konuşurlardı. Bu alanların her birinin de bir yetkilisi vardı.33  Mekke müşrikleri risalete ve vahyin tebliğine karşı çıkarken ortak kararlarını bu meşveret konseyinde alıyorlardı. Bu konseydeki şûrâ toplantılarına boylar adına katılma yaşı istisnalar dışında 40 idi.34 Dolayısıyla vahyin ilk muhatapları “şûrâ beyne hum” yani “Aralarında işleri şûrâ iledir”35 dendiğin de, “şûrâ” nedir diye şaşkın şaşkın göğe bakmıyorlardı. Şûrânın işleyişi ile ilgili formel bilgi ve tecrübelerine, vahyin ölçülerini öncelikli tutmak gibi yeni akidevi kazanım ve vahyi ölçülerini katıyorlardı.

Müfessir İzzet Derveze (ö. 1984) şûrâ ayetinin açılımında, bu ayetin ilk muhataplarının genel işlerine ortak bir görüşle baktıklarını, problemlerini aralarında aldıkları şûrâ kararlarının sonucuna göre çözümlediklerini belirttikten sonra şu karşılaştırmayı yapar: “Bu hal, bugün demokrasi diye adlandırılan tablonun çok ilerisindedir.” Ayrıca Derveze, şûrâ ayetinden hemen sonra gelen “Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman kendilerini savunurlar”36 ayetini şûrâ ayetiyle bağlar. Şûrâ sûresi’nin bu ayeti, müminlerin saldırılar karşısında dayanışma içinde olduklarını, düşmanın karşısında sabrettiklerini, zulüm ve saldırıya boyun eğmeyi kabullenmediklerini göstermektedir. Şûrâ ayeti ise aralarında haddi aşanların, zorbaların olmadığını, kimsenin kimseye üstün olmadığını, ehli arasında ortak akılla hareket edildiğini içermektedir.37

İstişâre’de/Meşveret’te, Müşâvere’de ve Şûrâ’da Roller

Osman Tekin, büyük lügatçi Seyyid Şerif Cürcâni’nin (ö. 1413) 1.500 terim hakkında -ilk olarak- alfabetik olarak yazdığı ansiklopedik sözlüğü “et-Ta’rifât”tan38 nakille “istişâre, müşâvere ve şûrâ” kavramları arasında ayrım yapıldığını, bu şekilde, “şûrâ” kavramının toplum ve siyaset alanında bir metot olarak kavramlaştırıldığını belirtir ve Tevfik eş-Şâvi’nin yaklaşımını özetler.39 Bu özete ve eş-Şâvi’den yararlanarak yaptığımız tasnife göre aralarında nüanslar bulunan bu kavramlar kök olarak birbirine bağlı ama kullanım ve bağlayıcılık açısından üç farklı tutumu içeren ifade kalıbına dayanır:

1. İstişare: Mücerret görüş alma anlamındadır. İstişare ile alınan karar, vacip olmayan bir karar dahi olsa, en azından bu, dini açıdan uygun ve güzel bulunan mendub veya müstahab bir davranış olur. Rey veya görüş, ilgilisine sunulurken bunun teamûli veya yasal olarak bağlayıcılığı yoktur.40

2. Meşveret: Ele alınan konunun mücerret olarak ve bağlayıcı olmadan karşılıklı olarak görüşmeye açılmasıdır. Meşveretin değeri,  tabii ki şûrâdan aşağıdadır ama şûrâya hazırlayıcıdır.41 “Herhangi bir iş konusunda onlarla görüş, onlara danış” emri gereğince cemaate dayalı “şûrâ” veya onun emir kipini ifade eden “Danış, görüşlerini al” anlamındaki “şâvir”42 ya da “müşâvere” emri ile mücerret görüş almaya dayalı “meşveret” veya “istişâre” arasındaki fark ayırt edilmelidir. Müşâvere en başta şer’î hükmü anlamak konusunda “hikmet” verilen43, Kur’an hıfzını “unutmayacağı” hakkında hüküm verilen44, vahiyle ilgili zaaflı yorumları yine vahiyle düzeltilen45, nüzul ortamını veya sebebini bilfiil bilen ve bu gibi nedenle de Kur’an’ı en iyi anlaması ve yaşaması açısında örnek gösterilen46 Resulullah Muhammed (a)’ın bir Resul olarak komutan, idareci, aile reisi olarak hüküm verirken ilgili müminlerle müşavere yapması örneği biriciktir. Hiçbir beşer ilahi hazırlık ve gaybi yardım gücüne muhatap olmuş Resulullah (s) yerine kendini koyarak bir statü veya tanım oluşturamaz. Bu hususu özellikle ilim ve cemaat önderleri, hareket liderleri veya Emîrü'l-mü'minîn (المؤمنينأمير) /müminlerin emiri iyice bilmeli kendi mevkiini haşa Resulullah’ın mevkii ile eşitlemeye kalkışarak şûrâ meclisi kararlarından bigane şekilde yaptığı müşaveresini şûrâ yerine koymamalı ve mutlaklaştırmamalıdır.

3. Şûrâ: Dinî yorum/istinbat ayrıca siyasi, iktisadi, içtimai, askerî mevzulardaki amme konularında karşılıklı görüşlerin müzakeresi sonucun da çıkan kararların bağlayıcı olduğu oturumdur. Ancak kelime daha ziyade örgütlü bir cemaatin, oluşumun veya bir toplumun bir karara ulaşma yöntemidir. Bu da şûrâ oturumuna katılanların ya hepsinin ittifakıyla yani icma yoluyla olur veya çoğunluk kararıyla sağlanır. Şer’i açıdan uzmanlar şûrâsından, idari olarak ulu’l-emrşûrâsı ve bölüştürülen görev alanları şûrâlarından, belediye hizmetleri gibi toplumu ilgilendiren konularda geniş şûrâdan veya seçim ya da referandumdan bahsedilebilir. Tabii ki şûrâ kararlarına tabii olacak olan yöneticilerin de kendi inisiyatif alanlarında meşveret yapması istenir.

Düşüncede ve amelde özgürlük alanımızı, dünya görüşümüzü, birlikte iş yapabilme idrakimizi ve yönetim tarzımızı neye göre belirleyeceğimiz sorusu hayat düğümünü nasıl çözeceğimizle alakalıdır. Hayat düğümünü Yaratıcımızın mutlak ilminden gelen vahyî ölçüleri ve İslam’ın sabitelerini esas alarak mı çözmeye, yorumlamaya ve biçimlendirmeye çalışacağız; yoksa zamanla kayıtlı yorumsallıkları taklit etme sığlığı ile ya da temel değer olarak benmerkezci söylemlerle ve modern epistemolojilerle mi kesip biçeceğiz?

Kur’ani perspektifimizi gündemleştirebilmenin ve ümmet olarak Resulullah’ın (s) uygulamalarını yeniden canlandırabilmenin acil sorumluluğu, şûrâ bilincini ıslah, ihya ve yeniden inşa etmeyi zorunlu kılıyor. Gelecek tasavvurumuz için en önemli talim ve şâhidlik konularımızdan birisi de “salât” gibi, “infak” gibi “şûrâ” görevimizdir. Birlikte iş yapma becerisini ve fıkhını geliştirmeden birlikte yürümemiz mümkün olmayacaktır.

Önemli olan Allah’ın davasına hizmet etmekse eğer İslami mücadeleyi ıslah, ihya ve inşa çizgisinde geliştirebilmeliyiz. Bu istikamette “şûrâ” bilinci ve uygulamasıyla müşterek işlerimizi görüp birlikte yürüyebilmek asıldır. Yorumlar çok ama İslami asıllar az ve hayatidir. Asıllar, zulme karşı direnişin ve ümmet olarak yeniden varoluşun rehberiyetidir.

İslam’da “şûrâ” sorumluluğu ve “ulu’l-emr” mükellefiyeti İslami asıllardandır. İslam’ın asılları, ezoterik dünyanın arkaik ve küresel kapitalizmin postmodern dünyasındaki müfsid fırtınaları aşmanın, “hakka yönelen ve onunla adalet yapan”47 bir ümmet olmanın pusulasıdır. İslami hareketler “varkalış” mücadelesi içinde, “varoluş” mücadelesine yönelmek için bu pusulaya sahip olabilmelidir.

Kaynak: Vuslat, Haziran 2025, Sayı: 288

 

1- Şura, 42/38; Nisa, 4/59, 83

2- Ey İman Edenler! Allah'a itaat edin; Resul'e itaat edin ve sizden olan ulu'l-emre itaat edin…” (Nisa, 4/59); “Onlara, güven veya korkuyla ilgili bir haber geldiği zaman, onu hemen yayarlar. Oysaki onu Resul'e ve kendilerinden olan ulu'l-emre bildirselerdi; elbette bunların istinbata kadir olanları onu anlar bilirlerdi…” (Nisa, 4/83)

3- Âbidin Sönmez, Şûra ve Rasûlullah’ın Müşâveresi, İnkılâb Yayınları, İstanbul, 1984, s. 18.

4- Muhammed Ammara, Mutezile ve Devrim, Yöneliş  Yayınları, İstanbul – 1988, s. 90-95; Abdülaziz el-Bedri, İslam’da Devlet Adamı ve Alim, Kültür Basın Birliği, İstanbul, İstanbuşı-1989.

5- Allah, sizden iman eden ve salihatı yapanlara, tıpkı kendilerinden öncekileri hükümran (estahlef) kıldığı gibi, kendilerini de yeryüzünde hükümran kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini mutlaka sağlamlaştıracağını ve endişelerinden sonra onları mutlaka güvene kavuşturacağını vaat etti… (Nur, 24/55)

6- Âl-i İmran, 3/7; Nisa, 4/162.

7- “… Blimiyorsanız, zikir ehline sorun.” (Nahl, 16/43; ayrıca (Enbiya, 21/7 ya da Zümer, 39/9)

8- Hamza Türkmen, Şûrâ ve Şûrâ Yönetimi, Ekin Yayınları, İstanbul, 2021, s. 138-140.

9- Muhammed Abduh& M. Reşid Rıza, Menâr Tefsiri, çev. Heyet (Mehmet Erdoğan, Ali Rıza Temel, Niyazi Beki, Nusret Bolelli, İbrahim Tüfekçi, Rahmi Yaran, Harun Ünal, Oktay Altın) Ekin Yay., İstanbul, 2011, C. V, s. 261.

10- Abduh& Rıza, a.g.e., C. V, s. 261

11- İtikadi boyutuyla (Âl-i İmran, 3/154); hukuki-yasal boyutuyla (Maide, 5/50); yaşama tarzı itibariyle (Ahzab, 33/33); taklid/ammilik ve taassup/asabiye boyutuyla (Fetih, 48/26)

12- Ebu’l Â’lâ Mevdûdî, İslam’da Hükümet, çev. Ali Genceli, Hilal Yayınları, Ankara, 1971, s. 31

13- AhmedRaysuni, Şûra - Sübjektifliğin ve Bencilliğin Tiranlığından Kurtulmak, çev. Selim Sezer, Mahya Yayınları, İstanbul, 2014.

14- Raşid Gannuşi, İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler, çev. Osman Tunç, Mana Yayınları, İstanbul, t.y

15- Türkmen, a.g.e., Ekin Yayınları, İstanbul, 2021.

16- Buhari, Eymân, 18; Nesei, Biat, 34

17- Türkmen, a.g.e., s.138-139

18- Ahmet Hadi Adanalı, “İslam ve Demokrasi”, İslam’a Giriş, DİB Yayınları, Ankara, 2008, s. 626.

19- Müntehine, 60/8-9

20- Raşid Gannuşi, Laiklik ve Sivil Toplum, Mana Yayınları, İstanbul, 2015

21- Gannuşi, Kamusal Özgürlükler, s. 14-18

22- Şankıti, İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz, Mana Yayınları, İstanbul, 2020, s.499

23- Şankıti, a.g.e., s. 524

24- Raysuni, a.g.e., s. 200

25- Adanalı, a.g.e., s. 629

26- “Kıyamet günü adalet terazilerini (mevazine’l-kıst) kurarız.” (Enbiya, 21/47)

27- Hüseyin Elmalı, “el-Muarreb”, TDV Ansiklopedisi, İstanbul, 2005, C. XXX, s. 327

28-İbn Hacer el-Askalani, Fetĥu’l-bârîbi-şerĥiŚaĥîĥi’l-Buhârî, (çev. Harun Ünal), XV/521, (el-Mecma‘u’l-mü‘essesli’l-mu’cemi’l-müfehres, Beyrut 1415/1994.)

29- Celaleddin Abdurrahman es-Suyûti, el-İtkan fî ulûmi’l-Kur’an / Kur’an İlimleri Ansiklopedisi, çev: Sakıp Yıldız & Hüseyin Avni Çelik, Hikmet Neşriyat, İstanbul, 1987, C. I, s. 368-376.

30- Buruc, 85/22; Zümer, 39/28; Hicr, 15/9; Meryem, 19/97; Ala, 87/6; Kıyame, 75/17; Rum, 30/53

31- Neml, 27/29-32

32- Alâk, 96/17

33- Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İrfan Yayınları, İstanbul, 1966, C. I, s. 112-124.

34- Harun Han Şirvani, İslam’da Siyasi Düşünce ve İdare, İrfan Yay., Ankara, 1965, s. 25.

35- Şura, 42/38

36- Şura, 42/39

37- İzzet Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Ekin Yayınları, İstanbul, 1998, C. III, s. 349.

38- Sadreddin Gümüş, “et-Ta’rifât”, TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara, 2011, C. XX.

39- Osman Tekin, Kur’an’da Şura Kavramı, Gündönümü Yayınları, İstanbul, 2012, s. 24-24

40- Tevfik eş-Şavi, Fıkhu’l-Şûra ve’l-İstişare, (Özel olarak çev.: Harun Ünal), Darü’l-Risaletü’l-Alemiyye, Beyrut, 2005, s. 102-116

41- eş-Şavi, a.g.e., s. 102-116

42- Âl-i İmran, 3/159

43- Âl-i İmran, 3/81

44- Ala, 87/6

45- “Allah’ın Helal kıldığı şeyi nasıl kendine haram kılarsın” (Tahrim, 66/1)

46- “…Allah'ın resulünde pek güzel örnekler vardır. (usvetunhasenetun)” (Ahzab, 33/21)

47- A’raf, 7/181

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum