1. YAZARLAR

  2. Süleyman Seyfi Öğün

  3. Parça tesirli bir dünyada kıvamsız varoluşlar
Süleyman Seyfi Öğün

Süleyman Seyfi Öğün

Yazarın Tüm Yazıları >

Parça tesirli bir dünyada kıvamsız varoluşlar

13 Eylül 2008 Cumartesi 05:09A+A-

Bilgeliğin kendisine özgü bir epistemolojisi var. Felsefi bilgiden farklı olarak bilgeliğin esas aldığı bilginin zaten mevcut olduğu öngörülür. Yani şaşırtmalarla yüklü sonu gelmeyen serüvenler gerektirmiyor; bir keşfetme işi. Sadece özel bir farkındalık gerektiriyor.

Kimilerinin duygusal akıl dediği bir akılla kavranıyor. Bilgeliğin bilgisi, dış dünyanın alametlerinden yola çıksa bile içeriye dönük bir izleğe sahip. Sokrates bilginin içimizde olduğu ve doğru bir metotla kolayca açığa çıkarılabileceğini söylerken bunu ima ediyordu. Bilgeliğin hedeflediği bilgi, bir şeyin bilgisi ya da "bir şeye adanmış bilgi" değil, bilginin, belki de bilmenin kendisi. Bir kez bilindikten sonra, diğer bilgileri kendisine çeken ve kendisinde terbiye eden; hatta bir aşamadan sonra ayrıca başka bilgileri gerektirmeyen bir bilgi türü. Bu bana bir dostumun anlattığı, hayatını okçuluk sanatına adayan, meşhur ok ustalarıyla seneler boyu süren çalışmalar sonunda hâlâ tatmin olmayan bir Çinlinin hikâyesini düşündürüyor. Bütün hocaları tüketmiş, okçuluk sanatının en ince sırlarına vakıf hale gelmiş olan adam, Çin'in en büyük okçusu olarak tanınan ve kendisini mezun eden son hocasına hâlâ "şimdi kime gitmeliyim?" diye sormaktadır. O da gidilecek kimse, öğrenecek bir şey kalmadığını ve artık durması gerektiğini söylemektedir. Ama ötekinin ısrarları sürmektedir. Hocası bu ısrarlar karşısında birden dalgınlaşır ve "Biri vardı. Hepimizden iyiydi. Ama bir gün sırra kadem bastı. Derler ki kimsenin ulaşamadığı bir dağda tek başına yaşıyormuş. İstersen bir de ona git." der. Adam yaylarını ve oklarını yüklenir, meşakkatli bir yolculuktan sonra bu münzevi eski ok ustasını bulur. Senelerce onun yanında kalır. Daha sonra o da sırra kadem basar. İzini süren dostları, onu dağın eteklerinde sürülerini otlatan çobanlara sorar. Tarif ederken, "yanında ok ve yayları olan bir adamdı" derler. Yaşlı bir çoban seneler önce böyle heyecanlı bir adamın geldiğini, münzevi dervişin yanında kaldığını, ama giderken yanında ne ok ne de yay olduğunu söyler. "Ama heyecanlarından eser kalmamıştı. Son derece rahattı. Etrafına tebessümler saçıyordu. Elleri cebinde, ıslık çala çala yanımızdan geçip gitti." diye ekler.

ÖLÇÜ DEĞİL, KIVAMDIR MESELE

Bilgeliğin bilgisi "theoria-praxis" ayırımını ortadan kaldırıyor. Hayatı kitabi bir cendereye sokmadığı gibi insanları tecrübiliğin kanatlarına bindirip uçuculaştırmıyor. Çok farklı bir ontoloji bu Oluş'u oldu-bittiye getirmiyor; yapıp etmeleri bir duruştan; bir duruşu yapıp etmelerden ayrı tutmuyor, düşünmeleri duyuştan, duyuşları düşünüşten koparmıyor; dış dünyayı iç dünya ile akortluyor; ne marazi bir içe kapanma, ne de marazi bir dışa açılma var burada. "Halden ayrı bir kal" yok burada. Kadim dünyanın bilgelikleri, insan teklerini kuşatan çeşitliliklerin ve karşıtların üstesinden gelmeye adanmıştır dersek çok da yanlış bir şey söylemiş olmayız. Kaynakların coğrafyası ne kadar farklı ya da yüzyıllarla ölçülen zamansal farklılıklar ne kadar derin olsa da varılan kapı değişmiyor. Bilge, ister Konfüçyüs, Buda gibi Uzakdoğu'dan seslensin; ister Yunus Emre gibi yanı başımızdan; hatta içimizden, doktriner olarak bizi aynı yola sevk ediyor.

Karşıtlıkların aşılmasını sağlayan ilkenin kıvam olduğunu düşünüyorum. Bu sadece mistik tecrübelerle sağlanan bir ilke. Elbette ahlaki açılımları da var. Kadim Grek düşüncesinin efsanevi Yedi Bilge'sinden söz edilir. Bunlar Lesboslu Pittakos, Korinthoslu Periandros, Priennli Bias, Atinalı Solon, Rodoslu Kleobulos, Ispartalı Khillon ve kimilerine göre Sokrates, kimilerine göre Thales'tir. Bu Yedi Bilge sanki ağız birliği etmişçesine aynı ahlaki ilkeyi vaz'etmişler: Kıvam. Buna bazı kaynaklar ölçülülük ahlakı adını veriyor. Oysa ölçü bizatihi olarak nicelik çağrıştırıyor ve ölçmeyi gerektiriyor. (Yemek kitaplarındaki gramaj hassasiyetleriyle lezzetli yemek yapıldığı pek nadirdir. Oysa lezzetli yemek yapan mahir ev kadınları asla gram hesabı yapmaz ve lezzetin sırrı kendilerine sorulduğu zaman "ne bileyim bi tutam" gibi tuhaf bir karşılık verirler). Doğru karşılık ölçü değil kıvam. Çünkü kıvamdır ancak, ölçmeyi gerektirmeyen. Eğer Yedi Bilge ölçülü olun demiş olsalardı, "ölçünün ölçüsü ne olacak?" gibi çetrefil ve içinden çıkılması neredeyse imkansız bir sorunun muhatabı olurlardı. Oysa kıvam bir niteliktir. Onu ancak tutturan bilir. Kıvamın tuttuğunu nereden anlayacağız? Bunun tecrübi bir cevabı var. Bizi kuşatan ve kaynağını karşıtlıklardan alan gerilimlerimizin yumuşaması kıvama yaklaştığımızın göstergesidir.

Kıvama ermek karşıtlık olarak bildiğimiz durumların diyalektik olarak birbirine nasıl dönüşebildiğini görmeyi de imkanlı kılmaktadır. Eski dünyanın hoşgörüsü, ihtimal, bu dönüşümlerin kavranmasına ve içselleştirilmesine dayanıyordu. Dolayısıyla zatiyetlerin fetişizmi yapılmazdı. Herhangi bir zatiyetin, içkinden aşkına; ufki olandan (yeryüzü) şakuli (gökkubbe) olana doğru, varoluşun bütünlüğündeki yeri ya da karşılığı gözetilirdi.

Kıvam düşüncesinin estetik tasarımlarda açığa çıkan boyutları durumu daha berrak kavramamıza yardımcı olabilir. Düşünür mimar Turgut Cansever ile bir selatin camiyi ziyaret ediyorduk. Üstadın, caminin aksamının nasıl birbirine dönüştüğünü heyecanlı ve yüksek bir edebiyatla anlattığını hatırlarım. "Kapı" demişti Turgut Bey, "kapı olarak yapılmamıştır. Tasarlanırken mihrab düşünülmüştür". Bu canlı tasvirlerle yüklü anlatımı takip ederken, o ana kadar gözümde durağan haliyle var olan caminin birden nasıl kanatlandığını ve devingen bir yapıya dönüştüğünü hayretle görmüştüm. Musıki de böyledir. Üstad neyzen Niyazi Sayın'dan, Osmanlı musıki estetiğinde perdelerin tek başına bir anlam ifade etmediğini, mesela bir neva perdesinin kendisinden önce gelen perdeyle yoğrulup, kendisinden sonra gelen perdeye dönüştürülmesinde sağlanacak bir kıvamın eseri olduğunu dinlemiştim.

KARŞITI İLE VAROLMA ÇİLESİ

odern dünya önce diyalektiğin reddini sağladı. Diyalektik düşünüş daha sonra Hegel ve Marx tarafından yeniden ele alınıp işlendiyse de eski düzeyini tutturamadı. İlki onu spekülatif-tarihsici düzeyde uçuculaştırdı; diğeri ise, (analitik taraflarının hâlâ değerini koruduğunu düşündüğümü eklemeliyim) maddi-tarihselci düzeyde kıvamsızlaştırdı. Diyalektiğin hüküm sürdüğü kadim dünyanın yerini modern tarihlerde "mekanik" ve " parça tesirli" bir dünya aldı. Bu başlangıçta Kant ve Leibniz'de olduğu üzere parçaların özerkliği ve özgürlüğü gibi kışkırtıcı ve çekici davetti. Erkini özünden almak, kendi üzerinden var olmak, kendini başarmak gibi erdemleri merkezine alıyordu. Belki başlangıçta ve iyiniyetli olarak okunduğunda, parçaların özerkliğinin, yeni kıvam imkanlarına gebe olduğu ve daha zengin ve yüksek bir medeniyetin habercisi olduğu da düşünülebilirdi. Mesela kendi kendisini başarmış parçaların, aynı tecrübenin imbiğinden damıtılmış başka parçaların saygınlığını tanımada daha başarılı olması beklenebilirdi. Belki de parçalar arası yeni bağlar ve ilişkiler de bu saygınlığın yönlendirdiği bir yaygın anlayış üzerinden kurulabilecekti. Ama işleyiş hiç de öyle olmadı. Modern dünyada "özerklik" ve "kendilik" sözüm ona bir kavramlar olarak kaldı. Hiçbir "kendilik" iddiası, Leibnizci bir dille söyleyecek olursak kendiliğe dair monadist yatırımların ürünü olarak tezahür etmiyor. Parçaların ontolojik tanımlayıcı nitelikleri kendi özgül varoluş alanlarından değil, diğer parçaların tanımlayıcı niteliklerinin karşıtlığı üzerinden gerçekleşiyor. Eksik bir diyalektik bu. Parçalar var olmak adına kendisine karşıtlık bulmak zorunda. Birey mi olmak istiyorsunuz, karşınıza topluluğu koyacaksınız. Topluluk mu olmak istiyorsunuz; karşınıza bireyi koyacaksınız. Müesseseleşecek misiniz, müesses olmayan ne varsa onu karşınıza alacaksınız, müesses olmak istemiyor musunuz? Müesses dünya sizin boy hedefiniz olmaktan kurtulamayacaktır. Ya ruhtan yana olacaksınız ya da maddeden. Ya akıl olacak tercihiniz, ya da duygularınız. Aristogil bir mirasın skolastik düzeyde hunharca sömürülmesi; bir aşırılıklar girdabıdır bu. Zaten postmodern dünya, parça tesirli aşırılaşma sürecinin en tutkulu aşaması olarak modernliğin pekişmesinden başka nedir ki?

Neden böyle oldu? Bir kere bu durum, kapitalist süreçlerin yerküreye yüklediği bir mukadderatın sarsıntıları içinde, iyi niyetli burjuva felsefi-entelektüalist okumaların savrulmasıdır. Çünkü kapitalizm ve onun küresel yüzü emperyalizm eşitsizliği alabildiğine keskinleştirdi. Yerkürede eşitsizliğin keskinleşmesi egemenlik ilişkilerinin bir fonksiyonu olarak tezahür etmiştir. Özerklik projesinin savrulması da bunun ürünüdür. Kendisini özerkliği üzerinden değil ve fakat başkası üzerinden sağlayan bir varoluş, kaçınılmaz olarak diğerlerinin özerk tecrübeler yaşamasına da fırsat vermeyecektir. Öteki bu yüzden kendisinin eseri değil ve fakat ona yüklenenler üzerinden bir öteki olacaktır. Oryantalizm üzerine yapılan çalışmalardan artık biliyoruz ki, bir Batı zuhur ettiyse, bu orijinal olarak ve kendisinde başlayan ve kendisini ikmal eden bir tarihsel-beşeri tecrübe üzerinden değil ve fakat bir Doğu üzerinden oldu. Bu Doğu, Doğu olarak tanımlanan coğrafyaların kendi kendisini ikmal etmesinin sonucu değil ve fakat tanımlayıcı özelliklerinin kendisine, tarihselliği kuşkulu imgelerle yüklü bir kurgu üzerinden dayatılan bir Doğu'dur.

HAK EDİLMEMİŞ BİR MAHKÛMİYET

odern dünyanın ontolojileri birkaç açıdan çok tuhaf. Mesela egemen olanların ontolojisine bakalım: Batı, Batılılığını mahkum ederek kurguladığı bir Doğu'ya borçlu. Ama gelin görün ki bu mahkumiyet çift taraflı işliyor. Batı da artık Doğu'suz yapamıyor. Doğu'nun hayaleti Batı'yı her yerde takip ediyor. En sonunda geçen yüzyılın başlarından başlayarak Doğu'nun, uzaktaki bir Doğu olmaktan çıkıp, devasa demografik hareketliliklerle Batı metropollerini teslim almasından sonra Batı (ve Batılı) için sürekli bir karabasan'a dönüşmedi mi? Bu karabasan onun kıvamsız varoluşunun sadece bir göstergesi. Başka bir göstergesi de; Batı'nın, sözüm ona tarihinden nedamet getirip, bir tür günah çıkarma ritüeline dönüştürdüğü rehabilitasyon projelerinde ortaya çıkıyor. Akıl almaz mühendislik becerileriyle iyiden iyiye plastikleşen sözüm ona bir rehabilitasyon bu. Aşağılanan bir Doğu ya da Doğulu'nun yerini estetize edilmiş Doğu alıyor; ama bu ilişkinin arkasında duranların hesabını soran yok.

Bize gelince, kıvamsızlığı çeşitli derecelerde yaşıyoruz. Bazılarımız mahkumiyeti gidermenin yolunun öncelikle ona itiraz etmemeyi gerektirdiğine inanıyor. Hatta mahkumiyet kararını tanıyor. Bunların izlediği yol, mahkumiyet kararını verenlere benzeyerek iltihak etmek ve bu suretle mahkum edilenin tasfiyesini sağlamak. Mahkum edilen hükmü verene iltihak ettikçe mahkumiyetin kendiliğinden ortadan kalkacağına inanıyorlar. Çoğu kez yerlici karşıt reflekslerle karşılaşıyorlar. Bu baskılar onları, hükmü verenlere birer mağdur olarak tanıtıyor ve yeni bir ontolojik zemin sağlıyor. İkinci yol ise yüklenen bir mahkumiyeti keskin bir reddiye üzerinden karşılıyor, katılaşıyor ve buharlaşıyor. Bunun ontolojik bir değeri yok. Ama zaman zaman herkese sari olabilecek olan oldukça konjonktürel olarak seyreden bir sendrom.

Üçüncü olarak bu mahkumiyeti, "hak edilmemiş bir mahkumiyet" olduğunu ileri sürmek suretiyle tarihsel bir "af" beklentisi içinde karşılayanlar var. Sözü edilen eğilimin bu memlekette daha da hakim olduğunu düşünüyorum. Yerlicilik sendromu ile kontrollü de olsa tecrübi bir açıklığı yan yana getiren kronik bir eklektizm bu. Mümin mühendislikten tatilci dindarlığa evrilen bir çizgide üretim ya da tüketim kültürüne özgü hayat örüntülerinde hiç şaşmadan zuhur ediyor. Taşıma kapasitesi çok yüksek. Çok şeyi eş anlı olarak taşıyabiliyor. Ama hiçbir şeyi içermiyor. Sindirimsizliğiyle maruf. Taşınan şeylerin herhangi bir ağırlığı yok. Daha çok bir tür "cut and paste" işlemine dayalı ve şizoid bir umursamazlıkla yürütülen bir aktarmalar zinciri bu. Kendisi olmadan kendisi kalabilmek gibi, paradoksal bir iddia. Tarz oluşturmada odaklanan bir hafiflikte uçuculaşan ve oldubittilere dayalı kıvamsız, eğreti bir varoluş tarzı. Duruşların yerini esnemelerin aldığı, yegâne ödülünün bir tür özgürlük duyumsaması sağlamak olan, parça tesirli bir dünyanın bizdeki eklektik tezahürü. Bütünlüklü kavrayışların ve duyuşların eksildiği bir zaman ruhu içinde parçaların patch-work'lere dönüşmesi...

Zaman gazetesi

YAZIYA YORUM KAT