1. YAZARLAR

  2. Süleyman Seyfi Öğün

  3. Sanatlar üzerinden bir tuhafiye tarih hikayesi
Süleyman Seyfi Öğün

Süleyman Seyfi Öğün

Yazarın Tüm Yazıları >

Sanatlar üzerinden bir tuhafiye tarih hikayesi

20 Ocak 2011 Perşembe 00:23A+A-

Bir üniversitede bitirme ödevi olarak pornografik bir çalışmanın yapılması; Kanuni Sultan Süleyman'ın hayatının anlatıldığı "Muhteşem Yüzyıl" ve Said-i Nursi'nin hayatının anlatıldığı "Hür Adam" filmlerine ilişkin tepkiler; Kars'taki bir heykelin yankıları üst üste geldi.

Gündemimiz "sanat" odaklı yarı-siyasal, yarı-ahlaki bir dizi gerilime odaklanmış vaziyette. Öyle gözüküyor ki, bu tartışmalara aynı düzlemlerde sürdürmek gerilimleri artırmaktan başka bir işe yaramayacak. Türkiye'de kamuoyları bu konularda çok fazla hassas gözüküyor. Dikkat etmek lazım: İnsanlığın bir "tuhafiye tarihi" de var. Doğu Roma'da hipodrom takımları olan Maviler ve Yeşiller koca bir iç savaşı başlattıysa, ya da nasıl Honduras ve El Salvador, tartışmalı bir futbol maçının ardından savaşa girdiyse, maazallah biz de bir film, beste ya da heykel yüzünden bu tuhafiye tarihine dahil olabiliriz.

Bu dünyada milyarlarca insanın sürdürdüğü basit ve sıradan hayatlar mevcut. Anton Çehov'un olağanüstü güzellikte hikâyeleştirdiği "Memurun Ölümü" tarzı hayatlardır bunlar; ezilmiş, fersiz, umudu ve iddiası olmayan... Bir yönüyle çok hazin, başka bir yönüyle de alabildiğine tehlikeli. Sıradan (avami) ve seçkin (havasi) hayatlar arasındaki farklar, eski dünyada o denli sorunlu değildir. Çünkü, eski dünyanın dirençli metafizikleri ve aşkın değerleri vardır. Metafiziği olan dünyaların insanlarını ego şişmesinden men edecek, farklılıklarını abartmaktan alıkoyacak o kadar çok ölçü mevcuttur ki; yetenekleri, hünerleri ya da başarılarıyla temayüz etmiş seçkinler, kibirlenmeyi bırakalım, bunları açığa çıkarmaktan bile çekinirler. Onları sıradan insanlardan ayıran hususlar, ancak başkaları onları dolaylı dillerle değerlediği durumlarda; o da hafif tertip ortaya çıkar. Eğer övgüler artarsa ve kabul edilebilir sınırları aşarsa, bizzat buna muhatap olanlar bile rahatsız olur ve şımarmak bir yana, durumu hiç de hayra yormazlar. Melami meşrep hallerde bu tutum ve davranışların çok sayıda örneğini bulabiliriz. Bu kültür, sıradan ve farklılaşmış insanlar arasındaki muhtemel gerilimleri yumuşatan bir iklime işaret eder. Öte yandan seçkinleşmenin dinamikleri bilgi ve hünerler, eski dünyada zenaat dünyasının içinde örgütlenir ve geleneğe eklemlenir. Yenilikler ya da bireyselleşmeler, birer meydan okumalar, yadsımalar üzerinden değil, geleneğin içinde tezahür eder. Onun için eski dünyanın manifestosu yoktur.

Modern dünyada ise böyle bir ılıman iklim mevcut değil. Modern dünya seçkinlerle sıradanlar arasındaki gerilimleri tırmandıran özellikler gösteriyor.

Modernizmin bir özgürleşme iddiası olarak tezahür ettiğini biliyoruz. İnsanın kendisini gerçekleştirmesi (self-made man), içindeki "yaratıcı" güçleri açığa çıkarmaya yönelik iştihası bunun nirengi noktasıdır. Bu iddia, yöneliş ve talepler şu ya da bu şekilde metafizik dünya ve geleneklerle sorunlu olmuştur. Bunu da kendi içinde anlaşılır bulmak gerekir. Çünkü "metafizik" ya da "aşkın"lığa dair ölçülerin, bir şekilde insanın içinden gelenleri, yani "içkin" olanı "şekillendirdiği aşikârdır. Bu hem "ilham kaynakları" açısından, hem de ortaya çıkan "eserler" açısından baskın bir durumdur. Şimdi burada durup "şekillenmek" ve "sınırlanmak" arasındaki farkı odağa almak gerekiyor. Radikal burjuva entelektüalizminin iddialarına göre, "eski" -onlara göre aynı zamanda köhne eski- dünyanın şekillendirmesi bir özgürlük ya da yaratıcılık kaybıdır. Acaba, bu düşünce ne kadar doğrudur? Kanaatimce, pek de değildir. Özellikle "ilham" kaynakları itibarıyla metafiziklerin ilhamı sınırlandırmak bir yana, derin bir şekilde beslediğine dair çok sayıda örnek verilebilir. Mesela bütün zamanların en büyük bestekârlarından birisi olan J.S.Bach'ın, müziğini Tanrı ile ilişkilendirdiğini ve "Tanrı bu dünyayı uyum içinde yarattı. O halde O'nun kulu olan Bach da müziğini aynı esasa göre şekillendirecekti." dediğini biliyoruz. Dolayısıyla, "Bach'ın müziği metafizik ile sınırlandırıldı; eğer öyle olmasaydı Bach daha özgür kalır, kim bilir hangi güzelliklere imza atardı? Demek çok tuhaf bir düşünce olurdu. İlham kaynaklarının metafizikten temellenmesi bir kısırlık değil; tam tersine büyük bir zenginlik olduğunu söyleyebiliriz.

Sorun, "kurumsallaşmış din" ve onunla sıkı bir alışverişte bulunan "kurumsallaşmış siyaset" ile "sanat" arasındadır. Bu dogmalarla, sanatın yorumları arasında doğan sorunları tarihsel bir davanın konusu haline getirmesi itibarıyla burjuva çıkışın önemi inkâr edilemez. Ama bu karşı çıkışın kendisi de bir noktadan sonra sorunludur. Kurumsallaşmış dinin temsilcisi olarak Kilise'ye karşı çıkış kendi içinde aşırılaştırılmış ve burjuva "estetin" toptancı bir şekilde metafizik kaynaklarla ve geleneklerle bağ kurmayı reddetmesine dönüşmüştür. Çok sorunlu olan ve sanatın yabancılaşmasında başat öneme sahip süreçlerde izlenmesi gereken bir dönüşümdür bu.

Yabancılaşmanın tezahür ettiği ilk odak, sanatçının bağımsızlaştırılması olgusunun, içerdiği yoğun "kişiselleştirilmesiyle" sanatın kamusallaşması ya da "toplumsallaşması" arasındaki çelişkidir. Modern sanatçı özgür ve bağımsız karakteriyle "içinden geleni" eksene alarak "kişisel" yorumunu ortaya koyacaktır. Bağımsız sanatçının en uçtaki kişisel yorumlarından kaynaklanan eserler toplumsal alanda karşılığını ne kadar bulabilecektir? Bu uzlaşması son derecede zor bir çelişkidir. Bu çelişkinin giderilmesi için genellikle yapılan, sanatın ve sanatçının ayrıcalıklı bir üst konuma yerleştirilmesi olmuştur. Bu zenaatlar dünyasından sanatın arındırılmasıyla (kopartılmasıyla) başarılan bir durumdur. Artık zenaatlar basit, sıradan beceriler ve hünerlerin; sanat ise yüce duyguların alanıdır. Larry Shiner, buna "sanatın icadı" demekte haklıdır. Yüce, özel, "dahi" sanatçı üretmekle, vasatlığı, sıradanlığı temsil eden toplumsal ise ona ulaşmakla ve hakkını vermekle mükelleftir. Sanatı üretenlerle tüketenler arasında hiç de eşit olmayan; hatta otoriterliğe açık bir ilişkidir bu. Bazı aracı kurumlar-başta eleştirmenlik olmak üzere buna eklemlenir. Toplumsala neyi tüketeceği konusunda doğrultu kazandırmaya dönük bir kültür vesayetçiliğini başlatır. Bunun da demokratik olmadığı aşikârdır.

Sanatın icadı ve yüceltilmesi, eserlerin ürüne dönüşmesi (meta'laşması) süreçlerinde yeni çelişkiler peşi sıra gelmiştir. Sanatçı bu süreçlerde kazandığını sandığı bağımsızlığı kaybetmektedir. Sanat ürünü, alınan ve satılan şey haline geldikçe, değişim değerine dönüşmekte, sanatçılar piyasanın, ya da artık bir müşteriler dünyasına evrilen toplumsalın kültürel vasatlarında üretmeye zorlanmaktadır. Kitle kültürü bu vasatların tek tipleştirilmesine dönük standartları ortaya koyar. Yaşamak için bu standartları tatmin edecek ürünler ortaya koyması istenir sanatçılardan. Sanatçı Tanrı'dan ve gelenekten bağımsızlaşmış, ama kültür piyasasının gerekliliklerine teslim olmuştur. Bu hazin bir tecrübe olsa gerekir. Bazı sanatçılar, özgül sanat akımları etrafında cemaatleşerek, "ciddileşerek" ve soğuk bir akademizm geliştirerek kendilerini piyasadan arındırmayı denediler. Frankfurt Okulu'nun çok üzerinde durduğu "ciddi sanatlar" ve sanatçılar, nihai tahlilde, sanat ve sanatçının bağımsızlığını, dramatik bir kapanma ve kopuşa dönüştürdüler. Arendt'in ifadesiyle homo faber'den animal laborens'e giden bir evrilmedir bu. "Sanat sanat içindir" tezi buna işaret eder. Bu da, yabancılaşma süreçlerine eklemlenen yeni bir sayfa olmaktan ileri gitmedi tabii ki. Diğerleri ise, önce kitle, daha sonra da popüler kültürler etrafında öbeklendiler. İlki katı standartlar, diğeri ise normsuz ve uçucu bir çeşitlilik içinde endüstrileşti. Her iki aşamada da sonuç değişmedi ve sanatın toplumsallaşması sanatçının (ya da sanatın) bireyselleşmesini sindirdi.

Akademik, ciddi sanat nasıl bir savrulmaysa; toplum için sanat yapma esasında gelişen bir sanat popülizmi o derecede bir savrulmadır. Aslında piyasaya teslimiyetin, ya da buradan beslenmenin estetizasyonudur, "yüce halkın şaşmaz sağduyusuna ve takdirlerine mazhar olmaklık" hali.

Sanat, toplumsallaştıkça siyasallaştı da. Başlangıçta saf, saf siyasallaşmış muhalif bir sanatın dünyayı değiştireceğine inanıldı. Oysa sanatın siyasallaşması iki yönlü işledi. Muhalif sanatların yanında resmi sanatlar da türedi. Sanat-siyaset ilişkisi arttığı nispette, sanat üzerinde siyasal baskılar da arttı. Bu ilişki sanatçının ontolojisinde bir tuhaflık doğurdu. Öyle ki; siyasetin gadrine uğramak bazı sanatlar ve sanatçılar için basbayağı bir kariyer ispatı haline geldi. "Siyasal iktidarla vuruşmak", onun hışmını çekmek (tıpkı matador oyunu gibi) bir sanatçı için değer ve itibar kazanmanın aracı olarak görüldü. Siyasal vuruşmaların sanatsal

alanlarda yürütülmesi, sanatsal vuruşmaların siyasallaşması arasında bir ayırım yapmak zor.

Bugün popüler kültürün şaşırtıcı eşleşme çeşitliliği içinde vuruşmalar birikerek devam ediyor. Dün bu, "kitle kültürü-ideoloji" ilişkisi içinde yapılıyordu. Popüler kültür ideolojileri çözdü. Yeni iletişim teknolojileri ise vuruşmaları toplumsal hayatın çeperlerine yaydı ve herkesi buna müdahil kıldı. Artık vuruşmalar doğrudan "hissiyatlar" ve "hassasiyetler" üzerinden yapılıyor. Bunun aktarımı başlı başına sorunlu bir alan. Hissiyatlara uygun sağlam diller inşa etmek çok zor. Bu kaotik ortamda Sanatın geldiği yer, hissiyatları ya da hassasiyetleri "tatmin etmek" ile "tahrik etmek" arasındaki dar bir eşik. İşte o dar eşikte şekilleniyor o mutantan sanatsal "projeler", "stratejiler", "etkinlikler". Burada insanın hangi pozisyonda durduğu, hangi taraftan konuştuğu artık hiç önemli değil. Önemli olan bu tuhafiye tarihin ne derecede tanığı olabildiği..

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT