
Soykırımın ikinci yılı farklıydı
İsrail, kitlesel işkence ve cinayet için yeni yöntemler geliştirdi ve bize nasıl öleceğimizi seçme şansı verdi.
Qasem Waleed’in al Jazeera’de yayınlanan yazısını Barış Hoyraz, Haksöz Haber için tercüme etti.
İsrail 7 Ekim 2023'te saldırıya başladığında, Gazze'deki neredeyse hepimiz bunun acımasız olacağını hissettik.
Ancak kimse bunun iki uzun yıl süreceğini düşünmemişti. Kimse dünyanın bunun bu kadar uzun süre devam etmesine izin vereceğini düşünmemişti.
İsrail 2014 yılında Gazze'ye saldırdığında 16 yaşındaydım. Saldırı 51 gün sürdü ve o zamanlar bir ömür gibi gelmişti. Şimdi ise 2014 saldırısı göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş gibi geliyor.
Bu soykırım saldırısından kaçışın olmadığını, sonunun gelmeyeceğini düşündüğüm anı hatırlamıyorum. İsrailliler al-Ahli Hastanesinde yüzlerce kişiyi katlettiğinde mi, el-Şifa Hastanesini işgal ettiğinde mi, ilk kez Refah'a sürgün edildiğimde mi, Refah'ı işgal edip yok ederek bizi canımızı kurtarmak için kaçmaya zorladığında mı, Gazze'nin kuzeyi yok edildiğinde mi, İsrail ateşkes anlaşmasını ihlal edip soykırıma yeniden başladığında mı, Gazze'de kıtlık başladığında mı?
Geçen yıl, soykırımın birinci yıl dönümünde yoldaydık. O gün, İsrail ordusu doğu Han Yunus için bir başka zorla yerinden etme emri çıkardı ve biz de binlerce insanla birlikte el-Mevasi'ye kaçmak zorunda kaldık.
Bu yıl çok uzağa gitmedik. Hâlâ yerinden edilmiş durumdayız, el-Mevasi'de bir çadırda yaşıyor ve açlık çekiyoruz.
Hâlâ aynı ölüm ve yıkım döngüsünün içindeyiz, sadece vahşet daha da arttı. Şehitlerin listesi uzadı, sefaletin boyutu genişledi ve İsrail'in işkence yöntemleri çeşitlendi.
İsrailliler artık bizi sadece öldürmekle yetinmiyor. Bu konuda yaratıcı hale geldiler. Çeşitli ölüm tuzakları tasarladılar ve bize nasıl öleceğimizi seçme şansı verdiler.
İsrail, 2 Mart'ta Gazze'ye tüm yardımların girişini durdurarak yeni bir açlık dalgası başlatırken, aynı zamanda 24 saat boyunca sivilleri katletmeye devam ediyordu. Ben bunun kötülüğün doruk noktası olduğunu düşünmüştüm. Yanılmışım. Açlık sadece başlangıçtı.
Mayıs sonunda, sözde Gazze İnsani Yardım Vakfı gıda dağıtım noktalarını açtı ve Filistinliler gerçek hayattaki “açlık oyunlarına” katılmak zorunda kaldılar. İsrailli askerler ve yabancı paralı askerler tarafından vurulmadan önce birkaç kutu gıda için rekabet etmek zorunda bırakıldılar.
Çocuklar yetersiz beslenme nedeniyle ölmeye başladığında, İsrail ticari kamyonların girişine izin vermeye başladı, böylece marketler kimsenin satın alamayacağı kadar yiyecekle doldu.
İsrail hükümeti Gazze Şehri'nin işgalini zorladığında, ordu tam bir yıkım yaratmak için patlayıcı robotlar kullandı. Tonlarca patlayıcıyla dolu bu askeri araçlar sadece bütün blokları değil, içinde yaşayan aileleri de toz haline getirdi.
T. S. Eliot bir keresinde şöyle yazmıştı: “İnsanlık gerçekliği pek fazla kaldıramaz.” Yine de biz Gazze'deki insanlar, iki yıldır her gün dayanılmaz bir gerçekliği katlanmak zorunda kalıyoruz.
Korkunç olaylar arka arkaya geliyor. İsrail, sayabileceğimden daha fazla katliam gerçekleştirdi. Yine de İsrail'in genç Filistinli yazar arkadaşım Mohammad Hamo'yu, ailesinin ve akrabalarının 200 üyesiyle birlikte öldürdüğünü unutamıyorum. Ya da İsrail'in, şu anda Un Katliamı olarak bilinen olayda, un beklerken açlıktan ölen 112 kişiyi öldürdüğü zamanı. Ya da 18 Mart'ta İsrail ordusunun soykırımı yeniden başlatarak birkaç saat içinde 400 kişiyi, 100'ü çocuk olmak üzere, öldürdüğü zamanı. Ya da İsrail askerlerinin Refah'ta 15 Filistinli sağlık görevlisini infaz ettiği zamanı.
Gazze, sivil ile savaşçı, insani hukuk tarafından korunan yerler ve insanlar ile savaş hukuku tarafından izin verilen askeri hedefler arasında hiçbir ayrım yapılmayan bir yer haline geldi. Burada doktor ve hasta, gazeteci ve tanık, öğretmen ve öğrenci, anne ve doğmamış çocuk öldürülüyor.
Gazze'de yaşam kavramı anlamını yitirmiştir. Yaşamıyoruz, hayatta kalmaya çalışıyoruz; ölümden kaçmak için sürekli bir mücadele içindeyiz.
Ailem ve ben dokuz kez yerinden edildik. Her seferinde çadırımızı kurmak, tuvalet yapmak, güneşten korunmak için gölgelik yapmak, rüzgârdan korunmak için örtmek, soğuktan ve yağmurdan korunmak için yalıtmak için mücadele ettik.
Temmuz ayında, İsrail ordusunun kısmi çekilmesinden sonra doğu Han Yunus'taki mahallemde gizlice dolaştım. Yol boyunca, yıkılmış sokakların her santimetresini kaplayan molozların üzerinde yürüdüm. Sokağıma vardığımda, ilk başta evimin nerede olduğunu anlayamadım. İsrail ordusu tüm mahallemizi darmadağın etmişti. Manzara kıyamet gibiydi. Her şey gri görünüyordu; renk yoktu, hayat yoktu, ayakta kalan bina yoktu.
Çadırımıza döndüğümde, çektiğim fotoğrafları anneme gösterdim. “Bizi kim sanıyorlar? Çin mi? Rusya mı?” diye bağırarak ağladı. “Kendimizi savunmak için bir çatal bile almadık.”
Ertesi gün, Gazze'nin merkezinde, bölgedeki en az hasar gören alan olan Deyr el-Belah'a gittim. Oraya gittim çünkü gerçekten akıl sağlığımdan endişe ediyordum. Aklımı kaçırıyormuşum gibi hissediyordum. Bazı binalar, asfalt yollar ve ağaçlar görmem gerekiyordu; mahallemdeki manzaralar aklımdan çıkmıyordu. Kendime gri dışında başka renkleri de tanıyabildiğimi kanıtlamak istedim.
Gazze küçük ve nüfus yoğunluğu yüksek bir yer, ama manzarası her zaman inanılmaz derecede çeşitlilik göstermiştir, her bölgesi kendine özgü tarihi, kültürü ve ritmi vardır.
Gazze Şehri, ünlü pazarların, üniversitelerin ve yüksek binaların bulunduğu en canlı bölgedir. Aynı zamanda tarihi yerleri, camileri ve kiliseleriyle eski şehrin de bulunduğu yerdir. En kuzeydeki Beyt Hanoon ve Beyt Lahiya daha sakin ve sessizdi. Orada kentsel manzara kırsal manzarayla karışıyordu; yiyeceklerimizin çoğu orada yetiştiriliyordu. Güneydeki Han Yunus ve Refah da farklıydı; doğu kısımları tarım arazisine dönüşmüştü.
Kuzey, merkez ve güneydeki mülteci kampları – Cebaliya'dan Bureyj'e, Han Yunus kampına kadar – en yoğun şekilde inşa edilmiş, ancak aynı zamanda en dayanıklı ve çeşitlilik arz eden kamplardı. Nüfuslarının çoğu 1948 Nekbe'nin mültecilerinin torunları olduğundan, bu kamplar tarihi Filistin'in bir minyatürüydü.
İsrail ordusu tüm bunları yerle bir ederek Gazze'nin her yerinde aynı yıkım manzarasını yarattı. Refah, Beyt Hanoon'un bir yansıması; Han Yunus ise Gazze Şehri'nin bir kopyası. Sanki bir aynayı başka bir aynaya tutmak gibi, aynı görüntünün sonsuz yansımalarını yaratıyor.
Bunlar, dünyanın dört bir yanındaki insanların her gün gördüğü, mide bulandırıcı bulduğu ve sindiremeyeceği görüntüler. Birçoğu başka yere bakar ya da sayfayı aşağı kaydırır. Gerçekten de, insanlar gerçekliği pek kaldıramazlar.
Yine de biz, Gazze'deki insanlar, başka yere bakamaz ya da sayfayı aşağı kaydıramayız. Sanki sonsuza kadar sürecekmiş gibi bu gerçekliğe mahkûm olduk. Ve en kötüsünü gördüğümüzü düşündüğümüz her an, daha kötüsü olurdu.
Keşke bu soykırım gerçekliğinden kaçıp, sadece var olmak değil, yaşayabileceğim bir yere, kâbusların peşinde koşmadan hayallerimin peşinden gidebileceğim bir yere, ölüm korkusu olmadan yiyecek ve su bulabileceğim bir yere gidebilseydim. Tekrar umut edebileceğim, özgür olabileceğim bir yere. Tek istediğim bu.
* Qasem Waleed, Gazze'de yaşayan Filistinli fizikçi ve yazar











HABERE YORUM KAT