1. YAZARLAR

  2. ASIM ÖZ

  3. Romandan Sonra Öykü: Uzun Öykü Mü?
ASIM ÖZ

ASIM ÖZ

Yazarın Tüm Yazıları >

Romandan Sonra Öykü: Uzun Öykü Mü?

28 Temmuz 2008 Pazartesi 14:52A+A-

Öykü yazmak, sahneye çıkıp konsantre bir şarkı söyleyip hayret dolu bakışlar altında sahneden inmektir. Oysa roman yazmak birkaç saatlik bir konser vermek ve bir fırtına yaratmaktır. Benim tercihim tek bir şarkı söyleyip inmek... Romanda nihayete erdirmek zorunluluğu vardır. Ama hikâye tamamlanamayacağını anladığınız zaman biter. Okurla çok fazla paylaşılan, okunduğu zaman tamamlanan bir şey...” diyordu bir konuşmasında Yıldız Ramazanoğlu.

İbrahim Yıldırım ise şöyle diyordu. “Sanırım ben öyküler de yazan bir romancıyım. Fakat öyküyü önemsiyor ve bu türü düzyazı laboratuarı olarak görüyorum. Çünkü öykü, kural tanımazlığı, başına buyrukluğu ve kısalığı dolayısıyla deney yapmaya çok uygun bir tür. Öte yandan öyküye yakın olan tek tür bence roman. Öykünün şiir, denemeye yakınlaştırılmasını, bambaşka alanlara kaydırılmasını doğru bulmuyorum.”

Bu sözleri kuşağının dikkat çeken isimlerinden Cihan Aktaş’ın, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun ve Halime Toros’un roman yazan öykücüler arasına katılışları üzerinde ayrı ayrı sorunlaştırmak mümkün.( Roman olarak yayınlanmasına rağmen Yıldız Ramazonoğlu’nun İkna Odası adlı kitabının uzun hikaye olduğunu düşündüğümden Yıldız Ramazanoğlu’nu burada ayrıca anma gereği duymuyorum.)

Halime Toros Halkaların Ezgisi’nden sonra hikayeyi bıraktığı izlenimi vermişti. Asyanın Kandilleri adlı gezi kitabı yayımlanan yazarın bu aralar yeni bir öykü kitabı üzerinde çalışmakta olduğunu biliyorum. Fatma Karabıyık Barabrosoğlu öykü yanında Hiçbiryer ve Fatma Aliye: Uzak Ülke adlı iki roman yazdı. İlk romanı Hiçbiryer üzerine Ömer Lekesiz önemsediğim bir eleştiri kaleme almıştı (Hece Sayı: 87)

Türlerin belirgin sınırlarını kaybetmekte olduğu bir edebiyat ortamında yaşıyoruz bu gün. Bunun olumlu yanları olduğu gibi olumsuz yanları da var. Sonuçta roman ve öykü birbirlerine yakın olsalar da kendi ırmaklarında akan ve bu anlatı ırmaklarının kendi özgürlükleri içinde bir anlam ifade eden iki ayrı tür. Öykü yazan romancılar da var, romanı deneyen öykücüler de. Öykünün şiire, denemeye yakınlaştırılmasını, bambaşka alanlara kaydırılmasını doğru bulmayan yazar ve eleştirmenler olduğu gibi tam tersini düşünenlerde var.

Öyküyü deneme tahtası olarak görüp ardından romana geçenleri tür fetişizmi ile küçümsemenin de bir türde güçlülüğünü ispatlamaksızın türler arasında dolaşanları da doğru bulmadığımı hemen belirtmeliyim burada. Öykünün romanın hazırlık aşaması olduğunu söyleyenler çoğu zaman doğru söylerler. Işık Yanar gibi doğrudan romanla (Dört Adem) başlayanlar içinse bir anlam ifade etmez bu yargı.

Öyküdeki anlatımını yetkinleştirerek romanlara hatta nehir romanlara ulaşan anlatıcılar ise çok sesli ve renkli edebiyat dünyasının bir başla gerçeği. Diğer yandan öyküleri denemeye yakın duran yazarlar da var (örneğin Nehir Aydın Gökduman özellikle Eylülle Gelen kitabı )

Günümüz öykücülüğünde giderek güçlenen bir başka eğilim de kısa küçümen öyküler. Ferit Edgü ve Refik Algan gibi isimler yanında bu türe yeni adım atan Mustafa Ökkeş Evren gibi isimler de bu alt türe güç katan isimler. Öykünün giderek kısaldığını kanıtlayan isimler aynı zamanda bunlar.

Öykü ne olursa olsun süreli yayınlara ait bir tür aynı zamanda. Dergilerde yayınlandıktan sonra kitap olarak karşımıza çıkar öykü. Roman ise her zaman kitap olarak karşımıza çıkar. Tefrika roman olsa bile bitmiş bir bütünün parçalarını okuruz. Dergilerin kısıtlı sayfaları aynı zamanda modern öykücülüğün belli başlı özelliklerinin oluşumuna da zemin hazırlamış daha sonra bu gelenekselleşmiştir.

Öykücü olarak başladığı halde son yapıtlarından dolayı kendisini daha çok roman yazarı olarak tanımak/anmak zorunda olduğumuz Cihan Aktaş’ın yeni bir öyküsü yayımlandı. Aktaş, romandan sonra; sanırım öykü yazarı olarak öykünün tadını bildiğinden olsa gerek öyküyü boynu bükük bırakmak istemedi.

Derkenar dergisinin 21. sayısında. Sedef’e Benzemek başlıklı hikaye Derkenar’ın çift sütunlu sayfalarında tam on altı sayfa yer tutmuş. Hece’nin tek sütunlu sayfaları ile en az yirmi sayfa tutabileceğini tahmin etmekte güçlük çekmediğim bu öykünün ne’liği ya da Cihan Aktaş öykücülüğündeki yeri noktasında farklı şeyler söylemek mümkün. Onun için burada öykünün çözümlemesine girmeyeceğim.  Burada şunu da hemen belirtmeliyim: öykü kahramanlarının bütün düş kırıklıklarına rağmen Cihan Aktaş en sevdiğim öykücülerimizdendir.

Öğrencilik yıllarımdan itibaren onun öyküleri kadar öyküleri üzerine konuşmalarını ve başkalarının yazdıklarını Kitap Dergisi, Dergah, Haksöz, Hece, Eşik Cini vb. süreli yayınlardan izlemekten büyük bir mutluluk duydum. Bazılarının kendisini incittiğini bilsem de yazısına giden farklı patikalar gördüm bu yazılarda.

Benim burada sözünü etmek istediğim nokta ise Cihan Aktaş’ın tekrar öyküye dönmekte oldukça zorlandığı. Adını andığım derginin üçte birlik bir bölümünü kapsayan tek öykünün uzun anlatımını bunu kanıtlayan bir örnek olarak görüyorum.  

Her iki türün yani öykü ve romanın tahkiyeye dayanması bunları birbirine yakın kılan unsurlar. Başka sebepler olmakla birlikte bunun uzunluğu veya kısalığı bu iki türün sınırı ve olarak anılabilir.

Öykücülerin roman yazarlığını denemeleri karşısında bir gücenme ya da öykü safını tutarak eleştiri kılıcı sallamayı hiç düşünmedim. Böyle bir tavır içinde bulunmanın yazarların yazın türü seçimine bir kısıtlama getirdiğini düşünüyorum. Öte yandan da anlatımın uzaması kanımca öyküyü tehlikeli sulara çeken bir eğilimdir…

Ben olsaydım, diye düşündüğümde, öykü ile roman arasındaki akrabalık kadar akrabalar arasındaki uzaklıklara da dikkat kesilirdim.

Belki de yanlı/ş ama ben böyle düşünüyorum.

 

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum