1. YAZARLAR

  2. Kılıç Buğra Kanat

  3. Türk-İsrail İlişkilerinde 96'dan bugüne değişenler
Kılıç Buğra Kanat

Kılıç Buğra Kanat

Yazarın Tüm Yazıları >

Türk-İsrail İlişkilerinde 96'dan bugüne değişenler

04 Ekim 2011 Salı 00:18A+A-

Türk-İsrail ilişkilerinin geleceği hakkında özellikle Palmer raporunun açıklanması sonrasında öne çıkan "İkili ilişkilerde yaşanan krizin çözülmesi için hükümetlerden en az birinin değişmesi lazım" tezi meseleyi yapısal unsurundan ve bağlamından koparıp sadece iki liderin şahsî meselesi gibi anlamak sonucunu ortaya çıkarıyor.

Bu ve benzeri tezlerin ihmal ettiği önemli unsurlar arasında Ankara'nın ve Ortadoğu'nun son 15 yılda yaşadığı dönüşüm bulunuyor.

1996 yılı Türk- İsrail ilişkilerinin zirve yaptığı yıllardan biriydi. Birbiri ardına imzalanan askerî ve stratejik anlaşmalar gözlemciler tarafından Ortadoğu'da yeni bir bölgesel güç dengesinin oluşmaya başlaması olarak yorumlanmıştı. Buna göre bölgedeki iki demokratik ve Batı yanlısı devlet Ortadoğu'daki Batı karşıtı ve her türlü aşırılıklara kaynak olabilecek otokratik devletlere karşı yeni bir pakt oluşturmaktaydı. Oluşan bu birliktelik İsrail'e özellikle Irak'ın Körfez Savaşı sırasında yolladığı SCUD füzeleri sonrası fazlasıyla ihtiyaç duymaya başladığı stratejik derinliği ve İsrail devletinin kuruluşundan bu yana eksikliğini hissettiği meşruiyeti kazandıracaktı. Türkiye ise bu ortaklık ile artan PKK terörüne kaynaklık ettiğini düşündüğü Suriye'yi köşeye sıkıştırmayı hedefliyor ve aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası içine düştüğü güvenlik bunalımından İsrail'den alacağı silahlar ve Amerika'daki İsrail lobisi sayesinde kurtulmayı planlıyordu.

Ankara'da o yıllarda ilişkilerdeki yakınlaşmayı mümkün kılan şartlar arasında stratejik ve güvenlik kaygılarından başka iç politika dinamikleri de önemli rol oynamıştı. 1995'te seçimleri Refah Partisi kazanmış ve Erbakan başbakan olmuştu. Ancak o yıllarda Ankara'da güvenlik politikaları meselesinde iktidarın söz sahibi olması kimsenin aklından bile geçmiyordu. Ulusal güvenlik ve dış politika askerî ve sivil bürokrasi tarafından şekillendiriliyor, dışişleri bakanları ve yer yer başbakanlar Milli Güvenlik Kurulu'nda alınan kararların birer uygulayıcısı olmaktan öteye gidemiyorlardı. Keza 1996 yılında yapılan anlaşmaların altında Türk tarafını temsilen Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'in imzası mevcuttu. Bu anlaşmalar Meclis Dış İlişkiler Komisyonu'nda da görüşülüp değerlendirilmemişti. Türkiye kamuoyu ikili ilişkilerdeki gelişmeleri çoğunlukla sızdırılan belgelerden takip edebiliyor ve yapılan anlaşmaların içeriği ve kapsamından bîhaber kalıyordu. 1995 seçimlerini müteakiben İsrail ile Türkiye arasındaki "özel ilişkiler" bu süreci yönlendirenler için daha farklı anlamlar da kazandı. İsrail, Türkiye'nin Batı'ya dönük yüzünün bir sembolü olarak görülmeye ve ilişkilere kimliksel bir mana atfedilmeye başlanmıştı. İlişkilerin mevcut düzeyinin artırılarak devam ettirilmesi Türkiye'de laik rejimin muhafazası için olmazsa olmaz bir durum olarak yansıtılmıştı. Özellikle yükselişte olan Refah Partisi'nin İsrail ile ilişkiler konusunda yönelttiği eleştiriler sürecin mimarları tarafından dış politik eleştiri olmanın ötesinde aynı zamanda laik düzene karşı da bir saldırı olarak kabul görmüştü. 28 Şubat sürecindeki çarpık sivil-asker ilişkileri bünyesinde İsrail ile ilişkiler neredeyse devletin temel nitelikleri arasında varsayılıyor ve birbiri ardına imzalanan anlaşmalar sivil iktidara karşı kazanılan zaferler olarak addediliyordu.

Anlaşmaların imzalanmasından bir sene sonra 28 Şubat'ta bir post-modern darbe ile hükümeti düşürme süreci başlıyordu. O günlerde medya mensupları ve hukukçuların ayakta alkışladığı askerî brifingler veriliyor, tüm gazeteler irtica tehlikesine dikkat çekiyor, MGK'nın isteği doğrultusunda fazla demokratik bulunan yasalar özgürlükleri kısıtlayacak şekilde değiştiriliyordu. Sürecin birkaç sonucu arasında Anayasa Mahkemesi'nin Refah Partisi'ni kapatması, lider kadrosunun siyasî yasaklara maruz kalması ve Erdoğan'ın hapse atılması yer alıyordu.

Aradan 15 sene geçti. Ankara'da 1996'da siyaset yapan siyasî liderler ve kadroların birçoğu 2000'li yıllarda seçmen tarafından siyaseten emekli edildi. Onların yerine 1998'de hapse atılan Erdoğan başbakanlık koltuğunda oturuyor. Yapılan referandumla Anayasa'da ciddi hukukî değişiklikler yapıldı. Kürt meselesi artık üzerinde siyasî çözüm önerilerinin konuşulduğu, tartışıldığı bir mesele. En önemlisi o dönem sivil hükümete ayar vermek görevi üstlenen MGK'nın yapısı bugün çok farklı. Sivil-asker ilişkileri açısından normalleşme sürecine girmiş bir Türkiye var. Türk halkı, darbe planlarını savcıların yaptığı soruşturmalardan öğrenirken, darbe yapmayı planlayan birçok subay da şimdi cezaevinde. Bu 15 senede Ankara'da artık dış politika daha çok siviller tarafından planlanıp uygulanıyor. Dört tarafı denizler ve düşmanlarla çevrili ülke fikri terk edildi. Avrupa Birliği (AB) yerine İran ve Rusya ile işbirliği yapmalıyız düşüncesi yerine hem AB ile hem de Rusya ve İran ile ilişkileri geliştirmeyi hedefleyen çok yönlü bir dış politika anlayışı canlandırılmaya çalışılıyor. 15 sene önce neredeyse patronaj ilişkisi özellikleri taşıyan Türk-Amerikan ilişkileri artık adına "model ortaklık" denen yeni bir yapı kazanıyor. Toplum ve kamuoyu dış politika konularına duyarlı ve gerektiğinde değişik yollarla fikrini beyan etmekten ve bilgilendirilmek istemekten çekinmiyor. Türkiye'de sınırlarının ötesine çıkmaya çekinen bir toplumun yerini dünyanın her yerine dağılıp oralarda faaliyet gösteren bir Türk sivil toplumu alıyor. Her ne kadar özellikle Arap Baharı sonrasında güvenlik ve özgürlük dengesini oluşturma konusunda zorlu günler yaşansa da yavaş yavaş farklı durumlara ve ülkelerdeki değişen iç dinamiklere göre kendini adapte etmeye çalışan bir dış politika arayışı var.

BÖLGEDEKİ YENİ DENKLEMLER

15 seneden bu yana Ortadoğu'da da önemli gelişmeler meydana geldi. İsrail ile Türkiye arasındaki yakınlaşmanın önemli saiklerinden biri olan Türkiye'nin bölgesel tehdit algılaması büyük bir dönüşüm geçirdi. Abdullah Öcalan krizi sonrası değişmeye başlayan Suriye- Türkiye ilişkileri 2000'li yıllarda büyük ilerlemeler kaydetti. 15 sene önce öncelikli tehdit olarak kabul edilen Suriye, Arap Baharı'na kadar Türkiye'nin en önemli dostlarından biriydi. Esad rejiminin göstericilere karşı orantısız güç kullanmaya başlaması sonrasında ilişkiler yeniden bozulmaya başlamış olsa da Suriye artık Türkiye için tehdit teşkil eden devletler arasında yer almıyor. Bunun yanında Saddam Hüseyin rejiminin yıkılması sonrasında Türkiye'nin Irak ile olan ilişkileri de farklı bir hal aldı. Artık Irak, Türkiye'nin en önemli ekonomik partnerleri arasında yer alıyor.

Bölgede değişen sadece Türkiye'nin komşularıyla ilişkileri değil. 2010 yılının Aralık ayında başlayan Arap Baharı yeni bir Ortadoğu'nun oluşmaya başladığının en önemli göstergesi. İkinci intifada ve 2006 ve 2007 yıllarında bölgede yaşanan halk hareketlerinin heyecanlandırdığı kitleler Arap Baharı ile rejimlerine karşı topyekûn bir mücadeleyi başlattılar. 15 sene önce sadece hayali kurulabilen demokratikleşme dalgası 15 sene önce lider olan Mübarek, Kaddafi ve Bin Ali'yi koltuğundan etti. Halk hareketleri ve gençlerin örgütleri 15 sene önce olduğundan çok daha organize ve korkusuzca rejimlerine karşı mücadele ediyor. Bunun yanında 15 sene önce bölgenin ağır toplarından olan Saddam Hüseyin'in rejimi ve kendisi de ortadan kaldırıldı. 15 sene önce bölgedeki diğer önemli aktörler arasında yer alan Hafız Esad ve Kral Hüseyin de vefat etti.

Türkiye ve Ortadoğu'da 15 seneden bu yana yaşanan bu değişimler 15 sene önce kurulan Türkiye ve İsrail ilişkilerinin doğasında da farklılıkları beraberinde getirdi. 15 sene önce kurulan Türk ordusu ve İsrail devleti ilişkilerinin sivilleşen ve demokratikleşmeye çalışan Türkiye'de aynı kanallardan devam etmesinin neredeyse imkânsız olduğunu öncelikle 15 sene önce de başbakan olan Netanyahu'nun hükümetinin anlaması gerekiyor. Halkın içine sinmeyecek bir dış politika çizgisinin demokratik ülkelerde uygulanmasının zorluğu göz önünde bulundurularak kalıcı barış için gerekli adımlar atılmadan kamuoyu nezdinde muteber bir yer bulunamayacağı da hatırda tutulması gereken unsurlar arasında yer alıyor. Ayrıca Arap Baharı'nın başlaması ve yayılmasının bölgedeki yansımaları göz önüne alındığında Ankara ve Tel Aviv'in Yeni Ortadoğu'da güvenlik ve özgürlük dengesinde alacakları pozisyon da ayrı bir önem kazanıyor. Bu süreçte eski pozisyonlar ve bölgesel perspektifler değişmeden sadece aktörlerin değişiminden medet ummak ve arabuluculara bel bağlamak da beyhude çabalar olarak kalmaya mecbur görünüyor.

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT