1. YAZARLAR

  2. BAHADIR KURBANOĞLU

  3. “Tavuk-Yumurta Hikayesi”nde Sorumluluğun Büyüğü AKP’de
BAHADIR KURBANOĞLU

BAHADIR KURBANOĞLU

Yazarın Tüm Yazıları >

“Tavuk-Yumurta Hikayesi”nde Sorumluluğun Büyüğü AKP’de

29 Eylül 2011 Perşembe 19:11A+A-

Son günlerde hemen her kesim PKK'nın Kürt sorununda geldiği aşamayı, sivil ölümlerini, örgütün tutarlılığının seviyesini konuşadursun; aynıyla baki olmak kaydıyla benzer karşılaştırmalar kirli savaşı farklı bir zemine taşıma görüntüsü arzeden Kürt ulusalcısı kesimlerde de aksiseda buluyor. Fark, “Bu da olur mu? Bu da yapılır mı?” serzenişlerinin AKP saflarından geldiğinde sesinin daha bir gür çıkması. Ancak aynı serzenişler Kürt ulusalcısı kesimlerde ve PKK tabanında da kaim: “Bize yapıldığında duyulmayanlar, işitilmeyenler, konuşulmayanlar duyulur, işitilir, konuşulur, harekete geçmeyen duygular şimdi harekete geçer oldu!” Böylelikle nefret siyaseti mazlumiyet üzerine inşa edilen ulusalcılığı, ulusalcı zemin de şiddeti besliyor. Şiddet kör şiddete dönüştüğünde kimin haklı kimin haksız olduğunun çok bir önemi kalmıyor. Şiddet de nefret sarmalını yeniden büyütüyor.

“Teröristle masaya mı oturulurmuş?” retoriğinin iktidarların yegane sığınağı olduğu yıllardan bu yana köprülerin altından çok suların aktığı doğru; ancak eli güçlü olanın, -devleti yönetiyor olmaktan menkul bir haklılık psikolojisiyle- savaş hukukuna ya da karşılıklı tavizlerin dayandığı bir prosese göre değil de, zayıfın, mağdurun psikolojik ezikliğini her daim haklı çıkartan, umutlarını umutsuzluğa devşiren terörle mücadele hilelerine başvurduğu da bir vakıa. Bu durum, ezilmişlerin mücadelesinin de ahlaki olma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. Sizin kendinizden menkul haklılığınız ve bunun getirdiği güce dayalı her türlü taktiği meşru addetmek, karşı tarafta da yaşanılanlar üzerine bina edilen ahlaki-gayrı ahlaki, kural tanıyan ya da tanımayan kendinden menkul haklılık zeminlerini besliyor. Adaletsizlik girdabı, adaleti kendi elindeki kılıç gibi görenleri işte bu “tavuk-yumurta sendromu”na mahkum ediyor.

Durum böyle olunca, sizin doksan yıllık celladınıza karşı verdiğiniz mücadelenin takdirle karşılanması beklentisi, ezilenlerin milliyetçi algılarına aynı celladın taktikleriyle seslenip pratiğe döküldüğünde buharlaşmaya mahkum oluyor. Ezilen milliyetçiliğin, geçmişten bugüne daha özgür ortamlara kavuştuğu gerekçesinin sorunun çözümünde yeterli bir karine olarak görülmesine ikna olmuş olanlar açısından durum tek taraflı bir vehamet içermekte. Ki böyle düşünenler, aslında AKP öncesi de devletten ziyade örgütün terörünün ülke barışına ve toplumsal birliğe ne kadar da zarar verdiği söylemleri üzerinden soruna yaklaşmakta bir beis görmüyordu. Fark, son yıllarda AKP’nin onların vicdanlarını büyük ölçüde rahatlatacak süreçlere imza atmış olmasında. Ancak AKP’nin çözüm yolunda serdettiği olumlu pratiklerle, geleneksel devlet reflekslerinden kaynaklı zaaflarını ayırt edip ortaya koymaktan hoşlanmıyorlar. AKP’nin her şeye rağmen yapageldikleriyle, bir türlü yapmayı istemedikleri, yapmaktan imtina ettikleri, hatta yapmak zorunda olup da oy kaygısı ve milliyetçi reflekslerden ötürü yapmayı ilkesel olarak reddettikleri bu cenahın gündeminde yok. Varsa bile, bunları adalete matuf bir şekilde dillendirmekten belli hesaplar dahilinde imtina etmekteler. Oysa bu imtina edilen konular arasında bizatihi bölge halkının yıllardır beklediği, özlemini çektiği, hakkı olduğunu düşündüğü en temel konular var. Ve bunlara ilişkin hala gereken adımlar atılmış değil. Oysa PKK ve bölge halkını ayırt etme siyaseti gütmek, PKK ile mücadele sürecini bahane etmeden Kürt halkının doğuştan sahip olduğu hakların çoktan sağlanmış olmasını gerektirirdi. Zira konu “yapmak istiyorlar ama yaptırmıyorlar!”dan çok daha geniş bir çerçeveyi haiz. Yapılabilecekken yapılmayanlar, iktidar olgusunun büyüsüyle ya da devletin geleneksel nefret siyasetiyle de yakından alakalı.

Sürekli olarak tek tarafın suçluluk, diğer tarafın da haklılık payesiyle değerlendirilmesi, çözümden ziyade diğer tarafın “bugüne dek yaşadıklarımıza hak veriyorsanız bir çok alandaki çözümü ertelemeyi neden meşru görüyorsunuz?” şeklindeki bilinçaltı sorusunu beraberinde getiriyor. Ezilmişliği, kuşatılmışlığı, insan yerine konmamayı, ayrımcılığı ve karşıtlığı besleyen bir duruma işaret ediyor bu tavır. Çözüm yollarının bahanelerle ertelenmesi; hükümetin bu konularda çok da sıkıştırılmamasını salık verenlerin efsunlu sözleri; sabır önerenlerin olan bitenin tek bir yönüne odaklanmışlıkları ve pek çok konudaki vurdumduymazlıkları, sadece Kürt sorununda değil, pek çok meselede de ciddi manada bir muhafazakarlaşma sendromunu besliyor.

Bugünlerde muhafazakar, liberal vb’lerinin yazılarına da yansıyan PKK’nın kaos çıkartma kronolojisi ülkenin batısındakilere neler hissettiriyorsa, kendini güçlü olana, kendi hukukundan başka hukuk tanımayana, operasyonların neticesi sivil ölümlerinden hiçbir gocunma duymayan devlet (hükümet) görüntüsünün yıllardır Kürt halkına ne hissettirdiği ve hangi acıları yaşattığı, sadece tarihin tozlu yaprakları arasından değil, gün be gün yaşatılanlar örnek gösterilerek ülkenin doğusunda ortaya seriliyor, daha bir iştiyakle konuşuluyor, yazılıp çiziliyor. Güçlü tarafın ırkçılık, şiddet, inkar ve tehcir alanında yeter derecede kirli olan sicili, karşı tarafın belleğinde açılmış bulunan onulmaz yaraları yeniden gündemleştiriyor. Birilerinin hata olarak, terör olarak gördükleri, 'öteki'nin bilinçaltında ölümlerle ve acılarla gelen, anlaşılmama, konuşulmama, hissedilmeme duygusunun empatik karşılığı olarak neşvünema buluyor. “Yeter artık!” sedası, “Yeter artık!”ların duyulur olmasını beraberinde getiriyor. Ne acı ki, acıyı hissettirebilmek için acı üretmek, acıyı yeniden, bir daha üretmenin aracı, meşru söylemi, meşruiyet halkası haline geliyor. Ve halkalar zincirleri oluşturuyor. Hep birlikte zincirlere vuruluyoruz.

Kürt sorununda bugün gelinen aşama daha önceleri hiç yaşanmamış bir düzeyi işaretlemiyor. Ancak sorunun tarafları kendi iktidarlarıyla sorunun çözümsüzlüğü arasındaki korelatif ilişkinin devamından yana bir görüntü arzetmekteler. Konu artık vesayet altındaki iki partinin ideolojik zıtlaşması ve inatlaşmasından devletleşen bir partiyle, kendi tabanıyla bağını karşı-şiddet siyasetiyle pekiştirmek isteyen örgütün savaşına dönüşmüş durumda. Devletin geleneksel reflekslerini kendileri için çözüm addetmeye önce zorlanmış, ardından bunu gönüllü bir siyasete dönüştürmüş bir hükümet ile, bu hükümetin oluşturduğu politik zeminin de sağladığı avantajlarla hükümeti rahatlıkla yönlendirebileceği zeminleri elde etmiş bir örgüt arasındaki kör bir inatlaşmaya şahit olmaktayız.

Hükümet tarafı şunu açıkça anlamalı ki PKK'nın hataları, AKP'nin sorunu askeri yollardan çözme konusunda eline koz vermiş ya da elindeki kozları daha da güçlendirmiş olmuyor. Oysa PKK hata yaptıkça AKP güttüğü politikaların haklılık zeminin güçlendiğini zannediyor. Geleneksel devlet refleksleriyle AKP'nin çözüm yolunda attığı adımlar birbirine yakınlaştıkça aslında çözümsüzlük de bir o kadar artıyor. Sivil ölümleri can yaktıkça ve PKK tabanında, durumu savunma psikolojisiyle de olsa "halkımızın yıllardır neler hissettiğini şimdi daha iyi anlıyor musunuz?" sorusu gündemleştikçe, karşı taraf buna kulaklarını kapamış bir şekilde, "işte şimdi örgüt köşeye daha da sıkıştı, elindeki kozları güttüğüm politika sayesinde bir bir almakta ve örgütü de hataya zorlamaktayım. PKK ile Kürt halkı arasındaki bağın daha da açılması için tüm imkanlarımı seferber edeceğim." şeklinde bir yalancı özgüven oluşuyor. PKK buna şöyle cevap veriyor; "Ben istersem bu ülkeyi kana bularım. Senin operasyonların dağlarda belki ama şehirlerde sökmez. Bense artık ciddi ciddi buralarda örgütlüyüm. Senin aldığın oy kadar potansiyel sahibiyim. Beni ciddiye almadığın ölçüde, senin açılımlar sayesinde güçlendiğini zannettiğin elini zayıflatmaya kadirim. Meşruiyet zeminim o kadar güçlü ki, tabanım o kadar yaygın ki, senin askeri çabaların aksine sadece bu zemini güçlendiriyor. Benim haklılığımı, senin zulmünü halk nezdinde bir kez daha onaylatıyor." Halkın taleplerinin sürekli ertelendiği bir vasatta bu diyaloğun nereye varması beklenebilir ki?

AKP'li uzmanlar hükümete ne yol öneriyor, MİT-PKK görüşmeleri devlet açısından ne ifade ediyor bilinmez ama sonuçları itibariyle Erdoğan'ın açıklamaları PKK ve taban arasındaki bağı daha da güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. “Biz görüştük, gereken her şeyi masanın üzerine koyduk ama anlayan kim?” psikolojisinin karşı tarafta “ortaya bir havuz koyup yüzün dediler ama içinde su yok ki” karşılığını bulduğunu görmezden geliyorlar. “Bizim çözümümüz bu, bundan ötesi yok! İşte Öcalan, işte özerklik, işte anadil” dendiği fısıldanıyor medya eliyle; bu durumda karşı tarafın tava gelmesi bekleniyor. Oysa onlar da “Bizi tava getirmek isteyenlerin hesapları başka, süreci kim yönetecek, belli değil ki. Daha önce de sözler verilmişti, tutulmadı ki!” feveranlarına sebebiyet veriyor. “Devlet daima aldatır” psikolojisini yıkabilecek adımları AKP’nin bugüne dek attığı/atabildiğini söylemek mümkün mü? Kendilerini, halktan kopuk olduğunu düşündükleri bir örgütü muhatap almak zorunda hissetmeyenlerin, “Muhatap PKK değil, terör örgütü değil” diyenlerin, -haklı sebeplerle bile olsa- buna mukabil Kürt halkının geniş kesimlerini, sivil kurumlarla birlikte, sorunların çözümü noktasında muhatap gördüklerini söyleyebilmek mümkün mü? Onlar için seçimlerde temsilci atarken bile, bunları bölgenin silik şahsiyetlerinden seçmek, bölge halkının ne ölçüde çözümün içine katılmak istendiğini gösteren bir ölçüt değil midir?

PKK-BDP'lilerin konuşmalarına atıflarda bulunup kızgınlık haleleri üretenler, başbakanın "kadın da olsa çocuk da...." diye hafızalarda sürekli tazelenen ve geri adım atmak bir yana, yenileriyle pekiştirilen konuşmalarının bölge insanı açısından ne ifade ettiğini sorgulama zahmetine bile girişmiyorlar. BDP'lilerin yangına körükle giden açıklamalarının sebeplerine hücum ederken, başbakanın ağzından çıkan her kelimenin bu ülkeye neler kaybettirdiğinin hesabını gereğince soramıyorlar. Örgütün şemsiyesi altında, elleri kolları bağlanmış BDP'liler sigaya çekilirken, başbakanın kimler tarafından ve hangi saiklerle darbeci bürokrasinin yıllardır yürüttüğü çözümsüzlük girdabına -farkında olarak ya da olmayarak- sürüklendiğini başbakana hatırlatma cüretini gösteremiyorlar.

Oysa ülkenin batısında PKK'nın öldürdüğü sivillerin infiali üzerinden tahliller yapılırken, ülkenin doğusunda operasyonlar esnasında ya da asker-polis marifetiyle öldürülen sivillerin bölgede yarattığı infial ve şiddeti tırmandırmada oluşturduğu meşruiyet zemini görmezden geliniyor. Hala, AKP'nin olmadığı eski günlere gönderme yapılarak, "bugün bu derece cüretkar bir siyaset yapabiliyorsanız, bunu AKP'li yılların getirilerine borçlusunuz" zimmi uyarısında bulunanlarımız var. Oysa köprünün altından çok sular aktı ve minnete şayan görülmesi gerektiği vurgulanan tablo, artık bizzat AKP eliyle de dümura uğratılma riskini taşıyor.

AKP bölgedeki destekçileri ve güttüğü operasyonel süreç sayesinde örgütü zayıflatıp örgüt ile halk arasındaki bağı süreç içerisinde kopartacığını zannediyor. Böylece örgütü, bu bağın güçlenebilmesi için daha fazla eylemlilik sürecine itiyor. Dağda ya da şehirlerde ölenlerin aileleri silahların susması ve barıştan yana mesajları yaşlı gözlerle ortaya koyarken, bu gözyaşları çözümü şiddette gören her iki tarafın da elini güçlendiriyor, bir sonraki adım için haklılık zemini oluşturuyor. Çözümsüzlük çözümsüzlüğü besliyor; şiddet şiddeti, cenaze cenazeyi, gözyaşı gözyaşını.

AKP, süreci kendi lehine çevirecek kozları yapacağı bazı anayasa değişiklikleri ve demokratikleşme yolunda atacağı adımlarla pekiştirebileceğini zannediyor. Oysa örgütün tamamen bitirilmesi politikalarının sürekli olarak yüksek sesle tekrarlandığı bir ortamda, cılız açılım adımları, örgütün faaliyet alanını ve zeminini daha da güçlendiriyor. Bölge halkı açısından olumlu sayılabilecek gelişmeler, bu zeminin gücünün yıllara dayalı mücadele sayesinde oluştuğu fikri örgüt tabanında ve halk arasında da yaygınlaştırıyor. Olumsuz gelişmeler ve geleneksel devletçi refleksler ise samimiyetsizlik noktasındaki anti propagandayı güçlü kılıyor. PKK'nın silahını elinden alma stratejisi, karşı tarafta devlet hangi silahını bıraktı ya da sürecin sorumlusu hangi kurumunu hizaya getirmeye çalıştı ki PKK'dan ve bağlı kuruluşlarından bunu talep ediyor psikolojisi de işin tuzu biberi oluyor.

Oysa daha yakın geçmişte AKP bu sürece direnç gösterdiği ölçüde, gerçekten çözümden yana sağlıklı bir duruş için çabaladığı izlenimini sergilemekte idi. Her ne kadar milliyetçi kesimlerin köşeye sıkıştırma operasyonlarına maruz kalıyor idiyse de en azından devletin geleneksel reflekslerinden uzak durma arayışı gerek bölge insanının gerekse silahların susmasını arzu eden kesimlerin umutlarını artırıyordu. Şimdilerde ise Başbakanın açıklamaları ve hükümetin politikaları bu çizginin çoktan terk edildiği izlenimini güçlendiriyor. BDP’li bölge yöneticilerine yönelik siyasi baskılar, tutuklamalar, operasyonlar, BDP'nin meclise dönüşünün bile PKK tabanında gereken heyecanı uyandırmadığı, aksine Türk ırkçılarının meclisine gidilse de gidilmese de artık değişen çok fazla bir şeyin olmayacağı, şiddete en anlamlı cevabın yine şiddetle verilebileceği görüşü hakim bir pozisyon haline geliyor. "Önceden de böyle değil miydi?" diye soracak olanlara, PKK kadroları içerisinde siyasi görüşmelerden yana tavır koyanların ellerinin günden güne zayıfladığını belirten tahlilleri hatırlatmak gerekir. PKK içerisindeki bu saflaşmanın sahici olmadığını düşünenlere de, yakın geçmişte dağdan inişlerin yarattığı psikolojik ortamı ve şiddetin aşağıya çekildiği ortamlarda bu görüşlerin de zaman zaman elinin güçlendiği dönemleri hatırlatmak gerek.

AKP çözümün odağı olmaktan, çözümsüzlüğün adeta sebebi olmaya doğru yol alıyor. Böyle giderse, daha düne kadar darbelerle kendisini devirmeye çalışanların geleneksel siyasetinden hiç bir farkı kalmayacak attığı adımların. PKK'nın hata ve zaaflarının ardına sığınarak Kürt halkının bugüne dek çektiği acıları hafifseyen söylem ve pratiklerle yol almaya devam ettiği müddetçe, kendi iktidarını her daim zora sokmaya and içmiş PKK'nın kendisini itelediği çözümsüzlük batağına daha da saplanacaktır. Kürt sorununu bitirmekten ziyade PKK'yı bitirme kolaycılığına saplandığı günden bu yana hala bunun farkına varılabilmiş değil. "Ötekinin milliyetçiliği"ni ve "ötekinin resmi ideolojik söylem ve tutumlarını" bitirmeye çalışanın, önce dönüp aynaya bakması gerekiyor. Sicili bozuk, geçmişi kirli, hatıraları canlı bir devlet geleneğinin klasik yöntemleriyle bir halkın hafızasını ve yüreğini onaramayacağını da kavraması. Halkın acılarını tazeledikçe, şiddete olan imanın da sürekli tazeleneceği izahtan varestedir. Bunu kavramadan, ehl-i çözüm olmayı hak etmek mümkün değil.

YAZIYA YORUM KAT

20 Yorum