1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. ‘Tek başına yaşanan bir İslam, tam bir İslam değildir’
‘Tek başına yaşanan bir İslam, tam bir İslam değildir’

‘Tek başına yaşanan bir İslam, tam bir İslam değildir’

“İyi bir mümin hem dünya hem ahiret mutluluğuna ermek istediği gibi, diğer insanların da böyle olmasını ister. İslam bize bunu öğretir… Tek başına yaşanan bir İslam, tam bir İslam değildir.”

25 Temmuz 2021 Pazar 12:14A+A-

Yazısında marufu emir ve münkerden nehy sorumluluğunu göz ardı ederek bireyselleşme ve yabancılaşma sorunlarına dikkati çeken Faruk Beşer, “İyi bir mümin hem dünya hem ahiret mutluluğuna ermek istediği gibi, diğer insanların da böyle olmasını ister. İslam bize bunu öğretir; kendisi için istediğini kardeşi için de istemeyen gerçek mümin olamaz. O halde tek başına yaşanan bir İslam, tam bir İslam değildir.” diyor.

Faruk Beşer’in Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan yazısı (25 Temmuz 2021) şöyle:

‘SİZ KENDİNİZİ DEĞİŞTİRMEDİKÇE ALLAH SİZİ DEĞİŞTİRMEZ’

Yaşadığımız asrı farklı özellikleriyle düşünürsek ona reklam asrı da diyebiliriz. Herkes malını iyi reklam ettiği ölçüde büyüyüp ilerleyebiliyor ya da varlığını sürdürebiliyor.

Düşünceler ve inançlar da öyledir. Ancak kendilerini duyurup tanıttıkları ve beğeni bulabildikleri ölçüde var olurlar. Bu hal evrensel bir kanundur.

İyi bir mümin hem dünya hem ahiret mutluluğuna ermek istediği gibi, diğer insanların da böyle olmasını ister. İslam bize bunu öğretir; kendisi için istediğini kardeşi için de istemeyen gerçek mümin olamaz. O halde tek başına yaşanan bir İslam, tam bir İslam değildir. Bir müminin en temel arzusu nedir? Dünyada Allah’ın rızasını arayarak izzeti, şerefi ve haysiyeti ile yaşamak, öbür alemde de ‘razı olan ve olunan’ bir kul olarak cennete girmek. O halde başkaları umurunda olmadan, kendi halinde İslam’ı yaşadığını zannedenler aldanmış olabilirler. Hem de belki her gün şu mealdeki ayetleri okudukları halde: ‘Zamana yemin olsun ki, insan hep ziyan etmektedir. Sadece iman edenler, salih amelleri yapanlar, birbirlerine Hakkı öğütleyenler, sabrı öğütleyenler müstesna’. Demek ki, ziyan etmemenin yani kazanmanın reçetesi budur; iman etmek, görevlerini yapmak, hakkı anlatmak ve bu yolda çekilen sıkıntılar olursa sabrı öğütlemek. Buna biz emr-bilmaruf nehy-anilmünker diyoruz. Bakmayın bu ifadenin günümüzde sıradanlığı ve basitliği akla getirdiğine. Eğer öyle oluyorsa, bu sayılanlardan en az birini eksik bırakıyoruz, bu işi beceremiyoruz demektir. Bunun baş sebebi önce cahillik, anlatmak istediğimiz şeyi doğru bilmemek, sonra da onu doğru yaşayıp güzel temsil edememek.

O halde kardeşlerimizi uyarma gereği duymamamızın sebepleri bunlar ve bunlara bağlı olarak Allah’ı unutma, bunun sonucunda da kişinin kendisini unutması, kimseyi umursamama anlamında bireyselleşme ve yabancılaşmadır. Yabancılaşma yani kulun kendini bilip, kardeşleriyle hemhal ve rabbiyle birlikte olması gereken alandan çıkıp kendini kaybederek kardeşlerinin de rabbinin de olmadığı çöllerde dolaşması. ‘Siz sakın Allah’ı unuttukları için, Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte fasıklar onlardır’ (Haşr 19). Fasık güven alanından çıkıp yabancılaşan ve kendini tehlikeye atan insandır.

Allah’ı unutma, kulun her an kendisinin de her şeyin de ancak O’nunla var olabildiği, O’nun her an her şeye müdahil olduğu bilincinden uzaklaşması, namaz başta olmak üzere O’nu zikir/anma sayılan şeyleri terk etmesi yani O’nu unutmasıdır.

‘Siz en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder kötülüğü yasaklarsınız ve Allah’a inanırsınız’ buyruluyor. Demek ki hayırlı ümmet olmanın en temel üç şartı bunlardır. Peki biz şu andaki halimizle hayırlı bir ümmet olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Söyleyemezsek öyle olmak için çalışmalı değil miyiz? Yahudiler ve Hıristiyanlar da kendi zamanlarında en hayırlı ümmet idiler ama bu özellikleri yitirdikleri için ‘gazap edilen ve dalalete düşen’ milletler oldular (Fatiha 7). ‘Lanetlendiler, çünkü kendi aralarında yaptıkları kötülüklere engel olmadılar’ (Mâide 79).

Kimsenin etlisine sütlüsüne karışma, her koyun kendi bacağından asılır, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, herkesi hoş gör gibi ifadeler dünyevileşmenin ve unutup yabancılaşmanın sloganlarıdır. Hiçbir mümin Allah’ın hoş görmediğini hoş göremez. Belki, tahammül eder, sabreder, içine atar ama o kötülüğün yok olması, ona düşen kardeşlerinin dahi kurtulması için mümine yaraşır en güzel yolla çaba gösterir. Bu en güzel yolda, hoyratça sataşıp kendi nefsini tatmin etme yerine, Allah’ın rızasını kazanma gayreti ve bunun yollarını bilme de vardır.

O halde biz tekrar nasıl ‘hayırlı ümmet’ olabiliriz?

‘Siz yaşadığınız hali değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez’ (Ra’d 11) beyanı bunun muciz bir cevabı ve hayatın muhteşem bir kanunudur. Bunun anlamı şudur: Eğer siz iyi bir halde iseniz, bu iyi hali hak etmenize sebep olan özelliklerinizi koruduğunuz sürece bu iyi halde olmaya devam edersiniz. Yok, eğer kötü bir halde iseniz, bu kötü hale düşmenize sebep olan özelliklerinizi değiştirmedikçe de bu kötü halden kurtulamazsınız.

Peki, bizim mevcut halimiz ne? Allah’ı unuttuk, Allah da bize kendimizi unutturdu. Belli belirsiz imanımız bizi iki adım götüremiyor. Biz kimdik, nasıl idik, nasıl olduk? Düşünmemiz gereken noktalar bunlar.

O halde yeniden mümin ve Müslüman olmalı değil miyiz?

Bu da önce insanın böyle bir derdi olmasıyla başlar. Ya derdi bile yoksa!

 

HABERE YORUM KAT

4 Yorum