1. HABERLER

  2. KİTAP

  3. Sosyal Bilimlerde Etnisite ve Irk
Sosyal Bilimlerde Etnisite ve Irk

Sosyal Bilimlerde Etnisite ve Irk

Doç. Dr. Semra Sömersan’ın Bilgi Üniversitesi Yayınları arasında çıkan “Sosyal Bilimlerde Etnisite ve Irk” adlı kitabını Haksöz-Haber için Haşim AY değerlendirdi.

03 Ekim 2008 Cuma 21:17A+A-

Bir Kitap, Üç Mesele: Etnisite/Ulus, Irk/Irkçılık, Çoğulculuk/Çokkültürlülük

Etnisite, ırk/ırkçılık ve çoğulculuk kavram ve konularına dönük literatürün Türkiye'de pekte yaygın olduğu söylenemez. Mezkûr kavram ve konular etrafında oluşan kafa karışıklığının genel olarak Müslümanlarda da gözlemlendiğini müşahede etmekteyiz. Bu olgulara dönük yaklaşım ve tartışmaların sosyal bilimler literatürüne nasıl yansıdığı da yine bir o kadar bilinmezlikler arz etmektedir. Biz bütün bunları göz önüne alarak Semra Sömersan'ın Bilgi Üniversitesi Yayınları arasından çıkan ve "Sosyal Bilimlerde Etnisite ve Irk" adını taşıyan kitabını gündemleştirmeyi ve bu vesileyle söz konusu kavram ve meseleler ekseninde yaptığımız taramayı paylaşım ve müzakerelerinize sunmakta fayda gördük.

Etniler ve Etnisite:

Birinci bölümün de adı olan bu kısımda yazar etnisite kavramını ve türevlerini inceleyerek bunların klasik/sabit ve çağdaş/değişken tanımlarını saptamaya çalışmış. Diğer birçok Batılı kavram gibi yine bunların da çeşitlilik ve belirsizlikler içerdiği gözlemleniyor. Türkiye'de de artık gündelik dile yerleşen ve Müslümanların da genel olarak kavim ya da kavmiyet anlamında kullandıkları bu kavramla ilgili olarak yazar ilginç aktarımlarda bulunmuş. Bazılarının da "ulus" ile eş-anlamda kullandığını gözlemlediğimiz bu kavram çoğu zaman da siyasal statüden/devletten yoksun olan halklar için "yarı ulus" anlamında kullanılmaktadır.

Sözcüğün kökeninin Avrupa'daki uluslaşma sürecinde aranması gerektiğini belirten Sömersan, modern süreçte ulus'un rasyonel bir oluşum olarak ön görüldüğünü ve etnisitenin ise rasyonel kökü olmaması dolayısıyla milliyetçilik/ulusçuluk açısından sıkıntı yarattığını söylüyor. Nihayetindeyse etnik birlikteliğin ulus-devlet ve kimliğin bütünleştirici bir öğesi olarak kullanıldığını ifade ediyor. Etnisitenin semantik yapısını da antik çağ Yunancasında inceleyen yazar, sözcüğün Yunancadaki "ethnos"tan geldiğini ve bunun siyasi bir varlıktan ziyade, ortak kökenleri olduğuna inananların birliği anlamını ifade ettiğini söylüyor. Günümüzde genellikle olumlu bir anlamda kullanılan Yunancadaki "ethnos"un sıfat hali olan "ethnicos"un olumsuz bir anlama sahip olduğunu belirten yazar bu meyanda ilginç saptamalarda bulunuyor. Buna göre sıfat hali ile Latinceye "ethnicus" olarak giren bu kavram "yabancılar", "bizden olmayanlar", "ötekiler", "dinsizler", "ilkeller", "bizimle aynı dini paylaşmayanlar" gibi anlamlarda kullanılıyordu ki bu kullanım İngiltere'de 19. yüzyıla değin sürmüş. Bu yüzyıldan itibaren "ırk" anlamında da kullanılmaya başlanan kavram Amerika'da ise 20. yüzyıla değin Latincedeki klasik/olumsuz anlamıyla kullanılmaya devam etmiş. Kavramın hala bugün de başta Amerika olmak üzere çoğu Batılı ülkelerde ötekiler/azınlıklar/sonradan gelen göçmenler anlamında ve çoğu zaman da olumsuz/dışlayıcı haliyle kullanılmakta olduğunu söylüyor yazar (21-23).

Yazarın konu bağlamındaki aktarımları arasında etnisite ve etnikliğin geçirdiği dönüşümler ve sosyal bilimlerdeki değişken anlamlarına dönük saptamaları da dikkat çekicidir. Yazar, erken dönemde Weber dışında sosyolojide konuyla ciddi anlamda ilgilenen pek kimsenin olmadığını naklediyor. Weber, etnisiteyi ırktan farklı olarak ortak tarih, örf ve adetlerinin aynı olduğuna inanan sosyal grup olarak görüyor. Bunu öznel bir inanç olarak tanımlayan Weber bu yaklaşımıyla etnisiteyi tıpkı ulus gibi üretilmiş/kurgusal olarak tavsif ediyor (22). Ayrıca etnisitenin etik değil, emik olarak algılandığını belirten yazar bazılarının ulusu da etnisitenin büyümüş, makro hali olarak kabul ettiğini söylüyor. Gelinen aşamada çeşitli etnisite tanımlarının oluştuğunu belirten yazar bunlardan beşini maddeler halinde sıralayarak değerlendiriyor. 1- veri etnisite, 2- akışkan veya faydacı etnisite, 3- insan yaratısı… etnisite, 4- mantıki seçim modeli ve 5- postyapısalcı ekolün mutlak olmayan etnisite tanımı olarak sıralanan bu yaklaşımların çoğunda tanımlar belirsiz kalsa da birbirini tekrarlayan bir yönü göze batmakta ki o da etnisitenin biyolojik temelli/gerçek değil "hayalî" olduğudur. Ancak biz Weberyan sosyoloji aracılığıyla sosyal bilimlerde yaygınlaştığını düşündüğümüz bu genel yaklaşıma kısa şerhler düşmekte yarar görüyoruz.

Etnisite Gerçek mi, Hayalî mi? Kavim mi, Ulus mu?

Gerçi yazar etnik kimliklerine sıkı sıkıya sarılan azınlık ve çoğunluk milliyetçilerinin, bu keyfiyetten, öznellik, etnik çeşitlilik ve mozaiklerden, "hayalî cemaat" anlayışından pek hoşlanmadıklarını ve kültürün, etnikliğin daha mutlak, "nesnel" kriterlere bağlanmasını istediklerini belirtiyor (33) ancak etnisitenin bu değişken tanımlarından kendimizin de rahatsız olduğunu belirtmemiz gerek. Zira ucu açık tanımların her an istismara kapı aralayan yapısı bulunmakta ki nitekim yazar da etnisitenin milliyetçilikle ilişkisi bağlamında bunun hiçte azımsanmayacak istismarlara konu olduğuna örnekler veriyor. Ayrıca yazar insanlığın soy birliği olduğunu belirtip buradan hareketle ayrı ırkların/etnilerin düşünülemeyeceği sonucuna ulaşmış ki bizce bu yanlış. Zira tüm insanların ontolojik olarak aynı soydan gelmiş olması soyların birbirine karışıp çeşitlendiği gerçeğini örtmez. Dolayısıyla kavmî oluşturan alt kategoriler; yani kabilevî ve aşiretsel vb. farklılıklar öncelikle soy/ırksal farklılıktan kaynaklanmaktadır ve bunların tümü doğal/biyolojik bir yapıdadır. Etnisite de çeşitlenen bütün üretilmiş/tarihsel yan anlamlarının ötesinde kavmiyet bizce öncelikle belirli bir köken/soy/ırk a dayanmayı ifade eder. Ancak Kavim Kur'an literatüründe topluluk anlamında geçmektedir. Topluluk dayandığı esasa göre muhteva almaktadır. Kureyş kavmi, Muhammed'in kavmi, Cengiz Han kavmi, Yahudi kavmi, İsrailoğulları kavmi, Firavun kavmi, Mısır kavmi gibi. Kavim veya kavmiyet tabii şartların süreç içinde oluşturduğu birlikteliklerdir. Kavmiyet adına her ne kadar kavmiyetçilik ve daha ileri bir aşaması olarak ulusçuluk yapılıyorsa da buna olan tepkimiz, onun doğallığını yadsımak olmamalıdır. Keza sonuçlardan hareketle yapılan tanımlar çoğu zaman tepkisellik içermektedir ki sosyal bilimcilerin etnisitenin dönüşümü konusunda yaptıkları da aynen bunu yansıtmaktadır. Kavmiyet/etnisite ulus ilişkisine gelince; bizce ulusun bizatihi kendisi değildir ama yazarın da belirttiği gibi ulus-kimlik oluşturmada başvurulan bir unsurdur. Özellikle de Alman versiyonu etnik temelli ulusçuluk kökeni/ırkı temel bir bileşen olarak almaktadır ki yazar da gerek bu ve gerekse de ilerleyen bölümlerde buna dönük ciddi saptamalarda bulunmuş. Ancak naklettiği bütün çeşitlenen tanımlara rağmen yazar da etnisitenin tek anlamında karar kılmamış, aksine onu birçok anlamda kullanmış ki bunlar arasında en olumsuz olanı da birkaç yerde ulus ile özdeş kullanmasıdır. Ama aynı zamanda yazar ulus-kimlik ve devleti de farklı etnilerin zalimi olarak betimlemiş ki buradaki haklı tepki ve tespitlere rağmen bu paradoksu anlamak mümkün değildir. Sonuç olarak etnisite bize göre doğaldır, kendine özgü olumlu veya olumsuz doğal değeri vardır. Onun ulusa dönüştürülmüş ve dolayısıyla yeniden tanımlanıp değer yüklenmiş biçimi ise sapmadır. Bu sapmaya tepki ise, etnisitenin doğal yapısını örtmeyi getirmemelidir.

Etnikliğin Ulus ile İlişkisi ve Ulusçuluk:

Yazar, "Kimlik, Köken Arayışları ve Milliyetçilikler" (141-150) isimli sekizinci bölümde ulus kimlik üzerinde durmuş. Etnik temelde kimlik oluşturma ve böylece etnik milliyetçilik sapmasını eleştirmesi olumlu olmakla birlikte burada yine etnisiteyi sadece varsayımsal olarak ele alması dikkat çekiyor. Hâlbuki etnik milliyetçilik etnisiteyi (soy/ırk/köken/kan/kavmiyet) belirleyici bir üst değere dönüştürüyor ve bu yüzden doğal olanı ifsat ediyor. Olduğu yerde tutulduğunda ise etnisite doğallık içeriyor. Yazar etnik milliyetçilik ve yurttaş milliyetçiliği olarak ikili bir tasnif üzerinde durmuş. Yurttaş milliyetçiliği "vatandaşlıkla özdeş, ilke olarak herkese açık ve kısmen gönüllü birliktelik" olarak tanımlanmış ve sonradan kazanılabilir olduğu söylenmiş. Etnik milliyetçilik ise "ulusun soydan geçtiği ilkesini benimsiyor, kişi böyle doğmamışsa ne kadar isterse istesin, bunu sonradan edinemeyeceği, yani genetik bir özellik olduğu anlayışına dayanıyor" diye tanımlanmaktadır (148). Bu tanımı TC'ye uyarlarsak klasik yaklaşımın tersine şimdilerde yurttaş milliyetçiliğine geçilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Nitekim AKP döneminden itibaren alt-kimlik, üst-kimlik tartışmaları ve Türklüğün de coğrafik bağlamda ortak vatan ve siyasi anlamda da yurttaşlık temelinde tanımlanmaya çalışıldığını bilmekteyiz. Yine bu coğrafyada karşı milliyetçilik örneği olarak da Kürt milliyetçiliğinin etnik temelli olduğunu görmekteyiz. Ulusun kurgusallığını atlayarak bu yaklaşım etnisite ya da kavmiyeti ulus ile eş-anlamlı görmekte ve maalesef bu durum birçok Türkmen ve Kürt kökenli Müslüman tarafından da paylaşılmakta. Her iki ulusçuluk türünün sosyolojik zemini konusunda çeşitli yaklaşımlar nakleden yazarın şu aktarımları da dikkat çekicidir: "Batı'da güçlü ve kendine güveni olan burjuvazi, yurttaşlık duygusu gelişmiş, kitlesel vatandaş-ulusunu yarattı; buna karşılık, burjuva sınıfı olmayan, emperyal otokrat liderler ve yarı feodal toprak ağalarınca yönetilen Doğu'da (Doğu Avrupa kastediliyor- H.A) organik, otoriter, çığırtkan ve genellikle mistik milliyetçilik kavrayışları gelişti… Yurttaş milliyetçiliği, liberalizmle birleşerek kısmen bir derece saygınlık kazanabiliyor; buna karşılık, etnik, "kan ve toprak" milliyetçilikleri ahlaki sınırlardan içeri adım atamıyor" (149). "Sonuç olarak" diyor yazar, "yurttaş milliyetçiliği asimilasyona daha yatkın… Etnik milliyetçilik ise ta baştan, zaten ayrımcı… Millet (ulus) kavramı bir mittir…" Diğer yandan yazarın ezen-ezilen ulusun birbirini tersinden üreten ilişkisine dönük şu vurguları da kayda değer: "ezilen ulus milliyetçilikleri, egemen ulus milliyetçiliğini model alır". Şu tespitten hareketle bir de tepkisel milliyetçilikten söz edebiliriz ki aslında kısmen de ezilen millet/ulus tanımında ifadesini bulan bu durum coğrafyamızda ifadesini bulmakta. Daha da olumsuz olanıysa buna savrulanların çoğunun ulus olgusunu kavrayamamaları ve dolayısıyla ulusçu diye nitelenmekten de gocunmalarıdır: "bazen de bastırılmış, yok sayılmış, yasaklanmış gruplar, kendilerini koruma ihtiyacı ile milliyetçiliğe sığınıyor" (146). Bütün bunların yanı sıra yazarın Amin Maalouf ve bazı postmodern küreselleşmecilerin önermelerinden aktardığı soysuz arayışı da tartışmaya açıktır. Zira yazarın soysuz arayış olarak kavramsallaştırdığı bu yaklaşımlar da dünya yurttaşlığı, global toplum vb. kuramlar üzerinden melezleşmeyi savunuyorlar (bunları çokkültürlülük ve kültürlerarasılık gibi çeşitli çoğulculuk tartışmalarının tartışıldığı bölümler bağlamında ele alacağız inş).

Irk/Irkçılık:

Kitabının "Irklar ve Irkçılıklar" başlığını taşıyan ikinci bölümünde yazar bu konuyu inceliyor (41-76). Çeşitli alt başlıklar halinde işlenen bu bölümde ırk ve ırkçılığın tarihsel gelişimine ilişkin olarak kavramın 16. ile 20. yüzyıllar arasında biyolojik temelde tanımlandığını, Nazizm örneğinde de görüleceği gibi biyolojik temeldeki tanımların Faşizmi ve nasyonalizmi beslediğini ancak bilimsel kabul edilen bu yaklaşımın 1970'lerden itibaren aşılıp farklı yaklaşımların gelişmeye başladığını söylüyor. Çeşitlenen bu tanımlara bağlı olarak artık yeni tür ırkçılıkların geliştiğini belirten yazar bunları "ırksız ırkçılıklar" olarak kavramsallaştırıyor. Bu meyanda çağdaş dünyada gözlemlenen ve bu yönüyle de ampirik çalışmalara konu olan çeşitli ırkçı karakter ve tutumları maddeler halinde sıralayan yazarın aktarımları arasında "sınıfsal ırkçılık", "bariz ırkçılık", "göze batmayan ırkçılık", "içimizdeki ırkçılık", "polis ırkçılığı", "kurumsal ırkçılık" ve "kültürel ırkçılık" kategorileri dikkat çekici. Kategorik olarak incelediği bu ırkçılık türleri tanımları açısından çeşitli belirsizlikler ve benzerlikler içermekle birlikte olumlu açılımlar da barındırmaktadır.

"Yeni ırkçılık" kavramını ilk kez 1981'de Martin Barker'in Franz Fanon gibi kişilerden esinlenerek kullandığını söylüyor yazar. Yeni ırkçılıkta biyoloji ve ırk yerine kültürel farklar merkezde. "Biyolojik açıdan aşağılık" değil, "kültürel fark" vurgulanır. "Aşağılık ya da üstünlük iddiaları çoğunluk kültürün standartlarına göre belirleniyor". Asimilasyon ve ötekileştirme yeni ırkçılığın tezahürü olarak betimleniyor. Kapsamlı kültürel farklara dayalı ırkçılıkların bugün oldukça yayıldığını söyleyen yazar onun politik bir boyutunun bulunduğunu da naklediyor.

Sınıfsal ırkçılık:

Balibar'ın ortaya attığı bu kuram işçi sınıfı ile burjuvazi üzerinden temellendiriliyor. Balibar her iki sınıfın da ırkçılığa yatkın olduğunu belirterek, birbirlerine karşı psikolojik konumlanışlarını "sınıfsal ırkçılık" olarak tanımlıyor. Yazarın çok kısa değinilerle geçtiği bu yaklaşımda etni kavramının sosyal grup ve sınıf anlamında kullanıldığını ve dolayısıyla hem işçi sınıfı ve hem de burjuvaziye teşmil edildiğini görmekteyiz1.

Göze batmayan ırkçılık:

"Bariz ırkçılık" türünün karşıtı olarak nitelenen bu tür aynı zamanda "içimizdeki ırkçılık" ya da "gizli ırkçılık" ile de benzerlikler arz ediyor. İçerik olarak bizim "örtük milliyetçilik" dediğimiz şeye benziyor. Milliyetçilik, yurtseverlik ya da vatanperverlik kavramlarının göze batmayan/örtük ırkçılığın kamuflajı olarak betimleyen yazar, bunları dillendiren hiç kimsenin kendisini "ırkçı" olarak görmemesinin "göze batmayan/örtük ırkçılık" olduğunu söylüyor. Bu bağlamda konuyu Türkiye pratiğinde örneklendiren yazar, başta gündelik dildeki yerleşik kalıplar/özdeyişler olmak üzere TC'deki uygulama ve hukukî çarpıklıkların altını çizerek cesur saptamalarda bulunuyor (70-72).

Kurumsal ırkçılık:

"Kurumsal ırkçılık" örneği olarak polis ırkçılığı işleniyor. "Renk, kültür veya etnik kökenlerinden dolayı insanlara, bir kurumun… gerekli profesyonel hizmeti sağlamaması" olarak tanımlanan kurumsal ırkçılığın en çok kolluk kuvvetleri ve bu cümleden olarak polis tarafından işlendiği belirtilerek aynı olgunun özellikle de ağır ceza gibi yargı organlarında da gözlemlenebileceği söyleniyor. Konu sosyoloji disiplininde Amerika ve İngiltere dolayımında yapılan araştırmalarla temellendiriliyor. Şikâyet mekanizmasının gereğince işlememesi veya şikâyetlerin kurumlar tarafından ciddiye alınmaması dolayısıyla Siyahî ve Asyalı Amerikalıların yaklaşık 4/3'nün polise ve yargıya güvenmediği belirtiliyor. Dünya Barış Günü, 1 Mayıs İşçi Bayramı vb. üzerinden TC'ye de atıflarda bulunuyor yazar. Resmi şiddet, gözüdönmüşlük ve hukuksuzluk ya da çifte standartçılık vb. özdeşleştirilen ırkçılığın bu türü üzerinden o zaman yargısıyla kolluğuyla TC'nin tam bir ırkçılık örneği olduğu sistematik boyutlara varan birçok olay ve uygulama bağlamında belgelendirilebilir."Yasalarda ayrımcılıktan söz edilmese bile kurumsal ırkçılık yapılabiliyor. Örneğin polis, sağlık, eğitim, bürokrasi ve diğer tüm kamusal kurumlarda belli grupları kayıran, diğerlerineyse haksızlık eden, eşitsizlikler yaratan politika ve stratejiler… Kurumsal ırkçılık kavramı 1964 sonrasında ABD'de, Sivil Haklar Yasası yürürlüğe girdikten sonra ortaya çıktı; çünkü Siyahlar, Beyazlar'la yasal olarak eşit haklara sahip olduğu halde, fiilen ayrımcılığa maruz kalıyorlardı" (72-76). Aslında burada hukuksuzluk, keyfilik, çifte standartçılık, iltimas/kayırma vb. ırkçılıkla özdeşleştirildiğini söylememiz mümkündür. "Yapısal ve kültürel… ırkçılık toplumsal sistem içinde güç farklarını sürdürür ve yeniden üretir… Kültürel ırkçılık, iktidar konumundaki kişilerin, normları, değerleri, standartları belirlemesi ile ortaya çıkar… Kurumsal ırkçılık, bir grubun diğerine göre avantajlı konumunu, iktidarını korumak ve meşru kılmak için yürürlüğe konan kurumsal politikalar… Bu durumda ırkçılık, açık veya gizli, kasıtlı veya kasıtsız olabilir ama sonuç olarak ortaya ırkçı sonuçlar çıkar ve bunlar yeniden üretilir" (75).

Sonuç olarak sosyal bilimcilerden bazılarının başta Amerika olmak üzere daha ziyade Batı pratiğine dönük olarak yaptıkları ampirik çalışmalar sonucunda oluşan bu kavramlar tanımları açısından oldukça dar ve muğlak bir yapıdadırlar. Diğer yandan genel olarak egemenlerin ezilen/azınlık unsurlara karşı geliştirdiği olumsuz tutumları içerse de bu ucu açık tanımlardan bazıları daha geniş ölçeklerde tahribatlar da yapabilecek özellikler taşımaktadır. Mesela "bariz ırkçılık" ve onun karşıtı olarak sunulan "göze çarpmayan ırkçılık" Müslümanlar açısından açıkça risk potansiyeli taşımaktadır. Çünkü her türlü ötekileştirici tutumu ve mesafeli ilişkiyi de ırkçılık olarak addetmektedir (66). Nitekim Avustralyalı çağdaş sosyal psikolog Lain Walker da bu suni ve ucu alabildiğine açık tanımların muğlaklığına ve daha geniş ölçekte yapabileceği bumerang etkisine dikkat çekerek itiraz etmiştir. Bütün olumluluklarının yanında bu tür ucu açık tanımların çeşitli disiplinlerde öğretimi yoluyla oluşturması muhtemel riskleri de düşünüldüğünde İslami açıdan alternatif kuramların gerekliliği ortadadır. Müslümanlar geliştirecekleri tanımlarda tabii ki ampirik çalışmalardan istifade edebilirler. Mesela 1967 yılında dördüncüsü yapılan UNESCO toplantısında bugün genel kabul gören ırkçılık tanımı olumlu bir açılım örneği olarak istifade edilebilecek durumdadır. Bu toplantıda UNESCO ırkçılığı gruplar arası ilişkilerde ayrımcılığı biyoloji ile temellendirmek olarak tanımlamıştı. Ki yazarın da üzerinde durduğu gibi antropoloji ve genetik bilimi uzun zamanlar boyunca biyolojik temelde ırkı istismar ederek "üstün ırk, aşağılık ırk" tanımları yapabilmiştir. Ancak buna karşın etnisitenin/kavmiyetin temel bileşenlerinden kabul edilen ve tek başına aslında değer de ifade etmeyen ırkı kurgusal olarak niteleyen veya göreceli addeden yaklaşımları da haklı tepkilerin getirdiği bir ifrat olarak görmek gerekmektedir. Özcesi bize göre ırkın kendisi doğaldır; ancak onu bir üst değere dönüştürüp ırkçılık yapmak birçok fasit sonucu kendisiyle birlikte getiren bir fısktır ki Şeytan da zaten İslami düşünce açısından ırkçılığın piri olarak kabul edilmektedir. Ayrıca farklı ırk guruplarının çeşitlenen alt unsurlarını dominant bir sekterlik içinde birbirinden bağımsız bir biyolojik olgu olarak değerlendirmek de aynı yanlışı ifade etmektedir. Örneğin Samice veya Hint-Avrupa dillerini konuşan kavimleri birbirinden tamamen bağımsız biyolojik olgular olarak ele almak da tarihselci bir kurguyu ifade etmektedir. İslami yaklaşım ise ampirik açılımlardan istifade ederken ümmetçilik anlayışının doğal olguları tepkisel bir zeminde küçümseyen postmodern rölativist, enternasyonel veya glocal/küreyerel yönelimlerle örtüşmesinden sakınmalıdır.

Çağdaş Düzenin ve Ulus-devletin Etnilere/Kavmiyetlere Dönük Irkçı Sicili:

Yazarın farklı bölüm başlıkları olarak incelediği ancak muhteva bakımından birbiriyle ilişkili çoğunluk ve azınlık etnilerin (kavim) devlet gözetimindeki yaşamını da ırkçılıkla irtibatlandırarak değerlendirmek mümkündür.

Yazar kitabının 20 sayfalık Giriş kısmında modern ulus-devlet yapısını, bu yapının bünyesinde barındırdığı etnik farklılığa karşı tutumunu inceleyerek mevcut ulus-devletlerin madun etniler açısından değerini sorgulamaktadır. Eğer ulus kavramı resmi bakışta olduğu gibi etnik grupla özdeşleştirilecekse bu durumda devlet örgütlenmesi açısından karşımıza hiçte adil olmayan bir manzaranın çıkacağını söylüyor yazar. Zira dünyadaki tüm etnik gruplardan yalnızca yüzde 4'ü etnik bakımdan homojen bir ulus-devlete sahip; bu demektir ki yüzde 96'sının kendine özgü bir devleti yok. Devletin çok etnili olduğu halde belirli bir etnik gruba göre tanımlanması veya etnik temelde isimlendirilmesi vakıasının ise birçok sorunun temelini teşkil ettiği kanaatinde yazar. Peki devlet olmak etnik varlığın sürdürülmesi için kaçınılmaz bir gereklilik midir? Yazara göre hayır. Çünkü ulus-devletin bizatihi kendisi meşru bir yapı değil. Dünya savaşlarından sonra, güçlü devletlerin daha az güçlü olanları nasıl paylaşmayı uygun gördüğüne bağlı olarak ortaya çıkmış (18). Ve bağımsızlık gibi büyülü iddialara rağmen bugün hemen tüm ulus-devletler Amerikan emperyalizminin uşağı konumundalar. Hukuk denilen şeyin günümüzdeki karşılığının ise muzaffer olanın mülkiyet/egemenlik hakkı anlamına geldiğini ve diğer yandan da mevcut yapının çökertilmesi "hukuksuzluğuna" karşı bir önlem mesabesinde olduğunu söylüyor. Dolayısıyla "adalet de, hukuk da güçlünün elinde, ister ulus-devlet içinde olsun, ister uluslar arası çapta" diyor (18). Bir ulus-devletler topluluğu olan BM'nin de eşitlerin birlikteliği anlamına gelmediğini; "daimi üyeler" ve onların da üstünde Amerikan'ın, "yeni Amerikan yüzyılı imparatorluğu"nun tekelinde olduğunu söyleyen yazarın bu tespitlerine katılmamak mümkün değil. Kitabın bu bölümü aynı zamanda yeryüzünde mevcut devletleri kıtalara ayırarak etnik demografyasını veya her ulus-devletin etnik dağılımını da yaparak etnik temelde isimlendirilen ulus-devletler bünyesinde azınlık pozisyonuna düşürülmüş etnisitelerin gününü ve geleceğini saptamaya çalışıyor. İlgili bölüm azınlık konumuna düşürülmüş etnisitelerin kültürel, sosyal, hukukî vb. durumlarını da kısaca içermesi bakımından konuya ilgisi olanlara nitelikli bir kaynak mesabesinde. Diğer yandan ulusun kurgusallığının altını çizen yazarın "uluslar arası" terkibine alternatif olarak "toplumlar arası" kavramını kullanmayı tercih etmesi de egemen cahili statüden memnun olunmadığını gösteren önemli bir olumluluk olarak kaydedilmeye değerdir.

Çağdaş düzenin ve ulus-devletlerin çoğunluk ve azınlık etnisitelere/halklara dönük yedi yüzünü şu kavramlar çerçevesinde inceliyor yazar: Genosit, demosit, etnik temizlik, apartayd, asimilasyon, erime potası, entegrasyon.

a) Genosit/Soykırım: Etnik, dini vb. bir kimliği olan bir grubun, bu kimlik nedeniyle bilinçli ve sistematik bir şekilde öldürülmesi.

b) Etnik temizlik: Bazı yazarlar soykırım ile bir farkından söz ediyorlar. Anthony Giddens'e göre "etnik temizliği, tehcir çerçevesinde yani homojen bir bölge yaratmak üzere, farklı etnik grupları bir bölgeden sürmek, kovmak" olarak anlamak gerek. "Soykırım (genosit) ve etnik temizlik tarihte dünyanın çeşitli ülkelerinde, pek çok kere yaşandı. Avrupalılar, Kuzey Amerika'ya ayak bastıklarında yerli halkın önemli bir bölümünü sahilden içeri, daha çorak bölgelere doğru sürdü ve katletti, bir kısmını da zaman içerisinde silahla, mikropla, açlıkla yok etti. Etnik temizlik, soykırım karışımı uygulamalar birkaç yüzyıl buradaki genel politika oldu. Hollanda'dan İspanya'ya, Portekiz'den İngiltere'ye, Fransa'dan İtalya ve Belçika'ya kadar çoğu Batılı güç sömürgeleştirme sürecinde soykırım yaptı. Macionis ve Plummer ABD'nin ancak bu şekilde var olabildiğini söylüyor" (80). 1994 Ruanda'da çoğunluk Hutular ile azınlık Tutsiler çatışması; Almanların girdikleri tüm ülkelerde Yahudi, Çingene vs. zulmü… Kamboçya'da 1975-80 arası Pol Pot rejimi sırasındaki katliamlar ve bu çerçevede literatüre geçen "ölüm tarlaları"… Bütün bu örnekleri yazar ilgili uygulamalar bağlamında detaylı bir şekilde işliyor. Ayrıca Ermeni Olaylarında resmi bakışı aşması –bulunduğu akademik konum dikkate alındığında- kaydedilmeye değer ciddi bir olumluluk olarak öne çıkıyor. "Bugün dünyadaki çatışma ve savaşların çoğu da, ulus-devletlerarasında değil, (henüz!) ulus-devlet içindeki etnik gruplar arasında gerçekleşiyor" (81) tespitiyle de ulus-devletin katliamcı, istismarcı ve tahakkümcü yüzüne atıfta bulunuluyor.

c) Demosit: Hükümetlerin yaptığı katliamlar. 20. yüzyılda yaklaşık 169 milyon insan devlet eliyle öldürüldü. (R.J. Rummel'in "Hükümet Eliyle Ölüm" kitabından).

d) Apartayd: Yasa zoruyla yalıtma. Çok ilginç ve dramatik bir uygulama! Afrika insanının büyük trajedisi bu politikanın fiili karşılığı olarak işleniyor. 17. yüzyılda Hollandalı tacirler tarafından birinci sömürgeleştirme, 19. yüzyılda İngilizlerce ikinci kolonileştirme ve 2. Emperyalistler arası paylaşım savaşından Nelson Mandela dönemine kadar sözde bağımsızlık esareti… Apartayd, yönetici sınıflardan değişik bir etni veya ırka ait olduğu varsayılan toplulukların yasa zoruyla ayrı ve farklı yaşatılması olarak tanımlanıyor. Bir grubu izole etmek için (Segregation) yalıtmayı içeren bu iğrenç ve vahşi uygulama apartayd politikası olarak adlandırılıyor. Bir yönetim biçimi ki, özellikleri arasında karşıya alınan grubun kamusal alandan tamamen uzak tutulmasını içeriyor. TC tipi oligarşik yapılarda olduğu gibi elit zümreler de çoğunluğun iradesini baskı ve zorbalıkla boyundurukları altına alabiliyorlar. Ki bu yönüyle bugün TC'de başta Müslümanlara Başörtüsü üzerinden kamusal alanın yasaklanması ve Kürtlerin kendi özgün varlıklarıyla kamusal alanda yaşam hakkının gaspı olmak üzere daha birçok zulüm uygulaması ileri bir apartayd politikası olarak tanımlanabilir her halde! "Açık cezaevi" tabiri de yine bunu hatırlatıyor olsa gerektir! Bu politikanın tarihsel olarak sistematik bir biçimde somut ifadesini Güney Afrika'da bulduğu söylenebilir ki yazar tüyler ürperten bu dramatik öyküyü ibretamiz anekdotlarla özetlemektedir. Nelson Mandela döneminde oluşturulan yasalar ve kurumlara rağmen Afrika insanının bilinçaltına işleyen ve hala da silinmeyen bu insanlık dışı ve tahripkâr politikaya gerek yakın tarih ve gerekse de bugün daha birçok ülkeden örnekler verilebilir.

e) Asimilasyon ve Erime Potası: Asimilasyon, "toplumdaki çeşitli azınlık grupların zaman içinde, kültürel olarak çoğunluğa benzemesi ve devlet politikaları yoluyla bu yönde zorlanması" olarak tanımlanıyor. Yazar "doğal asimilasyon" yönünde yargıların bulunduğunu da naklederek ancak bunların yanıltıcı olduğunu; oysa kitlelerin asimilasyonu kanıksaması durumundan söz edilebileceğini ima ediyor. Malik Bin Nebi'nin "Sömürülenlerin psikolojisi" yaklaşımında da örneğine rastladığımız bu açılımdan sonra yazar "zorunlu uyum" terimi üzerinde de durulması gerektiğini belirterek şöyle diyor: "Zorunlu uyum terimi önemli; çünkü çoğu siyasetçi ve sosyal bilimci, işin zorunluluk boyutuna değinmiyor veya yeterince vurgulamıyor; asimilasyonu, "çoğunluk kültüre bir şekilde uymak", "uyum sağlamak" anlamında kullanıyor. Oysa bu ayrımı yapmak önemli; aksi halde asimilasyonu, entegrasyondan ayırt etmek mümkün değil" (87).

Erime potası terimini ise asimilasyonu doğallaştırmaya dönük bir kamuflaj olarak ima ediyor yazar.

"Asimilasyon süreci içinde, azınlık konumundaki insanlar (ister yerli halklar, isterse sonradan gelen göçmenler olsun…) giyim kuşamlarını, değerlerini, dinlerini, dillerini ve hatta davranış ve tutumlarını zaman içinde, egemen çoğunluklara uyum sağlayacak şekilde kısmen değiştirebiliyor" (87). Bu tanımı dikkate aldığımızda aslında fark edilme ya da adam yerine koyulma ve/ya da kabul edilme kompleksiyle TC örneğinde dünün sözüm ona radikallerinin kendilerini karşıtlarına beğendirme ve onlardan farklı olmadıklarını ispatlama anlamına gelen birçok tutum ve davranışını da asimilasyon kavramı ile tanımlamak mümkün olmaktadır! Amerikan'ın meşhur "eritme potası demokrasisi" terkibinin de bu çerçevede değerlendirildiğini kaydeden yazar; bunun asimilasyona doğallık zırhı giydirmeye mebni bir çaba olduğunu söylüyor ve Amerikan eritme potası imgesinin gerçekle tam örtüşmediğinin altını çiziyor. Zira Amerika'ya göçen ikinci kuşaklar ne kadar "Amerikalı olma" kompleksiyle asıllarını unutmaya ve unutturmaya çabalasalar da, üçüncü kuşaklar ısrarla köklerini/asıllarını soruşturma eğilimindedirler. Azınlık durumuna düşürülmüşlerin egemen elit zümrelerin belirlediği üst standartlara ulaşma, benzeşme, yabancı olmaktan çıkma kompleksleri asimilasyon politikalarına güç veriyor denilebilir ki bunun örneklerini diğer birçok alanda olduğu gibi geleneksel ümmet coğrafyasından Avrupa'ya göçen çoğu alnı secdeli Müslüman ana-baba çocuklarının somut örneğinde de görebiliriz.

f) Mevsim salatası: Amerikan'ın asimilasyonu kamufle etmeye dönük olarak bir zamanlar kullandığı erime potası mitini bazı sosyologlar 1970'lerde yıktılar. Buna göre Amerikan'ın çok çeşitli kimliklerden homojen bir "Amerikan ulusu" yaratamadığı verilerle ortaya kondu. Eritme potası tezi yerine Amerikalı sosyal bilimciler "mevsim salatası" kavramını ortaya atıp Amerikan toplumunu bununla açıklamaya/tanımlamaya başladılar. "Buna göre Amerikan toplumunun çok çeşitli sebze ve yeşilliklerin ayıt edilebileceği bir mevsim salatasına (toss salad) benzediği iddia edildi" (91). Yazar, bununla "çoğulculuk" ya da "çokkültürlülük"ün vurgulanmak istendiğini; zira TC gibi asimilasyon sözcüğünün kullanılmak istenmediğini; ama özünde tıpkı Fransa gibi bir asimilasyonun söz konusu olduğunu belirtiyor. Yani erime potası, mevsim salatası, hatta kısmen çoğulculuk ve çokkültürlülük suni ulusu ve asimilasyon gerçeğini örtüyor.

h) Bütünleşme veya Entegrasyon: Bütünleşme, "göçmen veya yerli halkların kendi istekleri ile çoğunluk kültür ve topluma uyum göstermesi ve çoğunluk toplumun normlarını, değer ve düşünce kalıplarını benimsemesi" olarak tanımlanıyor. "Asimilasyon baskıcı ve sevimsiz bir politika olarak algılanırken, sosyal bilimciler entegrasyonu, farklı kültürlerin bir toplumda birlikte yaşamasında daha olumlu çözümlerden biri olarak görüyor". Yazar haklı olarak bütünleşme/entegrasyon konusunda da kuşkucu olmanın mümkün olduğunu belirtiyor. Zira "asimilasyonun nerede bitip entegrasyonun nerede başladığına dair kesin bir sınır çizmek zor" (92).

Çoğulculuk/Çokkültürlülük:

İkinci paylaşım savaşına müteakiben küresel sistemde geçilmeye başlanan liberal sosyal demokrasi ve bununla paralel olarak azınlıklara dönük geleneksel asimilasyoncu ve katliamcı yüzün çoğulculuğa yönelmesine karşılık 1990-2000 arası süreç çokkültürlülük sancılarının yaşandığı bir milat olarak kabul edilmektedir. Sömersan'ın da aktarımları bu yönde ama haklı olarak satır aralarında bu ve benzeri iddialara çekince de koymaktadır. AB'nin 7-11 Aralık 2000 tarihli Nice Zirvesi'nde aldığı kararlar çerçevesinde ulus-devletlerin ve onların gerek çoğunluk, gerekse de azınlık etnisitelere dönük iflas eden geleneksel asimilasyoncu yüzlerini teşhir etmekte ve yeni durumda AB'nin "Süper Devlet" olarak algıladığı federatif yapı modeli arayışına koyulduğunu söylemektedir. Dolayısıyla yazar çokkültürlü/multikultural savları ve düzenlemeleri çoğunluk ve azınlık etnisitelerin günü ve geleceğine muhtemel yansımaları açısından değerlendiriyor. Bu bağlamda Müslümanların 40 yıllık "konuk işçi" statülerinin de ırkçılık olduğunun altını çizerken bu tarihten itibaren gelişen yeni arayış ve düzenlemelerin Müslüman göçmenler üzerindeki etkilerini de Almanya örneğini üzerinden somutlaştırıyor. Müslüman göçmenlerin 1999 yılında Almanya'da statülerinin değişmesine paralel olarak azınlıklar konusunun Batılı siyaset çevreleri ve sosyal bilimcilerce daha derinlemesine ele alınmaya başlandığını ve bu bağlamda çokkültürlülüğün yeniden tartışılmaya başlandığını söylüyor. Bazı sosyal bilimciler bu süreci "mono kültürcü asimilasyonist politikalardan, çoğulcu entegrasyonist politikalara çark" olarak nitelendirirken kimi sistem analizcileri de mezkûr süreci postmodernizmin tezahürü olarak okumuşlar (98).

AB'ye Giriş sürecinde alınan kararlar çerçevesinde Türkiye'de de tezahürleri bulunan bu sürece karşı küresel çapta olduğu gibi Türkiye'de de Solcular, Muhafazakârlar ve İslamcılar karmaşık tepkiler vermektedirler. Bilindiği üzere AK-Parti iktidarına da bağlı olarak bu süreç TC siyaseti ve muhalefetinde liberallerin öne çıktığı ve dolayısıyla değişim yanlıları ile sistem yanlısı köhnemiş statükocu güçler arasında düşük yoğunluklu bir çatışmayı da ifade etmektedir. Aslında postmodernizmin TC'ye yansımaları olarak da okunabilecek bu sürecin, liberaller, Müslümanlar ve diğer muhalif kesimler açısından derli toplu bir değerlendirmesine ihtiyaç olduğu söylenebilir. Ne ki bu durum daha ziyade tekil olaylar ve güncel gelişmeler üzerinden ve çoğunlukla da salt dergi sayfaları ya da gazete kupürlerinde işlenmektedir. Siyasi, kültürel, hukukî vb. tezahürleri de olan ve dolayısıyla gerek klasik-modern emperyal yapılanmayı ve gerekse de üçüncü dünya tipi ulus-devletleri çözülmeye doğru zorlayan bu postmodern ya da neoliberal sürecin sosyal bilimlere yansımalarını çeşitli akademisyenlerin yaklaşımları üzerinden muhtelif bölümler halinde incelemiş yazar. Yazar kitabının başat konusu olarak altı bölüm halinde incelediği konunun sonuç itibariyle sistemin geleneksel asimilasyoncu çehresinin gerçekten terki mi, yoksa yeni bir maske mi olduğu meselesinin henüz belirsiz olduğunu haklı olarak ifade etmiş. "Çünkü" demiş yazar "(çokkültürlülüğün miladı iddiasına rağmen) yeni bin yılın birinci yılı daha dolmadan, dünyanın en büyük politik-askeri-ekonomik gücü, kendi tanımladığı "şer ekseni"nde insanlığı, karanlık bir savaşın ahlakî olduğuna ikna etmek için uğraştı. Afganistan ve Irak'taki siyasi sistemleri yok etmek, kendine petrol yolunu açmak için iki ülkeyi savaşla egemenliği altına aldı. Kukla hükümetler kurdu ve/veya kurdurmaya çalışıyor. Karşısında, Avrupa'nın güçlü siyasetçileri kul-köle, dünyanın geri kalanındaki 200'ü aşkın ülkenin politikacısı, bürokratı iktidarsız kukla… Yeni Amerikan Yüzyılı 600'ü aşkın insanı, "sanık" olarak üç yılı aşkın bir süredir (kitap 2004'te yayımlanmış. H.A.) yargılamadan, avukatlarıyla bile görüştürmeden, haksızlık yüklü Guantanamo Sisteminde tutuyor… İslam-Arap kültür kompleksi, Müslümanlık inancı ve bu çerçevede yapılanmış devletler ve bu kimlikleri taşıyan bireyler öteki, "düşman" (hâlâ da)" (199-201).

Çoğulculuk/Pluralizm:

Diğer birçok konuda olduğu gibi çoğulculuk kavramına dönük sosyal bilimlerdeki literatür de yine Batı deneyimi baz alınarak şekillenmiş. Yazar, John Furnivall'in 1930'larda Endonezya İncelemesi üzerine bina ettiği tanımı naklediyor. Buna göre çoğulculuk "potpuri"dir. Tüm gruplar karışıyor ama birleşmiyorlar. Çoğulcu toplum modelinde her grup kendi dinine, kültür ve diline sıkı sıkıya bağlı. Sadece pazarda (ekonomik alanda) karışıyorlar.

Sosyolog John Rex'e göre çoğulculuğun çokkültürlülükten ayırt edilmesi gerek. "Çoğulcu toplum ayrımcı, hatta ırkçı olabilirken, çokkültürlü toplum farklılıklarla birlikte tüm eşitlik haklarını tanıma temeli üzerinde yapılandırılmalıdır". Yani çoğulculuk vakıa iken, çokkültürlülük ideal mesabesinde kalıyor bu tanımda. Sonuç olarak yazar, çoğulculuğu olumlayıcı diğer bazı yaklaşımları da kuşbakışı aktardıktan sonra onu yumuşatılmış apartayd, en azından ayrımcılık olarak tanımlıyor. Buna karşılık farklılıklarıyla herkesin eşit olabileceği, pozitif ayrımcılığın yürürlüğe konabileceği tek durumun ise ancak geniş kapsamlı bir çokkültürlülük ile mümkün olabileceğini söylüyor ama nihai kertede "bu da mutlak olarak her şeyi çözmez" diyor ve "devrim değil; kısmî reformdur" diye ekliyor (95). Çoğulculuk ya da çokkültürlülük talebini reel ölçekte Türkiye pratiğine vurduğumuzda işlevsel bir yönü olsa gerektir. Özellikle de kutsal bir din biçiminde her alanda dayatılan Kemalizm'in siyaset ve toplum üzerindeki vesayetine son verilerek Kemalistlerin de eşit koşullarda siyasi partilerini ve benzeri örgütlenmelerini kurup siyasi alanda yarışmaları yönündeki Haksöz çizgisinin gündeme getirdiği gündem talebi açısından… Yani mevcut olanca karışıklığına rağmen çoğulculuk paradigmasındaki bu ortak yön bizim açımızdan Türkiye pratiğinde reel işlevsel bir karşılığa sahip yapıda olarak düşünülebilir.

Çokkültürlülük/Multikulturalizm:

Sosyolog John Rex çokkültürlülüğü merkeze alarak yerküredeki mevcut sistemleri dörtlü bir tasnife tabi kılmış ve bunları karşılaştırmalı bir yöntemle incelemiş. Dolayısıyla mevcut sistemlerden hiç birinin ideal anlamda çokkültürlülüğü yansıtmadığı ve azınlık sorunlarını çözemediği sonucuna ulaşan Rex kendi yaklaşımlarını "eşitlikçi çokkültürlülük" olarak adlandırıyor. Rex'e göre çokkültürlü sistemde bütünleşme/entegrasyon her şeyi düzleyerek/tek tipleştirerek geçen bir süreç olmak yerine karşılıklı hoşgörü atmosferi içinde, kültürel çeşitliliğin fırsat eşitliği ile birleştirilerek yeni bir ortam oluşturulması anlamına gelmelidir. Bu yapıldığında özellikle de gettolaştırma ve apartayd gibi birçok sorun önlenebilecek.

Amerikalı feminist felsefeci Iris Marion Young ise demokrasinin herkese eşit haklar olarak algılanması, dışlanmış grupların katılımının sağlanması ve ayrıca kendilerini etkileyen politikalarda onlara veto hakkı tanınmasını içeren önermeleriyle Rex'in çokkültürlülük yaklaşımına yakın duruyor. Young bunun için ise evrensellik, yasa ve politikaların renk körü olması gerektiğini şart koşuyor. Somersan haklı olarak bu nesnelliğin reel dünyada mümkün olamayacağını söylüyor. Bizce de bu önermeler, özellikle de Young'un üç önermesi Türkiye bağlamında mesela Kürt sorununun reel ölçekteki çözümlemesine katkı potansiyelliği yoğun olmakla birlikte mevcut konjonktürde zor gibi görünmektedir. Diğer yandan Young'un öne sürdüğü koşullardaki renk körlüğü vurgusu ise kanaatimizce postmodern rölativizm yüklü… Türkiye'de de son zamanlarda örneklerine rastladığımız bu anlayış biçimi siyasal yapının mutlak anlamda ideolojiden bağımsızlaştırılması, saf laiklik önermesi ve dolayısıyla İslam'ın hakimiyeti özleminin altını boşaltması açısından risk arz etmektedir.

Yazar, sosyal bilimler alanında çokkültürlülüğü olumlayan ve önerilerde bulunanlar arasında liberal-Sol tandanslı bir yaklaşıma da yer veriyor. Dikkate şayan bulduğumuz bu yaklaşım Amerikalı siyaset bilimci Nancy Fraser'e aittir. Fraser, çokkültürlülük ile eşitliği kuramsal düzlemde bağdaştırıyor ve ekonomik adalet olmadan, kültürel adaletin de olamayacağını söylüyor. Ancak yazarın da eleştirdiği üzere Fraser'in ekonomik boyuttaki önermesi güçlü ve köklü bir sosyal devrim olmaksızın reel olarak ütopik kalıyor. Çünkü kapitalist sistemi ve onun dayandığı sermaye güçlerini üretim ilişkilerinin dönüştürülmesine salt entelektüel bazda ikna etmek olanak dışıdır. Fraser'in önerdiği kimliklerin yapıbozumundan geçirilmesi yani dönüştürülmesi ya da yazarın deyimiyle melezleştirilmesi ise "ötekiler" ya da ötekileştirilmişler açısından hem adil değil, hem de küresel kapitalist sistem ve işbirlikçisi ulus-devletlerin mağduru olan ötekilerin taleplerini karşılamamakta. Tersine "tanıma" olarak yutturulan bu önerme ezilen etnik, ideolojik, kültürel, dinsel vs. kimliklerin düpedüz içeriksizleştirilip dejenere edilmesi ya da ötekisine benzetilmesidir! Bu yaklaşımın Sol adına dillendirilmiş olması ise ayrı bir talihsizlik örneğidir. Bırakalım egemenlerin buna yanaşmasını (TC örneğinde de aşina olduğumuz üzere) uzlaşma zemininde onları melezleşmeye bile razı etmek mümkün değildir. Zira egemen ulusçu kesimler, azınlık konumuna düşürülen unsurlar ile özdeşleşip buharlaşmak bir yana farklılıkların yasal olarak tanınmasını bile sindirmiş değiller. Ayrıca sıkça örneklerine rastladığımız bu yaklaşım öteki üzerinden şekillenen postmodernizmin bir diğer handikabını da yansıtmaktadır: tanıyor gibi yaparak "öteki"yi egemen olan "beriki"ye eklemleyip silikleştirmek ya da içine çekip başkalaştırmak ve böylece üstesinden gelmek!

Çokkültürlülüğü olumlayıp idealize etmeye çalışan teorisyenler arasında Amerikalı eğitim kuramcısı Henry A. Giroux'un pedagojik yaklaşım ve önermeleri de dikkat çekici… Giroux'un önermelerinin özünde çokkültürlü isyankâr bir akademik program yattığını naklediyor yazar. O, çağdaş eğitim felsefesine ve dolayısıyla modernizmin ırkçı-asimilasyoncu yapısına karşıtlık üzerinden hareket ediyor ve buna paralel olarak farklı bir eğitim kuramını öneriyor. Ona göre, eğitimin demokratik ve eşitlikçi bir toplum yaratmak üzere siyasal bir süreç olarak algılanması gerekmektedir. "Öteki" olarak görülenlerin öğrencilerce eğitim yoluyla ve fark edilerek tanınması gerektiğini belirten Giroux, "sınır pedagojisi" olarak adlandırdığı ve ayrıca "eleştirel pedagoji" şeklinde nitelendirdiği çokkültürlü eğitim kuramını 9 genel ilke üzerine bina etmiştir (110).

Çokkültürlülük arayışlarına dönük olarak Sosyal Bilimciler arasında liberal-demokrat yaklaşım örnekleri de zikrediyor yazar. Bu bağlamda Kanadalı siyaset bilimci Will Kymlicka'nın yaklaşımları kaydedilmeye değerdir.

Küreselleşmenin, homojen kültürlü ulus-devletleri artık anlamsızlaştırdığını ve devletlerin farklılığa, çokkültürlülüğe açılmak zorunda olduklarını savunan Kymlicka'nın önermeleri "kendi kendini yönetim", "çok etnili haklar" ve "özel temsil hakları" olarak özetlenmektedir. Birincisi, bir tür federatif sistem yoluyla ulusal azınlıklara (büyük yerli halklar) bazı yetkiler vermeyi; ikincisi, etnik veya dinî gruplara (göçmen-sonradan gelen unsurlar) mali destekte bulunmayı ve onlarla ilgili bazı uygulamaların yasal olarak korunmasını; ve üçüncüsü olan "özel temsil hakları" da etnik ve ulusal azınlıklar için merkezî yönetimin bazı kurumlarında kotalar konulmasını içeriyor (114). Kymlicka'nın önermelerinde göze çarpan dikkat çekici bazı olgular da çokkültürlü bir sistemde farklı dillerin, kültürlerin ve bunları dikkate alan bir eğitim ve yönetim biçiminin nasıl oluşturulacağını gündemleştiren sorularıdır (115). Aslında çağdaş düzeni ve özellikle de TC tipi ulus-devletleri bunaltan bu ve benzeri sorunlar çerçevesinde gelişen yeni arayışlar ve bunun sosyal bilimlerdeki multikulturalist tezahürleri bir yönüyle egemenler açısından statükoyu sürdürme odaklı olsa da diğer bir yönüyle de sosyal, fıtri/insani bir arayışın doğru veya yanlış ürünleri olarak değerlendirilmelerinin mutedil olacağını düşünüyoruz. Keza unutulmamalı ki İran-Sudan gibi İslami deneyimi olan ülkelerin de gösterdiği gibi çağdaş İslami siyaset de benzeri sorunlarla yüz yüze gelebilmektedir. Fıkhî/teorik olarak Müslümanlar avantajlı pozisyonda olsalar da reel ölçekte ya da yaşadığımız dünyanın kendine özgü çok yönlü karmaşık sorunlarının anaforunda bu sorunlar bizi de bunaltabilir. TC tipi ülkelerde bu sorunların bunaltan yapısı ve dolayısıyla getirdiği olumsuz sonuçlar da bir laboratuar olarak ortadadır.

Kültürlerarasılık/İnterkulturalizm:

Sosyal bilimlerde çokkültürlülüğün kendisiyle birlikte değerlendirildiği bir diğer kavram da kültürlerarasılık… Yazarın naklettiğine göre çağdaş filozof Robert Bernasconi'nin bu kavram altında çokkültürlülük adına önermeleri de Fraser'in dillendirdiklerini aratmamaktadır (108). Bernasconi bu kavramı çokkültürlülüğe alternatif olmasa da, onu mümkün kılacak bir olgu olarak görüyor. Zira ona göre çokkültürlülük kültürlerin kategorik, bağımsız ve durağan bütünler oluşunu ifade ederken, kültürlerarasılık ise değişimi, karşılıklı ilişki ve etkileşimi, dinamizmi ve farklılıklarla birlikte varoluşu vurguladığı için daha zengin ve dinamik bir seçenek oluşturmaktadır (115-116).

Kültürlerarasılık kavramında dikkat çekici yaklaşımlar serdeden bir diğer kişi de İspanyol yazar Juan Gaytisolo'dur. Gaytisolo kültürlerarası yöntem yoluyla kültürler arasında melezleşmenin sağlanacağını düşünmekte ve bir adım daha ileri giderek bütün büyük uygarlıkların da ancak bu şekilde oluştuğunu iddia etmektedir (120). Aslında kültürlerarasılık kuramı dinsel çoğulculuğa dönük boyutunda tam da Ramazan Yazçiçek'in üzerinde durduğu "senkretizm"i önerdiğinden risk barındırmaktadır2. Kendisini farklı kültürlere ait kırıntıların sentezi üzerinden yaratırken zaman içerisinde anonim kültür ya da global din öneriyor. Bu paradigma kültürel içekapanıklığı ve farklı kimliklerin sabitelerini korumasını bağnazlık olarak algılamaya teşne iken etkileşim/başkalaşımı ise yüceltmeye ve teşvik etmeye meyyal bir yapıdadır. Geriye kültürlerarasılık kuramı içerisinde sosyal bilimci Laurence Thomas zikredilebilir ki mezkûr kuramda en esnek/olumlanabilir yaklaşımlardan birini serdetmiş. Thomas, moral deference/ahlakî saygıyı öneriyor ve dolayısıyla dezavantajlı konumdakilere bunun gösterilmesi gerektiğini söylüyor. "Toplumdaki eşitsizlikler, adaletsizlikler nedeniyle ahlakî saygı, farklı duygusal kategorilerdeki insanlar arasında bir köprü oluşturmaktadır". Bu tutum onun (madunun) izniyle acısına tanıklık etmeyi ve bilgili ve inançlı bir şekilde sözcülüğünü yapmayı da kendisiyle birlikte getirmesi bakımından fonksiyoneldir o'na göre (116).Thomas'ın önermesi sosyal ilişkiler bağlamında işlevsel bir yapıda şüphesiz; empati, dayanışma ve ezilenlerin ezenlere karşı haklarını savunmayı içerdiği söylenebilir. Ama yasal/kurumsal bağlamda Thomas bir önerme yapmadığından tek başına bu önermesi muğlâk kalmakta; dolayısıyla mezkûr kuram bağlamında onun hangi ideolojik kategoride konumlandırılacağını belirsizleştirmektedir.

Kültürlerarasılık konusunda çalışmalar yapanlardan birisi de edebiyat kuramcısı Homi Bhabha'dır. Kültürel uyuşmazlıkların tamamen benimsenmesini önerdiğinden radikal küreselleşmeciler kategorine koyulmakta. Bhabla'nın önermeleri kısmen olumlanmaya değer yönler barındırmakla birlikte çeşitli riskler de içermektedir. Çünkü kültür kavramı belirsizlikler içermekte ve dahası kimi sosyal bilimcilerce dini de kapsar bir genişlikte kullanılmaktadır. Bu açıdan yaklaşıldığında Müslümanlardan ötekilerin şirk, küfür, tuğyan vb. benimsemelerini beklemek; hele de lezbiyen, homoseksüel vb. fasit unsurların kültürlerini benimsemek hatta tahammül etmelerini beklemek olacak şey midir? Yok, mesele tahammül ise eğer; bu durumda bunun da Müslümanlar açısından ıslah/tebliğ sorumluluğundan bağımsız olarak düşünülemeyeceği açıktır. Öyle görünüyor ki bu tip önermeler sınırsız bir benimseme, olumlama ve dokunulmazlık talebini dillendirmektedir ki ifadesini tam da postmodernizmin rölâtivist özelliğinde bulmaktadır. Keza bu paradigma herkese göre değişebilir hakikat telakkisini savunduğundan yeni bir ahlak felsefesi yaratmakta ve sorgulamaksızın her türden dinsel, felsefi, kültürel vb. farkları benimsemeyi de temel ilke olarak algılamaktadır.

Türkiye'de son zamanlarda liberallerin önermeleri ve bunların kimi dindar şahsiyet ve oluşumlarda oluşturduğu ifsat edici tahribatlar örneğinde de şahitlik ettiğimiz bu paradigmayı olumlamak bizim açımızdan mümkün değildir.

Sonuç Yerine:

Çokkültürlülük taleplerinin dilsel boyuttaki tezahürleri dikkat çekicidir. Bu husustaki önermeler kaotik ve kısmen de duygusal/tepkiselliklerden geçilmese de… Kanadalı siyaset bilimci Will Kymlicka'nın ulusal azınlıklarla etnik/göçmen azınlıklar ayrımı da istifade edilme niteliğine haiz olumluluklar arasındadır. Birincisi bir coğrafyada yerleşik olan ve ulus-devlet yapısı tarafından azınlık pozisyonuna düşürülen büyük yerli kavmî unsurları ifade ederken (Kızılderili, Ermeni, Kürt vd.) ikinci kategori ise ülkeye sonradan gelmiş çeşitli dinsel, kültürel, etnik vs. azınlık cemaatleri içermektedir. Mustafa Eğilli'nin de belirttiği gibi bu konularda mesela çağdaş İslami deneyimin laboratuarı olarak İran, Sudan, Afganistan vb. ülkeler ve daha genelde İslam coğrafyasındaki yerleşik siyasal statükoların da ciddi sıkıntı ve açmazlarının vaki olduğunu maalesef üzülerek gördük/görmekteyiz3.

Çokkültürlülük yaklaşımları ve talepleri karşısında salt dinsel çoğulculuk paradigmasının içerdiği riskler ekseninde haklı ama tek yönlü, tepkisel/tümden dışlayıcı yaklaşımları İslami kesimlerde müşahede etmekteyiz ki bunlar sorgulanıp aşılmalı; diğer yandan Avrupa merkezli kimi Sol ve liberal unsurların hakkaniyet ve adaletle bağdaşmayan melezleştirici ve ertelemeci tutumlarıyla özdeşleşmekten de kaçınılmalıdır. Sol eleştiri çokkültürlülüğün veya çoğulculuğun kökeni olarak ikinci savaş sonrasını görmekte ve küresel kapitalist sistemin kendisini yenilemesinin bir ürünü olarak okuyarak bu arada oluşan hemen tüm fıtri arayış ve talepleri "sistem içi" olduğu kompleksiyle mahkûm etmektedir. Mevcut sistem içerisinde en ufak bir insanî talebi bile sistemin ömrünü uzatacağı refleksiyle reddetmekte ve ara/kısmî çözümleri uzun soluklu devrim projesine tercih etmektedir. Halkların acil/yakıcı sorunlarıyla ilgilenmeyi ve gasıp sistem içi kısmî çözümleri, mesela sosyal demokrasiyi böylece devrim projesine kurban eden Sol eleştiri, muhtemel devrim sonrasında da yukarıdan aşağıya doğru/otoriter bir ideolojik homojenleştirmeyi ya da melezleştirmeyi ön görmektedir. Liberal demokratların tutumu ise her şeye kalkınmaya ve ulusal menfaate halel getirmemesi koşuluyla olur vermeye teşne bir yapıdadır. Yaşadığımız coğrafyada şimdilerde kıblesi felah değil, refah ya da kalkınma olan muhafazakâr-demokrat AKP'de ifadesini bulan bu liberal ve Hizbut-tahrir gibi hareketlerin anlayışında somutlaşan ertelemecilik veya "sol ertelemecilik" ve melezleştirmenin tezahürlerinden Müslümanlar olarak arınmalıyız.

Sonuç olarak çokkültürlülük önermelerinin ezilen halklara dönük bir yüzü köklü ya da bütünsel bir dönüşüm-çözümü değil, kısmî/ara bir rehabilitasyonu yansıtırken, diğer yandan da yerleşik statükoyu, ulus-devlet yapısını değiştirip küreselleştirerek ya da sınırlarını olduğu gibi bırakıp çokkültürlülük temelinde reforme ederek muhafaza etmeyi amaçlamaktadır.

Bu madalyonun bir yüzü…

Diğer yandan buna karşın bölgesel liberal-demokrat ya da global-postmodernist eğilimdeki önermelerin ise global ya da glocal/küreyerel köye dinsel/etnik/kültürel çoğulculuk adı altında melez/senkretik bir din oluşturma karakteri bulunmaktadır. Bu din ya da paradigmanın felsefi boyuttaki temel ilkesi ise rölativizmdir.

Parçaları yan yana getirdiğimizde çokkültürlülük/multikulturalizm ya da çoğulculuk/pluralizmin modernite içinde bir neo-reform hareketi, diğer bir yönüyle de ona alternatif postmodern bir paradigma ya da sistem önermesi olduğunu söyleyebiliriz. Her iki yönüyle de reel olarak kendi rönesansını yaşamakta olan ve dolayısıyla özellikle de fikrî açıdan İslam dünyasını tehdit eden bu yönelimin TC'de de çok yönlü tezahürleri bulunmaktadır. Ortalık ise kafa karışıklığından geçmemektedir! Ve daha da can sıkıcı olanıysa Müslüman mahallenin bu tip gelişmeleri kavrama noktasında içerisinde bulunduğu fikrî yetersizlik ve bunun getirdiği amelî olumsuzluklardır.

Hiç şüphesiz bu kavramlar altında yükseltilen ve/ya da bununla ilişkilendirilen birçok talep fıtrî/insani bir yapıda olmakla birlikte, aynı zamanda alabildiğine de tepkisel/duygusaldır. Dolayısıyla yükseltilen talepleri, arayışları ve serdedilen önermelerinin çeşitliliğini dikkate alarak sistem içi ve sistem dışı plural ve multikultural yönelimlerden söz edilebilir. Bu çeşitlilik indirgemeci bir tutumla tümden reddedilemez! Bulunduğumuz konumu dikkate alarak zalimlerce gasp edilen hakların iadesini talep etmek de salt sisteme eklemlenme olarak algılanmamalı; tersine devrimci istikamet ve uzun erimli topyekûn dönüşüm stratejimizden ödün vermeksizin hakları gasp edilen her türden mağdur kişi, kesim ve toplulukların gasıp zalimler karşısında sözcülüğünü yapma ya da bu yönde fiili ve etkin inisiyatif alma olgunluğuna erişmek olarak görülmelidir. Vahyin Mekke döneminde terazinin doğru tartılmasını ve hakların gaspedilmemesini gündeme getiren ayetler, cahili yapıyı meşrulaştırmak anlamına gelmiyordu. Bu açılım, bir yönüyle zalim güç odaklarını, mele ve mutrefini inzar iken, diğer yandan da bu tür fıtrî talep, yönelim sahiplerini kuşatma ve onları İslam'a akıtma, dönüştürme çabası olarak algılanmalıdır.

 

Dipnotlar:

1- Etienne Balibar'ın yaklaşımlarının detayı için dileyenler Immanuel Wallerstein ile birlikte kaleme aldığı ve Metis Yayınları tarafından "Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler" ismiyle çevrilen kitabına bakabilirler.

2- Bkz: Ramazan Yazçiçek, "Dinsel Çoğulculuk", (s: 125-216, 253-286). Ekin Yay. İst.

3- Bkz: Mustafa Eğilli, "… Etnik Sorunlara İslami Bakış", (Özgür-Der'in "Kürt Sorunu Forumu"nun İçinden), Özgür-Der Yay. İst.

Haşim AY
Haksöz-Haber

HABERE YORUM KAT