1. YAZARLAR

  2. ŞUAYB MEKEÇ

  3. Siyasette ulusçu, seküler temelli politik zemin aşılamaz mı?
ŞUAYB MEKEÇ

ŞUAYB MEKEÇ

Yazarın Tüm Yazıları >

Siyasette ulusçu, seküler temelli politik zemin aşılamaz mı?

29 Kasım 2022 Salı 10:54A+A-

''Onlar; eğer biz kendilerini yeryüzünde iktidar sahibi kılarsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti Allah’a aittir’’ (Hac 41)

Yüce Allah kimi savunursa o, düşmanlarının vereceği zarardan kesinlikle korunan kimsedir. Ve o tüm İslam düşmanlarından üstün kimsedir. Toplumsal şahidliğin ifasının zeminlerinden biri olan yöneticilikte ‘emaneti yerine getirmek’ konusunda sorumluluk üstlenenler; elbette namazlarını kılacaklar, Kur’an’ın anlamını zikredecekler, bollukta ve darlıkta dua edecekler ve onların gece gündüz büyük bir gayret içinde ve Rablerine her zaman yöneliş içinde olacaklardır. Toplumsal konularda öne çıkan bu kimseleri sadece bireysel ibadetlerin ifasıyla sınırlı kalmak rableri nezdinde kurtarmaz. Onlar bundan böyle toplum adına ciddi görevler üstlenmişlerdir. Onların liyakatlerine alt yapı sunan en değerli kazanımları onların muttaki duruşları ve ibadetlerine düşkünlükleridir. Onlar bireysel sorumluluklarla toplumsal sorumlulukları ve ümmetin maslahatını da omuzlarına yüklenmişlerdir. O iktidar sahipleri İslami kimlikleriyle yüklendikleri değerleri, ilkeleri ve ahlakı kendilerine verilen inisiyatif gerektiren alanlarda titizlikle yerine getirmeye hazırdırlar. Müslümanlardan bu anlamda öne çıkan kişilerin kolektif bilince sahip, şahsiyetli ve emanetin gereğini yerine getirme bilincinde kişilerden olması bir zorunluluktur.

''Onlar; eğer biz kendilerini yeryüzünde iktidar sahibi kılarsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti Allah’a aittir’’

En az iki yüz yıldır İslâm coğrafyasında birçok alanlarda girilen inhitat süreci ile birlikte ciddi bir düşüş ve durağanlaşma yaşanmaktadır. Bu inhiraf halinden kurtulmak konusunda az da olsa umut veren gayretler, bir uyanış ve ayağa kalkmak hamlesi gözlenmektedir. Çok değişik alanlarda; siyasetten ekonomiye, eğitimden ilme, davranışlardan ahlaka fikri, ilkesel, ahlaki, inançsal bir arınma ve uyanış çabalarına yönelmişlik elbette bizleri sevindiriyor ama bu çabalar çok azınlık kalmaktadır,  ama gayretin nitelikli oluşu sevincimizi artıran faktördür.

Üzülmeyin, gevşemeyin, eğer müminlerden iseniz mutlaka üstün geleceksiniz (Ali İmran 140)

İslam’ın yurdu olan bu topraklarda sürekli savunmada kalmamız ve sistemin işleyen reel politik kıskacının her seferinde bizden parçalar kopartması, kısaca bizleri ilkesiz tepkisel ve sıkışmışlık içinde davranmaya itmesi halinin muhasebesinin iyi yapılması gerekiyor. Tek parti rejiminin baskı ortamının ardından ilerleyen süreçte dindar-muhafazakâr kesimin sağcı milliyetçi batıcı partilere yönelmesi siyasi aktüel niteliksizliğin alt yapısı inşa etti. İslamcıların iktidara geldiği dönemde benzer eğilimlerin inişli çıkışlı etkisinin sürüyor olması canımızı sıkan da bir durumdur. Yüce rabbimiz; “günleri insanlar arasında döndürür dururuz” buyurmaktadır. Kur’an’da sünnetullah yasaları gerek hüküm ayetlerinde gerekse de kıssalarda alınacak derslerle dolu bir şekilde anlatılmaktadır. Bu anlatımlarda toplumsal yönden değişim, yükseliş, kazanma, başarma veya tam tersine kaybetme, başaramama konularında yasalar anlatılmaktadır. Bir topluluğun istikrar ve sıhhat içinde yol alması için plan-program-fikir ve eylem formülleri ve zindeliğine ihtiyaç vardır. Zira her Müslüman topluluk ancak bu şekilde varlığını devam ettirebilir.

Hızla sekülerleşen bir dünyada; tamamen olmasa da önemli oranda dindar kitlenin dini adeta sadece sloganlara, sembollere veya kültürel bir algıya indirgemeye çalıştığına tanık olmaktayız. Neticede bu eğilimlerin yoğun bir ilgisizliği ve vurdumduymazlığı artırdığı da aşikârdır. Bu gün İslâm’ın izzetini ve Müslümanların itibarını gözetmek ve korumak istiyorsak; dünya ve ahiret dengesini ‘hak’ temelinde sağlam bir şekilde kurmak durumundayız. Hülasa, dünyevileşme girdabına kapılmaksızın dünyayı önemsemek, dünyanın altında kalmaksızın üstünde ayakta durmaya çalışmak temel şiarlarımızdan olmalıdır.
Siyaset olgusu ile ahlâk olgusu hangi saikler ile ve hangi temelde belirlenmelidir?

“Eğer hayatımı bizzat tehlikeye atarak komşunun çocuğunu kurtarmak üzere yanan eve girsem ama kucağımda ölmüş çocukla dönsem, neticesiz kalan hareketimin kıymetsiz olduğu söylenebilir mi? Faydasız görünen bu fedakârlığa, neticesiz bu teşebbüse kıymet veren şey aslında ahlâktır.” (Aliya İzzetbegoviç)

Bir insanlık zaafı olarak politik çıkarlar kendi geleceğini düşünmeyi öne çıkartıyor; fakat dinin ilke ve ahlâk umdeleri ise değerlerle inşa olan bir hayatı yaşatmak istiyor. İslam siyaset ile dinin, tevhid ile ahlakın arasını ayırmıyor, aksine bir bütün olarak tanımlıyor. İslam’ın hak ve muhkem ilkeleri fikir, düşünce ve eylem bütünlüğü içinde siyasete, hukuka, ekonomiye ve çok çeşitli ilmi konulara yön verecek ilkeler ve değerler ihtiva etmektedir. Kur’an’ı Mübin bunlara sabiteler/muhkemler adını veriyor ve bu ilkeler temelinde inşa alan bir hayatı İslam olarak niteliyor.

Modern seküler devlet paradigması; dini ve ahlâkı kendisi için bir araç/enstrüman olarak görüyor!

Modern paradigmada din, devletin alt bileşenidir. Sosyolojinin ve kültürün bir parçasıdır. İslam ise ahlak ile siyaset arasında birbirinden ayrılmaz bir ilişki kurar.  İslam’a göre siyaset, hukuk, yönetim işleri, toplum ve birey sorumlulukları ahlaktan bigâne olamazlar. İnsan yeryüzünde rabbimiz tarafından halife olarak seçilmiş sorumluluk sahibi bir varlıktır. Modern insan din ile ilişkisinde kendisini daha üstte, dine ait olanı daha altta bir olgu olarak görmektedir ve ancak ihtiyaç duyduğunda bu din aracına başvurmaktadır. İçinde yaşadığımız toplum ve devlet yapısı bu niteliğe sahiptir. Şayet İslami hassasiyetlere sahip olduğunu iddia eden bir kişi bu sistem içinde yapıp ettiklerini İslami ilkelerle irtibatlandırmazsa yorum ve pratikleriyle bu seküler sistemin bir parçası olarak işlev görüyor, eylemlerini din karşıtı bir zeminde icra ediyor demektir.

Elbette içinde yaşadığımız toplumun İslami açıdan ıslah ve İslâm dünyasının özgürleşmesi Müslüman halkın içinden dar bir çevrenin sorumluluğu üstlenip diğerlerinin seyretmesiyle gerçekleşecek bir olgu değildir. Her birimizin temel misyonu, bu sorumluluğu taşıyacak nitelikli şahıslar yetiştirmek olmalıdır.

Yönetim ve siyaset konularında karşılıklı uyarı ve denetim ahlakı olmalıdır

İmam Cüveynî ve öğrencisi İmam Gazâlî siyaset/yönetim konularında sabiteler/katiyyat ve değişkenler/zanniyat ayırımı üzerinde durmuşlardır. Katiyyat ilkeleri bize, Kur'ân ve Sünnet ekseninde, siyasetin kurucu temel ilkelerini sunmaktadır. Bu kurucu ilkelerin zaman içinde nasıl uygulanacağı zanniyat alanına (yorum ve içtihatlara) bırakılmıştır. Meselâ, âdil ve meşrû bir devlet başkanını seçme yükümlülüğü kat'î bir hüküm, devlet başkanının nasıl seçilebileceği ise zanni/ictihadi bir meseledir. İslâm siyaset düşüncesinde öngörülen belli bir yönetim biçimi yoktur. Yönetim biçimi; tevhid adalet merhamet ve fıtri dayanakları gözetmek kaydıyla ictihadidir. İslâm siyaset düşüncesinde yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkiler, katiyyat hükümleri tarafından belirlenmek zorundadır.  ‘Muhkem ayetler Kuran’ın anasıdır’ (Ali İmran 7) bağlamı gözetilerek ‘Allah, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor’ (Nisa 58) , 'adil davranmak' ve 'şura' gibi referanslarını gözeten bir idare ancak İslami yönetim olarak adlandırılabilir (Bknz. El Menar Tefsiri, Ali İmran 7 hk.açıklama). Hangi şart ve mekânda yaşıyorsa yaşasın insanın siyasete, devlete, cemaate, dini öncülere ve ölçülere ihtiyacı bulunmaktadır. İslam hayatın kendisidir ve her yerde yaşanır; insan her zaman ve koşulda İslam'ı yaşamakla sorumludur: ‘’Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmayasınız; Ölçüyü düzgün tutasınız ve eksik tartmayasınız’’(Rahman 7-9) (İnsanın, hayatını insana yaraşır biçimde düzenlemesi için konmuş ilâhî yasalar bütünü olan din de denge kanununun bir tezahürüdür. Bunların özü adalet ilkesidir. İnsanın evrendeki dengeyi koruma sorumluluğunda temel ilke adalet olmakla beraber, bu dengenin korunmasında bir dikkat ve özen gerekir. Bunun adı ‘hakkaniyet’tir./Diyanet Tefsiri)

Asrı Saadet Kur’an-ı Mübin’in yaşamsal yönlerden; ilke ahlak ve yönetim konularında tezahür etmiş örnek bir dönemdir. Bu yaşanmış örneklik, ibret almak ve dersler çıkarmak için gerekli ve önemlidir. "İslam devleti" için ileri sürülen Rasulullah (sav)’in uygulamaları; öne çıkan ilk uygulamalardan olan "Medine Sözleşmesi", o dönemin en gelişmiş sivil-siyaset ve yönetim modelidir. Sözleşmenin temelinde Kuran’ın belirleyiciliği ve Rasulullah (sav)’in öngörüleri vardır. Detaylarda sahabe ve diğer sosyolojik unsurların ortak akıllarının süzdüğü ilkeler bulunmaktadır. Cahiliye döneminde güç belirleyiciydi; o dönemde yönetim iradesini kabile veya imparatorluklar temsil etmekteydi. Sözleşme, İslami yönetimin henüz sistemli haliyle yürürlükte olmadığı bir zamanda benimsenmiş bir uygulamadır. Ve ruhunu İslam’ın vahy öğretisinden almaktadır. ‘Ortak akıl'-'toplumsal irade'-'hukuk-adalet ve ahlak' uygulaması amacıyla oluşturulan kararların ön planda tutulduğu bir uygulamadır. İçinde yaşadığımız devlet ve yönetim olgusunda siyaset ancak bilgi-akıl ve insanlık tecrübesinin somut sonuçlarıyla belirleniyor. Bu olgu kendi kabulleri içinde bir koşullandırmayı doğurmuş durumdadır. Bu işleyişte reel politik öncelikler, devlet/ulus çıkarları, üst fayda gibi gerekçeler belirleyici olarak kabul edilmektedir.

Tüm Müslümanlar ve insanlık için ihtiyaç olan yönetim ve siyaset herkes ve her kesim için adalet, özgürlük, eşitlik, barış ve refahı sağlayacak bir sistemde güven içinde yaşamak ve gelecek inşası için gereklidir ve değerlidir. Ama bu konuların merkezinde gözetilmesi gereken sabiteler ve fıtri teamüller bulunmak zorundadır. İslam bir ahlak veya kültür dini değildir. İslam hayat dinidir ve tüm hayat unsurları üzerinde belirleyici sabiteleri/katiyyat ilkeleri bulunmaktadır. Yoruma açık/değişken/zanniyat özellikteki konular yorum ve içtihatlara açıktır. Bu bağlamda omurgası adalet, merhamet ve fıtrat temelli bir ahlak olan bir siyaseti ve yönetimi herkesin önemli ve zorunlu görmesi gerekir.

Sekülerlik giderek artıyor; teknoloji de artıyor. Teknolojinin artması, tüketim, hız ve hazın artması olarak tezahür ediyor. Tüm bunlar günümüz insanını anlamsızlık boşluğuna ve yorgunluğa sevk ediyor

Bu çağın üzerimizde sebep olduğu bazı belirleyicilikler söz konusu.  Seküler yaşamın giderek tümüyle insanları meşguliyete mahkûm etmesi ve İslami olandan uzaklaşma eğiliminin artması söz konusudur. Tüm bunlara karşın, yeryüzündeki rabbimize kulluk etme imtihanımızın bir gereği olarak derin bir muhasebe içinde olmalıyız. Her şeyin bir çaresi vardır. Bu bunalımın çaresi de karanlıkları aydınlatan rahmet dini olan İslam’dır. İslam şu aşamalarda rahmetiyle tecelli eder:

A-Samimiyet içinde ihlasla yüklü bir imanı inşa etmek.

B-Din ve fıtrat temelli bir muhasebe içinde olmak.

C-Tevhid, din ve ibadet değerleri üzerinde kurulu bir cemaat olmak.

Seküler kültür ve ideoloji İslami ilkelerin fikir eylem bütünlüğünün olmadığı veya zayıfladığı şartlarda hâkimiyetini kuruyor!

Kemalist ideoloji, İslami birikim, fıkıh ve ahlaki yönlerden zindeliğini kaybetmiş bir toplumda kurduğu baskı sistemiyle dağınıklığı daha da artırdı ve sekülerleşmenin önünü açtı. Halkı dönüştürme uygulamalarında devlet aygıtının tüm imkânlarından yararlanıldı. Baskı dönemi uzadıkça farklı uzlaşma ve ödün verme dönemleri yaşandı. Sağcı muhafazakâr birey; siyaset, bürokrasi, akademi ve eğitimde, sivil alanlarda ve çeşitli meslek kuruluşlarında resmi ideolojinin milli, yerli, devletçi tanımlarını sentezleyerek sistemde kendine meşru bir konum edinmeye çalıştı. Bu gün siyaset içinde yer alan ve iktidarla tanışan dindarların veya muhafazakârların mevcut sisteme ve Kemalizm fikriyatına yakınlığı da artmış durumdadır. "Sentezcilik" derecesini daha da artırdı; yakın tarihte yaşananlar yoğun bir tevil aşamasından geçiriliyor ve yeni Atatürkçü yorumlar şeklinde arzı endam etmeye devam ediyor. Muhafazakâr dindarın öteden beri milliyetçilik, kutsal devlet bağlamlarıyla arası her zaman iyi oldu. Bir tespit olarak şunu ifade etmeliyiz; dindar kesimlerde fıtri ve İslami özgünlük yakalanamamışken ve içtimai işleyişte fikirde ve yönetimde şûrâ işleyişi kurumlaşmamışken böylesine bir modernleşmeye ve tevilciliğe meyletme durumu tam bir acziyet halinden başka bir şey olmasa gerek! Dün, tek parti rejiminden kurtulmak adına dindar kesimin oylarını alarak iktidar olan sağcı-batıcı-milliyetçi ve ulu önderci bir parti olan DP yönetimi iktidarının başlarında (1952’de) çıkarttığı 5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma ve Kollama Kanunu” ile M. Kemal’i bir kült haline getirmişti.

“Yönetimin değişmesine imkân veren en uygun yöntem demokrasidir” kabulü dindarların kendilerini haklı ve meşru gördükleri bir iklimi büyütüyor. Bu iklimde ‘daha rahat hareket edebilmek’ saikiyle Atatürk yeniden tanımlanmaya çalışılıyor. Reel politiğin modern dindar aktörleri ‘çağdaş medeniyetin ulaştığı formlara’ uygun gerekçeler öne sürüyor veya kendilerini yenilediklerini iddia ediyorlar. Dindar profil, dün “Türkiye’nin şartları” tekerlemesiyle ‘icbariyet altında ruhsat sayılabilir’ tezini bu gün daha bir homojenleştirerek Kemalizm temelli düşünce yapılarına dönüştürmeye başladı. Bir tarafta batıcı, ilerlemeci, pozitivist yaşam tarzlarıyla Atatürk misyonunun gerçek sahipleri olduğunu söyleyen kesimler, diğer tarafta vesayetten kurtulmak için Kemalizm ile bağ kuran dindarların görüntüsü ilginç bir tevilin ve Atatürkçülük idealinde buluşmanın görüntüsünü veriyor! Kısaca, ‘Acaba bu muhafazakâr siyasetçiler Kemalistlere ve dünya istikbârına karşı takiyye mi yapıyorlar?” sorusunun cevabı kolayca cevaplanamamaktadır da denilebilir.

Hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır! Onlar, Rabbimizin koyduğu ilkelere ‘hak’ ve ‘hidayet esasları’ olarak inanan kişilerdir!

Müslümanlar için en kıymetli olan konu; İslam’ın ilkelerine uygun icraatların uygulamaya konulduğu, marufun emredilmesi münkerin nehyedilmesi anlamına gelen ıslah çabalarının yürütüldüğü, tebliğ ve davetin kesintisiz devam ettiği, ümmet kardeşliğinin korunması ve gelişmesi için ittika ölçülerinin tüm hayata şekil verdiği vasatların yakalanabilmesidir. İslami camiada, 15 Temmuz sonrası giderek artan ve yaygınlaşan şekilde ‘vatan birliği’, ‘ülke menfaati’, ‘halkımızın üst çıkarları’ gibi vurgular öne çıkmıştır. Dikkat edilmediği takdirde pekâlâ ulusçuluk temelli tezleri çağrıştıracak bu nevi kavramlaştırmalar Müslüman akılda önemli bazı inanış ve değerleri cahiliye anlayışına dönüştüren bir etkiye sahiplerdir. Modern dönemin örselediği en temel kavram ve esaslar; tevhid ölçüleri, Müslümanların kardeşliği, ümmet olgusu, cemaat olgusu, davet çalışmalarında süreklilik, ibadetlerde devamlılık, infakta hassasiyet ve hayatı kuşatan kitabımız Kuran’da açıklanan şer’i, ahkâmi fıtri ve ahlaki umdeler gibi konular olmuştur.

İslami mücadeleyi üstlenecek yapıların en önemli alamet-i farikası, reel siyasetin çekiciliğine yahut kuşatıcılığına rağmen bağımsız, özgün çizgisini sürdürebilmesi olmalıdır.

Türkiyeliliğin ve Türkiyeciliğin yeniden keşfedilmesi mi?

Kavramsal açıdan Türkiyeli olmak ile Türkiyeci olmak arasında pek de bir ayrım kalmadı, her iki kullanım da ulusal devlet paradigmasına çıkıyor. 90'larda bu kavramlaştırma ulusal mensubiyeti kastetme ile reel aidiyeti işaret etme arasında ayrışabilen anlamlar yüklenmekteydi. Türkiyeli, Filistinli, Mısırlı Müslümanların birbirlerine üstünlüğü ancak takvada ve hayırda yarışmaları ile mümkün olabilir.

Türkiye’nin Mısır’la bozuşma nedenleri belliydi

Bozuşma nedenleri izzetli ve ilkeli bir bakışa dayanıyordu. Türkiye, Arap Baharı sürecinde Mısır halkının diktatör rejimden kurtulma iradesi ve Müslüman Kardeşler’in aldığı rolü desteklenmişti. Kardeş Mısır halkının iktidarlaşma sürecine müdahale edildiğinde ve halkın direnişi binlerce kişinin şehid edilmesiyle bastırılmaya çalışıldığında Türkiye yönetimi ve Türkiyeli Müslümanların tavrı Mısır halkının mazlumiyetinden yana oldu. İktidardan alaşağı edilen İhvan kökenli siyasetçiler ve tutuklanan binlerce direnişçi desteklendi. Resmi ideoloji tarihinde alışık olunmayan bu ilkeli duruş karşısında içerden ve dışardan ulusçu solcu batıcı laik ve Kemalist çevreler Türkiye’nin siyasetini eleştirmeye başladılar. Devletin ‘ümmetçi politika’ izlememesi gerektiği, ‘devletlerarasında dargınlığın olamayacağı’ bu çevrelerce savunuldu. Süreç içinde Türkiye’ye bu onurlu tavrının karşılığı, Batı, ABD, Suud ve körfez emirlikleri tarafından ekonomik zarar bilançosuyla ödettirilmeye çalışıldı. Türkiye bu tavırlara aldırmadı. Süreç uzadıkça ekonomik sıkışmışlığın aşılma arayışlarında bazı politika değişikleri benimsenir olmuş, bir süredir Mısır’la görüşmelerin başladığı medyada yazılır çizilir olmuştu. Basına yansımış haliyle Mısır’ın cuntacı yönetimiyle ilişkiye girildiğini artık gözlerimizle de görmüş olduk. Konuyu politik açıdan beter olandan kurtuluş yolu olarak izah etmek bir nebze anlaşılabilir. Ulus devlet mantığıyla savunulan bu yakınlaşmayı geç kalınmış bir diplomasi olarak gören bazı dindar muhafazakârların halleri mebzul bir görünüm arz etmektedir. Kraldan çok kralcılığın beslediği bu ilkesizlik Kemalizm ile yakınlaşmak konusundaki mantığın hemen hemen aynıdır. Suriye rejimi ile ilişki kurmayı savunmak ve mülteciler konusundaki ırkçı yaklaşımlar da işin cabası…

Modern çağın sözde rasyonel, reel, politik, nasyonal gibi kavramlarla ifade edilen bu bakış açılarla sürüklenilen faydacılık halinin görünümü Müslüman zaviyeden nasıl da tam bir ilkesizlik hali olarak görünmektedir.

Şu ayeti celile bu faydacı yaklaşım sahiplerinin çelişkilerini ortaya koymaktadır:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahid getirir; oysa o azılı bir düşmandır. Eline yetki geçtiği zaman da yeryüzünde fesat çıkarmaya, insanın ürününü ve neslini yok etmeye çalışır: Ama Allah fesadı sevmez. (Bakara 204,205)

Seküler nitelikteki modern hayat tarzı, bir yandan “ilerleme” adına tabiatı, doğayı tahrip ediyor; diğer yandan ise kişinin İslami ilke ve ahlak konularındaki duruşunu bulandırma etkisine sahiptir. Modern hayat aile, cemaat ve ümmet meselelerinde ve toplumu bir arada tutan değerleri saptırıyor, nesilleri bozuyor ve insan fıtratını alabildiğince tahrif etmeye çalışıyor.

Gaflet ve düşkünlük psikolojisinden kurtuluşumuz umut ve hikmet dini olan İslam sayesinde gerçekleşecektir!

Ey iman edenler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar. (Muhammed 7) “Şeytandan sana bir dürtü/vesvese gelirse, Allah’a sığın. Şüphesiz ki O, (işiten ve dualara icabet eden) Semi’, (her şeyi bilen) Âlim’dir. Korkup sakınan (muttakileri), şeytanlar (vesvese ve kışkırtmalarıyla) kuşattığında, (Allah’ı) anıp hatırlarlar. (Bir de ne göresin hemen o hâlden kurtulmuş, şeytanın vesvesesine karşı) basiretli hâle gelmişlerdir.”(Araf 200, 201) ‘’Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Sen (sihirbazları cezalandıracaksın da) Mûsâ'yı ve kavmini, bu ülkede fesat çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını terk etsinler diye bırakacak mısın?" Firavun, "Biz onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Biz onların üzerinde ezici bir güce sahibiz?" dedi. Mûsâ, kavmine, "Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır" dedi. Dediler ki: "Sen bize gelmeden önce de bize işkence edildi, geldikten sonra da." Mûsâ, "Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve sizi bu yerde (Mısır'da) egemen kılıp, nasıl davranacağınıza bakacaktır" dedi’’(Araf 127, 129)

Hayatta önemli olan sabretmek, topukları üzerinde geriye dönmemektir. Mısır’ın ve Suriye’nin katkılarını İslam halkları ve haleti ruhiyeler topluca hissetti ve yaşadılar. Dağılmışlığımızın toplanması ve Kur’an ümmeti olmak bilincinin yükselmesi bu nevi uyanış evrelerine muhtaçtır. İslami mücadele ve davette asıl olan tüm Rasullerin yolundan süzdüğümüz gibi önceliğimiz iktidar olmak değil, Rabbimizin razı olacağı, hakkı, sabrı ve adil şahid bilinci kavramış Kur’an ahlakı ve Rasulün (sav) sünnetinin hikmetlerini kavramış hayırlı ümmet nüvesi olabilmektir. Modernitenin kuşatmasına karşı sağlıklı bir bünye, ilkeli bir temel ve üzerinde yürüyeceği sahih ve hidayet üzere bir alt yapısı oluşmamış hareketlerin veya iktidar hamlelerinin zaaflardan kurtulamayacağı ve kaybolup gidici oldukları unutulmamalıdır.

Rabbimiz işlerimizi İslam’ın güzellikleriyle amellerle tezyin etsin. Bu günümüzü ve geleceğimizi İslam’ın rahmet mağfiret ve hidayet yolundan ayırmasın inşaallah.

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum