
Umut arayışıyla Gazze'den İngiltere'ye geldim. Bunun yerine sessizlik ve suç ortaklığını gördüm
Gazze'de İsrail'in kuşatması ve bombardımanı altında geçen bir ömürden sonra, Saher Safi kendine ait bir hayat kurdu. İsrail'in zulmünü bekliyordu, ama İngiltere'nin kayıtsızlığını beklemiyordu.
Saher Safi’nin The New Arab’da yayınlanan yazısını Barış Hoyraz, Haksöz Haber için tercüme etti.
1987'de Birinci İntifada başladığında on yaşına yeni girmiştim. İsrail ordusu, özgürlük talep etmek için ayaklanan Filistinlilere sert tepki gösterdi, binlerce kişiyi tutukladı, çocukların kemiklerini kırdı ve silahsız göstericileri öldürdü. Bugün gerçeklik, çocukken hayal edebileceğimden çok daha kötü.
O yıllar, ailemin Nekbe'den beri yaşadığı Gazze Şeridi'nin merkezindeki Bureyc Mülteci Kampı'nda geçti. Biz, 1948'de Siyonist milisler tarafından tahliye edilip yıkılan Kastina köyünden geliyoruz. O zamandan beri Bureyc'e hapsolmuş durumdayız. İsrail eve gitmemizi engelliyor.
Çocukluğumda, beş kardeşimle bir odayı paylaşıyordum. Yerde yan yana dizilmiş şiltelerde yatıyorduk. El Bureyc'in 3. bloğunda bulunan evin toplamda üç odası vardı. Ev aslen babamın annesine aitti ve babam onu biraz modernize etmişti. Başlangıçta sadece iki oda vardı: bir misafir odası ve annemle babamın benimle, ablamla ve küçük erkek kardeşimle paylaştığı bir yatak odası.
O yatak odasında küçük bir siyah-beyaz televizyon vardı. Yağmur asbest çatıya çarptığında, ses o kadar yüksekti ki televizyonu zar zor duyabiliyordunuz. Kanalı elle değiştirmek gerekiyordu ve beş ya da altı yaşında bir çocuk olarak, babam benden bunu yapmamı istediğinde, bir dondurma ya da bisküvi fiyatına denk gelen alfeen lira (bugün beş peniden az olan iki bin lira) isterdim. O da kabul ederdi: Hava soğuk ve yağmurlu olduğunda, battaniyenin altından kalkıp kanalı değiştirmem için bana alfeen lira verirdi.
Oturma odası ve yatak odasının ötesinde, küçük bir mutfak, banyo ve tuvalet vardı. Bu odalar hava şartlarına maruz kalıyordu ve geceleri kullanmak zordu. Acil durumlar için odamızın köşesinde bir kova bulunduruyorduk. Bu alanın üzerinde asbest içermeyen küçük bir beton çatı vardı. O çatı özgürlüğü temsil ediyordu. Güneşte okumak ve ders çalışmak için merdivenden bir yatak çekerdik. Babam, kenardan düşmememiz için bir istinat duvarı bile inşa etmişti.
O alan, sokağa çıkma yasağı sırasında dışarıyı izleyebileceğimiz yerdi. Görülmeden görebilmek için bloklara farklı yönlerde delikler açtık. Bu bize güç hissettiriyordu.
İsrail ordusu ile taş atan Filistinli gençler arasında çatışmalar sırasında her şeyi izliyor ve askerler evimizin arkasından geliyorsa arkadaşları uyarıyorduk. “Hey!” diye bağırırdık. “Bu taraftan geliyorlar. Koşun!” Orası hayatımızın temelini oluşturan bir yerdi. Askerlerden saklanarak mahalleyi izlerken sokağa çıkma yasağına karşı geldiğimizi hissediyorduk.
Evimizin önünde, belki yirmi metreye yirmi metre büyüklüğünde küçük bir meydan vardı. O meydan, çamurlu kahverengi toprağıyla, hayatımın geçtiği yerdi. Futbol oynardık, misket oynardık, her türlü oyunu oynardık. Aşırı kalabalık bir mülteci kampında, o birkaç metrelik açık alan paha biçilemezdi. Kamp, son saldırıların, soykırımın başlamasından bu yana Gazze'deki tüm nüfus merkezleri gibi yıkıldı.
Ailemin hala yaşadığı ev ciddi şekilde hasar gördü. Benim büyüdüğüm ev yıkıldı. Çocukluğumun geçtiği ortam yok oldu. Geri dönmeyi başarsam bile, eskisi gibi olmayacak. Gazze savaşında İsrail ordusu tarafından öldürülen arkadaşlarımı, ailemi, komşularımı ve öğretmenlerimi kaybettim.
Ergenlik çağına geldiğimde, sözde misafir odasında yatmaya başladım. O odayı ders çalışmak ve müzik dinlemek için de kullanıyordum. Oda ön avluya bakıyordu, bu sayede görünüşte unutulmuş dünyamızın gelip gidenlerini izleyebiliyordum. O odayı özlemle anıyorum. Bilincimin en güçlü şekilde geliştiği yer orasıydı. O odada çalışma ahlakımı ve tutkularımı geliştirdim, sanatsal yönümü besledim. Ayrıca gezme arzumun da orada keşfettiğim yerdi. Bir gün Gazze'den ayrılacağımı biliyordum, dünyayla ilgili bildiğimizi sandığımız her şeyi yeniden tanımlayan bu küçük yerden, ama bunun nasıl olacağını hiç bilmiyordum.
Bu yolculuk, ben henüz bir gençken başladı. On yedi yaşındayken, Batı Şeria'daki Birzeit Üniversitesi'ne gittim, ancak oraya girme iznim yoktu. Kendi ülkemin diğer tarafında olmama rağmen, İsrail işgal güçleri tarafından “yasadışı” bir öğrenci olarak görülüyordu. Sürekli yakalanıp sınır dışı edileceğimden endişe duyuyordum. Kontrol noktalarından geçmek son derece stresliydi, ancak durumumun Filistin'i görmemi engellemesine izin vermedim. Yaratıcı planlamalarla El-Halil (Hebron), El-Kudüs (Kudüs), Beytüllahim ve diğer birçok şehir ve köyü ziyaret ettim. Kimse beni atalarımın topraklarını keşfetmekten alıkoyamazdı.
İşgal, Filistin dışındaki dünyayı görmemi engelledi, ama yine de onu keşfetmenin yollarını buldum. Birzeit'te birçok uluslararası öğrenci ve öğretim görevlisiyle tanıştım ve gece boyu süren uzun sohbetler sayesinde, ziyaret edemediğim uzak ve yakın ülkeleri öğrendim.
Şimdi, yıllar sonra, Londra'da küçük bir kiralık dairede yaşıyorum. Buraya gelmek için tutuklamalar, sınır dışı edilmeler ve yoksullukla mücadele ettim. Şans ve kararlılığımın birleşimi sayesinde Cambridge Üniversitesi'nde okumak için burs kazandım ve şimdi çok uluslu bir şirkette mühendis olarak çalışıyorum. Bu hayatın farklı, daha iyi bir hayat olması gerekiyordu, ama ben hala Gazze'deki Bureyc Kampı'ndan gelen çocuğum — özellikle de kampın nüfusu büyük ölçüde azaldığı için.
Annem ve dört kardeşim (ve onların birçok çocuğu) Gazze'de mahsur kalmış, açlıktan iskelete dönmüş durumda. Onların ne kadar acı çektiğini ve hayatlarını kaybetme tehlikesinin ne kadar gerçek olduğunu bilerek, Londra'daki günlerimin ayrıntılarıyla başa çıkmak için sürekli mücadele ediyorum. Aylardır ilk kez video görüşmesinde annemi gördüğümde, yüzü gergin ve solgundu, gözleri gri ve yorgundu. Açlığı belliydi. Mısır'ı ziyaret edeceğimi söylediğimde, onun adına güzel yemekler yememi söyledi.
Yedi tavuğundan sadece biri hayatta kalmış. Bu tavuk her gün bir yumurta yumurtluyor. Annem ve kardeşlerim bu yumurtayı sırayla paylaşıyorlar. Dört ailenin paylaştığı bu tek yumurta, onların ana protein kaynağı.
İngiltere'ye geldiğimde çok çalıştım ve vicdanlı davrandım. Yasalara uydum. İngiliz toplumunun mümkün olduğunca birçok yönünü keşfettim. Bazılarının iyi bir göçmen olarak tanımlayacağı bir insandım. Bir anlamda, Batı değerleri olarak algıladığım şeylere uyum sağladım. Bir dünya vatandaşı ve yeni ülkemin anlamlı bir parçası olmak istiyordum.
Batı'nın sadece Hıristiyanları ve Avrupalıları önemsediği ya da Müslüman göçmenlerin hayatta kalmak için kendilerini izole etmeleri gerektiği fikrini reddettim. İngiliz halkına İsrail işgalinin dehşetini anlatmak istiyordum, ama çatışma yerine dostluk ve diyalog yoluyla. Ayrıca uluslararası hukuk sisteminin vaatlerini yerine getirebileceğine inanıyordum.
Filistin'de büyürken geliştirdiğim bir tutum olan iyi insanların iradesine inanıyordum. Düşüncem basitti: Filistinliler cömert ve iyi kalplidir, öyleyse neden diğer topluluklar için de böyle olmasın?
Çoğu Filistinlinin genç yaşta öğrendiği şok edici şeylerden biri, işgalcinin merhamet yoksunu olduğu ve ortak insanlık duygularına başvurarak ikna edilemeyeceğidir. Yine de, iki dünya savaşının zulmünü yaşamış ve gençlerinin ceset torbalarına konduğunu görmek ne demek olduğunu bilen İngiliz halkına güveniyordum.
Gazze'deki soykırım daha korkutucu bir gerçeği ortaya çıkardı: demokrasi ve insan haklarıyla övünen insanlar, soykırım yaşanırken genellikle sessiz kalıyor ya da aktif olarak destekliyorlar. Neredeyse iki yıldır bu olayları izliyorum. Mevcut soykırımın akıl almaz vahşeti ve destekçilerinin ahlaksızlığı, beynimi yeniden programlamış gibi hissediyorum.
Sesini yükselten ve protesto eden iyi insanların, haber kanallarında ve sosyal medyada yayınlanan zulmü engelleyememesi beni korkutuyor.
Halkın iradesi bu kadar açıkça görmezden geliniyorsa, hakkında bu kadar çok şey duyduğumuz demokrasi nerede? Ama asıl sorumun cevabı imkânsız gibi görünüyor: Uluslararası hukuku geliştiren ve sözde uygulayan, “bir daha asla” diye yemin eden, kendilerini Küresel Güney'in vahşilerinden üstün gören aynı Batı ülkeleri, neden yüz binlerce insanın öldürülmesine izin veriyor, hatta çoğu durumda bunu destekliyor? On binlerce Filistinli çocuk, dünyadaki son anlarında bu sorunun bir versiyonunu sordu.
Batı ülkeleri övündüğü bu gelişme, aynı ülkeler tarafından en az 65.300 kişinin öldürülmesine izin verilmesi ve desteklenmesi karşısında bir yalan gibi geliyor. İfade özgürlüğünden söz ediliyor, ancak hükümetler soykırıma karşı çıkmayı suç sayıyor.
İsrail'den yatırımlarını çekmek isteyen kurumların tümünün fonları kesiliyor, doğrudan eylemler terör olarak değerlendiriliyor ve insanlara ne giyip ne giyemeyecekleri söyleniyor. İnsan haklarının Filistin sınırlarında ortadan kalktığı doğru olabilir mi?
Ailemi ve Bureyc'de büyüyen, İsrail askeri işgali altında mülteci olarak doğan on yaşındaki çocuğa ne söyleyeceğimi düşünüyorum. UNRWA okullarına gitmek zorunda kalan, sürekli olarak mülksüzleştirildiğini hatırlatan çocuk. Babasının cenazesine gitmesi engellenen çocuk. Geriye dönüp baktığımda, İsrail işgalinin eğitimime, hareketlerime, konuşmalarıma, ilişkilerime, sabah ve akşam soluduğum havaya ne kadar müdahale ettiğini anlıyorum.
Bu zorlu yaşam sadece bir ön izlemeydi. Filistinliler şu anda en kötü kâbuslarımızın ötesinde acı çekiyorlar ve dünyanın İsrail'in ölüm makinesine ne kadar geniş bir hareket alanı tanıdığını görmek korkutucu.
İşgalcilerin bize hakaret ettiği, bizi dövdüğü, bize ateş ettiği, topraklarımızı aldığı bir ortamda büyüdüm — ama şimdi daha da ileri gidip bizi tamamen yok etmeye kararlı görünüyorlar.
Her şeye rağmen, insanların iyi niyetinin galip geleceğine dair bir umut ışığı besliyorum. İsrail bize ne yaparsa yapsın, temel iyiliğimizi, yaratıcılığımızı, toprağımıza olan sevgimizi söndüremez. Neşemiz, özgürlük ve adalet özlemimiz sarsılmaz.
Hâlâ Bureyc'de yaşayan en küçük kardeşim geçenlerde bana şöyle dedi: "Sıradan günleri özlüyorum: sabah kahvesinin kokusunu, pazarın karmaşasını, hatta şikâyet ettiğimiz elektrik kesintilerini bile. Savaş sadece canları almıyor; zamanı, anıları ve bir zamanlar doğal kabul ettiğimiz normalliği de çalıyor. Ama umut hala var."
Onun umudunu paylaşıyorum. Asla pes etmeyeceğim.
*Saher Safi, Gazze'den bir Filistinli, sürdürülebilirlik ve döngüsel ekonomi konusunda uzman, şu anda Londra'da yaşıyor.











HABERE YORUM KAT