Orhan Miroğlu

Orhan Miroğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Teminat

03 Ocak 2011 Pazartesi 15:50A+A-

Yüzyıl boyunca yaşanmış isyanlardan, katliamlardan ve ihanetlerden sonra, nihayet “zafere yakın” olduğunu hissetmeye dair ulusal bir psikolojinin her şeyi belirlediği ve hâkim olduğu bir coğrafyada, bu pankart altında yürümenin sıradan ve olağan bir şey olduğunu düşünmemek gerekir.

O coğrafyada faaliyet gösteren hiçbir sivil toplum örgütü aktivisti veya kanaat önderi “Amed Halk İnisiyatifi” imzalı bir pankartta adının “işbirlikçi” olarak geçmesini istemez, istemediği için de susar.

“İşbirlikçilik”, insanın bir anda ulusal hain olarak damgalanmasına yol açar çünkü.

Bu pankartı, çoğumuz, olsa olsa, PKK’nin, onun gibi düşünmeyenleri susturmak için başvurduğu yöntemlerden biri, kitlesel mitinglerde taşınması olağan bir pankart diye düşünecektir.

Ama burada ifade edilen sözlerin, PKK’nin yürüttüğü mücadeleye herşeyini vermiş ve şimdi bu mücadelenin karşılığını görmek isteyen geniş halk kesimleri arasında bir tek anlamı vardır:

Zafere bu kadar yakınlaşmışken ve Demokratik Özerk Kürdistan kuruluyorken, Emin Aktar ve Galip Ensarioğlu gibi insanlar bunu engelliyor!

Yani siyasi muhaliflere karşı bir protesto, bir uyarı olmaktan öte, zafere yakın olduğunu düşünen, öyle düşünmesi istenen bir toplumda, “işbirlikçilik yaparak ulusal suç” işleyenlere karşı alınması gereken tutumu hatırlatan bir pankart bu.

Kişilik katli dediğim şey budur.

Kişilik katline uğramamak için Kürt aydınları ya susmayı, ya da sureti haktan görünmeyi tercih ettiler.

Bana kalırsa PKK bir zamanlar “ikinci İsrail” gibi gördüğü Federal Kürdistan Bölgesi’nden ve buradaki işleyişten çok etkileniyor. Görünürde olmak istemediği ve karşı çıktığı bir modeli, şartlar ne olursa olsun, Türkiye Kürdistanı’nda da uygulamak istiyor.

Oysa, Türkiye Kürdistanı’ndaki şartlar bugün Kürtlerin federal bir statülerinin olduğu Güney Kürdistan’daki şartlardan çok farklıdır.

Ne Erbil’de ne Süleymaniye’de herhangi bir Arap partisinin siyasi olarak bir varlığı söz konusu, tarih boyunca da olmadı. Araplar bu bölgede, siyasetleriyle değil, işgal ordularıyla hüküm sürdüler.

Türkiye’de ise bambaşka şartlar var. Türk siyasi partileri, Kürdistan’daki siyasi hayatı da belirleyen partiler oldular. Bu PKK’den önce de böyleydi, sonra da böyle kaldı.

PKK’nin arzu ettiği belki bu değildi, ama arzular ve siyasi hakikatler birbirinden çok farklıdır.

Güney Kürdistan’da Kürtlerin iki partisi, siyasi hayatı ve geleceği belirliyor.

Hiçbir Arap partisinin bu konuda ne bir hakkı bulunuyor ne bir rolü.

Ama Türkiye’de kimse Kürtlerin kurduğu üç parti arasında “ulusal bir ittifakı” filan konuşmuyor. Böyle bir şeyin kanaatimce toplumda ciddi bir siyasi karşılığı da yok.

Bunun yerine BDP-CHP ittifakı, veya BDP-Sol Blok ittifakı konuşuluyor.

Bunlar herkesin bildiği gerçekler.

Şuraya gelmek istiyorum: Diyelim ki kuruldu, Demokratik Özerk Kürdistan’da, siyasi olarak PKK’yi değil, AK Parti’yi ve başka partileri savunan insanların payına düşecek olan nedir?

Madem geleceğimizi karşılıklı güven ve siyasi teminatlar üzerinden kuracağız, açıkça sormaya hakkımız olmalıdır:

Türkiye’nin ve özel olarak da Kürtlerin demokratik teamülleri, şiddet önermeyen her türlü düşünce özgürlüğünü savunma kabiliyetleri; bu pankartta ifadesini bulan totaliter düşünce biçiminin bir toplumun aydınlarına karşı giderek olağan hale gelebilecek sıradan bir şiddet tasarrufuna dönüşmesini, dahası Kürt toplumunun bunca mücadeleden ve ağır bedellerden sonra, “kendi karşıtına dönüşen” bir toplum haline gelmesini durdurmaya yetecek mi, benim açımdan yeni yılın temel sorunu ve sorusu budur.

Bu soruyu ve sorunu Öcalan’ın da düşünmesini çok isterim. Birkaç kelimeyle geçiştirilecek bir mesele değil bu. PKK Kürtlerin hayatında olacak ve olmaya devam edecek, bunu biliyoruz, ama başka siyasi partiler, farklı düşünen aydınlar da olacak.

DTK çalıştayında, taslak hakkında yürütülen tartışmaların bu bakımdan doğru yapıldığı kanısında değilim. DTK’nin sözcüleri taslaklarının içeriğini savunmaktan ziyade, böyle bir konuyu tartışmaya hakkımız var noktasından yaklaştılar meseleye.

İçeriği şu olur bu olur, ama elbette PKK gibi bir hareketin ‘çözüm için teklif ettiğim model bu” dediği bir metni tartışmak gerekiyor. Ortada BDP’nin önerdiği demokratik özerklik modeline ilişkin bir metin olmasına rağmen, bunu da tartışmak gerekiyor.

Ama beni bu metinlerin şu bu hali değil, BDP ve PKK arasındaki siyasi ilişiklerin dönüşüp dönüşemeyeceği konusu daha fazla ilgilendiriyor.

Acaba PKK, BDP’nin önerdiği siyasi modele neden sıcak bakmıyor da, kendi modelini tartışma gündemine sokuyor?

BDP bugün DTK’ye nazaran Türkiye kamuoyunda daha anlaşılır, TBMM’de temsil ediliyor olması nedeniyle de, daha meşru bir zeminde durmuyor mu?

Bu meşru zeminde siyaset yapmak varken, Kürt siyaseti acaba aynı konuda (DÖ) neden kamuoyunun karşısına iki farklı anlayışla çıkmayı tercih ediyor?

İrlanda barış sürecinde, eğer SINFEIN farklı, IRA farklı çözüm önerileriyle kamuoyu karşısına çıksaydı, acaba barış sağlanabilir miydi?

Kaldı ki, Türkiye kamuoyu henüz PKK gerçeğiyle yüzleşmedi.

Kamuoyunun Kürt meselesi hakkında sahip olduğu kanaatler legal Kürt siyaseti üzerinden oluşmuş kanaatlerden ibarettir.

Bu kanaatin çözüme hizmet eden ve Kürtlerin demokratik taleplerini olumlayan bir noktaya ulaşması için, legal Kürt siyasetinin özerk bir yapıya kavuşması çok önemlidir.

Bu özerkliğin somut, anlaşılabilir garantisini görmeden, Türk halkına ve başta AK Parti’yi destekleyenler olmak üzere, Kürtlerin geri kalanlarına herhangi bir siyasi özerkliği anlatmak ve rızalarını almak mümkün olmaz.

Kürtleri ve Türkiye’yi rahatlatacak güzergâha giden yol, BDP ve PKK arasında özerk bir işleyişin ufukta belirdiğini, bu anlamda Kürt hareketinin gündemine kendi değişimini aldığını ve bunu samimiyetle tartıştığını görmekten geçiyor..

Otuz yıl sürmüş kanlı bir savaştan sonra, muhtemel siyasi teklifleri, ne kadar değerli olurlarsa olsun, tartışmaya başlamadan önce, teklifleri müzakere etmeye yetecek ve muhatabınızın size güvenmesini sağlayacak siyasi teminatınızı göstermeniz gerekir..

Türkiye’de askerî vesayeti sona erdirecek adımlar atmak, bence Kürt halkına verilebilecek en büyük teminattı. Şu kadarını hatırlatmaya izin verin. Kürt sorunu ordunun egemenlik alanı olarak varlığını sürdürüyor olsaydı, Diyarbakır’da o çalıştayı yapmak mümkün olmazdı.

Aynı şekilde, Kürt siyasetiyle alakalı her aktörün anlaması gerekir ki, bu küresel çağda, tarihe geç kalmış bir milliyetçilik ve homojenleştirici bir modernite arasında seçim yapmak durumunda değil Kürtler.

Milliyetçilik ve homojenleştirici modernitenin açtığı yoldan yürüyerek varacağınız yer, Edward Sait’in tanımladığı “kendi ulusal hapishanenizden” başka bir yer değil:

“Bizi bildik toprakların güvenliğine kapatan sınır ve bariyerler aynı zamanda birer hapishane olabilir” diye uyarmıştı E. Said..

Bu hapishaneye giden yolda bugün Emin Aktar’ı ve Galip Ensarioğlu’nu işbirlikçi ilan ederseniz, sıra yarın da, “şiddetin sınırsız tasarrufuna” gelir..

[email protected]

TARAF

YAZIYA YORUM KAT