1. YAZARLAR

  2. Hasip Yokuş

  3. Zihnin Derinliklerine İtilmek İstenen Bir Kavram Olarak İslamcılık

Zihnin Derinliklerine İtilmek İstenen Bir Kavram Olarak İslamcılık

Aralık 2020A+A-

Kavramsal Çerçeve

Kendi temel referans kaynaklarında veya geleneksel müktesebatında değinilen bir kavram olmadığı için üzerinde mutabık kalınan bir tanımı yoktur İslamcılığın. Hakeza, yakın dönemlerde yaşanan gelişmeler karşısında Müslümanlar, teorik ve pratik anlamda sergiledikleri eylem kalıpları veya farklı ulusal durum ve şartların gerekleri neticesinde oluşturdukları fıkhın bütünlükten uzak ve sığ bir şekilde değerlendirilmesi sebebiyle fundamentalist, İrancı, Vehhabi, reformcu, köktendinci, siyasal İslamcı gibi tanımlara muhatap olmuşlardır.

İslamcılık kavramı 19.yüzyılın ortalarından itibaren yaygın bir şekilde tedavüle girmiştir. Bu dönem, Müslümanların Batı karşısında bilim ve teknolojideki geri kalmışlıklarına ilaveten kültürel ve fiilî olarak da işgale uğradıkları, bir bakıma hezimetlerinin tescillendiği bir tarihsel dönemdir. Batı karşısında yaşanan bu hezimetin nedenlerine ilişkin siyasal tartışmaların bir ucunda mağlubiyetin faturasını İslam’a keserekondan tümüyle kurtulmayı savunanlar; diğer ucunda ise Müslümanların İslam’la kurdukları ilişkinin biçim ve muhtevasını sorgulayarak kendi küllerinden yeniden doğmanın çaba, umut ve duasına sahip olanlar yer almıştır. Bu yazının esas konusu işte bu küllerinden yeniden doğmanın çaba, umut ve duasına sahip olanlar, yani İslamcılardır.

Kendi değerlerine yaslanarak Batı’nın fiilî ve kültürel istilasına karşı direnmeyi tercih eden bu kutlu davanın neferleri bir yandan kendi iç sorgulamalarını yaparak “özlerine dönme” çabasına girişirken, öte yandan; “fiilî ve kültürel istilaya karşı mukavemet” çabasını ortaya koymuşlardır.

Yukarıdaki satırlarda yaptığımız kısa değiniler sözünü ettiğimiz dönemdeki konjonktüre dair verili tablo hakkında (dolayısıyla başat gündem hakkında) yeterince ipucu vermektedir.

Dinin temel referans kaynakları, dinin birey ve toplum hayatındaki yeri, İslami yönetim gibi tartışma konularının tümü yakıcı bir soruna, yani, Batı karşısında yaşanan hezimetin sebeplerini doğru bir şekilde anlama ve buna karşı hal çareleri geliştirmeye matuf tartışmalardı. Gerek bahse konu tarihsel dönemin verili şartları gerekse bu çabaların tümü bize İslamcıların düşünce ve davranış kodları ile bu düşüncelerin filizlendiği ve neşvünema bulduğu zemini anlamamızı kolaylaştırıyor.

1850’li yıllardan günümüze ümmet coğrafyasının farklı bölgelerinde dönemsel şatların gereklerine bağlı olarak farklı mücadele yöntemleri ve bununla bağlantılı olarak farklı araçlar kullanılmış olmakla birlikte tüm bu ihya, ıslah ve öze dönüş çabalarının ortak paydalarını şu şekilde özetlemek mümkün:

1- İslam; bilgi ve öngörüsü zaman ve mekânla sınırlı olmayan âlemlerin rabbi Allah tarafından gönderilmiş evrensel bir dindir. Bu sebeple İslam tüm tarihsel dönemlerde ve çağlarda birey ve toplumlara en doğru rehberliği yapacak yegâne dindir.

2- Müslümanların Batı karşısındaki hezimeti ve genel anlamda yaşadıkları olumsuzluklar bu yüce dinin zaaf veya kusuru değil, bilakis, Müslümanların kendi dinleriyle bağlarının zayıflamış olması sebebiyledir. İnsanlığın kurtuluşu; zaman içerisinde bünyeye sirayet etmiş tüm muharref kültür ve anlayışları terk ederek temel referans kaynaklarımıza dönmekle mümkün olacaktır.

Bu temel öncüllere dayanarak yolculuğuna başlayanİslamcılığı şöyle nitelemek mümkündür: Dinin temel referans kaynaklarından hareketle toplumsal değişim ve dönüşümü hedefleyen bir ihya ve öze dönüş çabası; kavmiyetçi taassuplarından sıyrılmış, ümmet tasavvuru ve bilinci ile Müslümanların birliğini tesis etme gayesi ve özlemi ve son tahlilde yeryüzünün tamamında İslam ile insan arasındaki engellerin ortadan kaldırılması mücadelesini yürüten bir ıslah hareketi.

İslamcılık Tepkisel Bir Muhalefet Hareketimidir?

Kur’an-ı Kerim’de Mekke toplumunu muhatap alan ilk sûrelerden itibaren her türlü cahilî anlayış ve pratiklere bir itiraz söz konusu olmuştur. Tevhid-şirk mücadelesi çerçevesinde şekillenen muhalefet dilinin, müstekbirleri ve toplumdaki cahilî uygulamaları hedef yaptığı bir vakıadır: Kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, firavunun zulmü, cinsel sapmalar, ölçü ve tartıda hile yapılması gibi. Bu vakıa tevhid ve adaletin savunucuları olan Müslümanların karşısına şirki ve zulmü fiilî bir durum olarak çıkarmaktadır. Daru’n-Nedve’nin karşısında Daru’l-Erkam misali gibi.

Zulme ait ne varsa hedef olarak gösteren Rabbimiz bizim mücadelemizi bununla sınırlı tutmamış, aynı zamanda nasıl davranmamız gerektiğini de bize göstermiştir: Gece tertil üzere Kur’an okuma, Allah için namaz kılma, kurban kesme, yoksulu itip kakmama, israftan kaçınma, mücadele ettiklerinden güzellikle ayrılma gibi. Yani tevhid-şirk mücadelesinin fiilî yansıması müstekbirlere ve cahilî uygulamalara karşı mücadele şeklinde olmuş ancak Kur’an’ın terminolojisi bu muhalefet diliyle sınırlı kalmamış, müminlerin sahip olmaları gereken niteliklere ait çok güçlü bir terminoloji de bu muhalefet diline eşlik etmiştir.

İslamcılığın tepkisel bir muhalefet hareketi olduğunu iddia edenler, İslamcıların küresel hegemonyaya karşı sözlü ve fiilî itirazlar geliştirirken ekonomi, aile, eğitim, siyaset gibi alanlarda çağın gerekleriyle uyumlu örnek modeller geliştirememiş olmalarını kendi tezleri için bir dayanak olarak kullanmaktadır. Yani bir bakıma bütün bir yeryüzü ölçeğinde modernizmin sebep olduğu krizin çözümü; bu krizin oluşmasında hiçbir dahli ve sorumluluğu bulunmayan Müslümanlardan talep edilmektedir. Esasında Müslümanlar sözü edilen bu kurumların öznesi ve inşa edeni değil bizzat mağduru iken pratik tecrübe içerisinde şekillenen bu kurumlara dair kapsamlı bir form ve model geliştirme imkânı nasıl mümkün olabilir?

Modernliğe sahici bir cevap geliştiremediği, hâlihazırda bir gelenek, bir mektep oluşturamadığı doğru olmakla birlikte İslamcılık, her türlü tarihsel durum ve şartlar için bireysel ve toplumsal fıkıh üretme çabasıdır. Hayatın kendisi bizatihi dinamik bir süreçtir. Müslümanların kendi referanslarına bağlı kalarak hayata tutunma çabaları devam ettiği sürece bu arayış ve gayretler de devam edecektir. Uzunca bir süreden beri hem küresel hem de yerel bir kuşatılmışlık ve tehditle yüz yüze kalan Müslümanların enerji ve çabalarının önemli bir bölümünü bu tehdidi bertaraf etmeye harcadıkları bilinen bir gerçektir. Rahmetli Erbakan’ın “Şeytan kovalamaktan abdest almaya fırsat bulamadık.” sözü tam da bu durumu ifade etmektedir.

18 yıllık AK Parti iktidarı döneminde yaşanan değişim ve bu değişime eşlik eden dil ve söylem; İslamcılığın tepkisel bir muhalefet hareketi olduğu, iktidar olduktan sonra işlevini tamamladığı şeklindeki değerlendirmelere konu olmaktadır. İslamcılık gömleğini çıkarıp muhafazakâr demokrat gömleğini giydiğini söyleyen AK Parti kadrolarını “İslamcılık” nokta-i nazarından eleştirmek hakkaniyetli bir yaklaşım olmamakla birlikte önemli bir kısmı İslamcı veya en azından dindar bir geçmişten gelen insanların Türkiye gibi bir ülkede yaşadıkları iktidar deneyimiçok boyutlu ve çok yönlü bir çalışmayı gerektiren önemli bir tecrübedir.

Ayrıca İslami esaslar temelinde kolektif bir kimlik yapılanması, kaynaklara dönüş ve ümmet anlayışını esas alan hareketleri İslamcılık potasında değerlendirmemize rağmen rafine bir anlayış ve pratikten söz etmediğimizin de altını çizmek istiyorum. Dahası, sahip oldukları dinî anlayışları, mücadele yöntemleri, örgütlenme modelleri itibariyle -çeşitli eylem kalıplarından ve farklı ulusal kalıplardan bağımsız olarak-eleştiri konusu olabilecek çok sayıda İslamcı hareketin mevcudiyetini hatırlatmak gerekir.

İslamcılık Siyasal Bir İdeoloji mi?

Din ile siyaset arasında ikisinin de hayatı düzenleme talebi taşıması bakımından bir benzerlik vardır. Allah’ın hükümlerini hâkim kılmak, yeryüzünde fitne kalmayıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar bir mücadele perspektifi, İslam’ın hem fert hem de toplum hayatına dair kuşatıcı hükümler içermesi ve hayatın herhangi bir alanında “dinî” ve “seküler” alan diye bir ayrımı kabul etmeyişi gibi sebepler siyasette içkin bir din algısının oluşmasına sebep olmuştur.

Hilafetin son bulması, ümmet coğrafyasının işgal edilmesi ve bilahare otoriter laik yöneticiler tarafından idare edilmesiyle İslamcılığın yükselişi arasında bir bağlantı olduğu doğrudur. Ancak bu tespitlerin hiçbiri tek başına İslamcılığın siyasete angaje bir düşünce biçimi olduğunu izah etmez.

Mantıksal açıdan dünya hayatının tanzimi ile ilgisi ve iddiası olan bir dinin siyasetle ilgili bir boyutunun olmaması düşünülemez. Adaletin tesis edilerek zulmün ortadan kaldırılması, İslami tebliğ ve davet, iyiliği emredip kötülükten nehyetme çabaları vs. hem Müslümanların sorumluluğunun bir gereği hem de siyasetle çok yakından ilgili faaliyetlerdir. Toplumsal düzene dair sözü ve iddiası olan tüm çağrılar, arkasında bir güce ihtiyaç duyar. Buna İslam da dâhildir.

İslam bir tevhid dinidir. Hayata, eşyaya ve olaylara bir bütünlük içerisinde bakar. Hristiyan teolojideki gibi ruhi-cismani, dünya-ahiret, dinî-seküler, tanrı-sezar gibi ayrımları kabul etmez. Hakemlik, asayiş, yargı, otorite, adaleti tesis etme, yaptırımlar uygulama, fitneyi ortadan kaldırma gibi toplumsal hayatın temel gereklilikleri siyasetin yetki alanına girer ve bir otoritenin varlığını gerektirir. İslam’ın sosyal alanı inşa etmeye dönük bu emir ve nehiylerinden dolayı bireysel bir inanca indirgenemeyeceği açıktır.

Sosyolojik açıdan da olaya bakacak olursak; insan, hem ferdi hem de toplumsal özellikleri olan bir varlıktır. Yaratılışındaki bu özellik sebebi ile hayatı başkaları ile paylaşmak ve başkaları ile beraber yaşamak zorundadır. İnsanların mutluluğunu hedef edinen dinin de doğal olarak insanın hem bireysel hem sosyal hem de kamusal yönleri ile ilişkisi olacaktır. Bu demektir ki din bireysel değil aynı zamanda sosyal bir olgudur. Bütün bu yönleriyle dünyaya karşı geliştirdiği tavır çerçevesinde bir dünya görüşü ve hayat tarzına sahip olan din, insanla salt birey düzleminde değil, ayrıca grup, kurum, kamu ve geniş anlamıyla devlet düzleminde de ilişki içerisine girer. Şu halde siyasetin dinden ayrı değerlendirilmeyişi hem aklî hem naklî gerekliliklere dayanmaktadır.

Biz Bu İşin Neresindeyiz?

İslamcılığın ortaya çıkışından günümüze kadar farklı coğrafyalarda muhatap olduğu şartların bir gereği olarak farklı pratikler geliştirdiğini bunun da doğal olduğunu önceki satırlarda ifade etmiştik. Filistin’de, Suriye’de, Afganistan’da fiilîbir mukavemet tecrübesi yaşanırken; İran’da, Pakistan’da ve Türkiye’de farklı düzlemlerde bir iktidar tecrübesi yaşanmaktadır.

İşin başında yola çıkıldığındaki terminoloji ve iddialar ile gelinen noktadaki durum arasında oluşan açı farkı ve sapmalar üzerinde düşünmeye değer. Koşulların değişmesine bağlı olarak oluşan tavır değişiklikleri ile kafaların bulanması ve kişisel zaaflara bağlı olarak oluşan tavır değişiklikleri arasında bir mahiyet farkı vardır. İslam külli bir hayat telakkisidir. Gerektiğinde fazlalıklarının atılabileceği bir kültür öğesi değildir. Bütün emir ve nehiylerine tartışmasız ve pazarlıksız bir şekilde iman ile birlikte tam bir teslimiyet ister. İslam dininin mensuplarına Allah tarafından Müslüman ismi verilmiştir. Bu da onların her yönüyle Allah’a karşı teslimiyet içerisinde olmaları, bütün yaşayışlarında Allah’ın buyruklarına uymaları, yasaklarından kaçınmaları sebebiyledir.

Batı’da ‘Aydınlanma’ ile başlayan süreçte din sekülerleştirilerek tamamen bireysel alana hapsedildi. 400 yıldır Batılılar ve yerli propagandacıları tarafından Müslümanlara dayatılan da budur. Bundan dolayıdır ki dinin toplumsal taleplerini yerine getirenler siyasal İslamcı, radikal, fundamentalist olarak nitelendirilmektedir.

Hz. Peygamber, Medine’ye geldiğinde hem dinî hem de siyasi bir lider görevini üstlenmiştir. Peygamberlik misyonunun bir gereği olarak elçi gönderir, savaş yapar, yargılar ve yönetirdi.

Eğitim sistemi, yargı sistemi, kitle iletişim araçları vb. sosyal yaşamda insanları ilgilendiren tüm araç ve kurumlar insanın ruhsal, zihinsel hatta duygusal yapısının şekillenmesinde ve yön vermesinde oldukça etkilidir. Bireylerin yetişme, düşünme, hayata, eşyaya ve olaylara bakış açısı üzerinde; yetiştiği çevre ve aldığı eğitimin katkısı inkâr edilemez. Bütün bu araçlara hükmeden otoritenin bu araçları kitlesel ıslah veya kitlesel ifsatamacıyla kullanma salahiyeti söz konusudur. İnsanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedef edinen bir dinin müntesipleri olan biz Müslümanlar, insanları ilgilendiren, hidayetlerine vesile olabilecek hiçbir şeye kayıtsız kalamayız.Buna siyaset de dâhildir.

İslam öyle her önüne gelenin onu kendi anlayışına uydurabileceği bir din değildir. Müslüman salt İslam’a mensup olma iddiasıyla değil; eminliğiyle, şahsiyetiyle, topluma güven ve umut veren erdemli ve ahlaklı duruşuyla saygınlık kazanır. İnsanlar iddialarımızdan ziyade savunduğumuz değerlerin hamurumuzdan nasıl bir şahsiyet inşa ettiğine bakarlar. Bu, dışa yansıyan yüzümüz, kalite belgemizdir.

İslamcı mı Müslüman mı?” sorusu bu çerçevede sıkça sorulan bir sorudur. Farkındaysanız başından itibaren İslamcılığı Müslümanların siyasal şahitliği çerçevesinde değerlendirdim. Dolayısıyla, “Müslüman kavramı yetersiz mi? İslamcı kavramına neden ihtiyaç duyuluyor?” soruları da zımnen cevaplanmış oldu. Süreç içerisinde Müslüman tanımında meydana gelen anlam daralması İslamcı kavramsallaştırmasını bir ihtiyaç olarak ortaya çıkarmış olabilir. Bu kavramsallaştırmanın beşerî bir yorum olduğu da doğrudur. Esasında, kavramların tümü bir tanımlama ihtiyacını gidermek içindir.

Sonuç olarak; Mushaf ellerimizin altında olduğu ve onun yolundan gitmeye namzet tek bir fert bulunduğu sürece bittabi ve bizzarure İslamcılık da var olmaya devam edecektir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR