1. YAZARLAR

  2. Murat Koç

  3. Toplumsal Sağduyunun Zaferi

Toplumsal Sağduyunun Zaferi

Kasım 2015A+A-

Yoğun bir siyasi atmosferin kuşatması altında gidilen 1 Kasım’daki genel seçimi, AK Parti ezici bir üstünlük ile kazanarak bir kez daha büyük bir zafere imza attı. Kesin olmayan sonuçlara göre yüzde 49,6 oy oranı ve 317 milletvekili sayısı ile kritik bir eşik fazlasıyla aşılmış oldu. AK Parti, Davutoğlu’nun başkanlığında girdiği ilk seçim olan 7 Haziran seçimlerinde yüksek bir oy oranıyla birinci parti olsa da HDP ve MHP’nin yakaladığı ivme nedeniyle tek başına iktidar olamamıştı. 7 Haziran öncesi, statüko savunucuları ve Türk-Kürt ulusalcılarının kurduğu ittifak her türlü desteği alarak AK Parti’yi geriletmek, zayıflatmak için olağanüstü bir kampanya yürütmüş, belli oranda da başarılı olmuştu. Kemalistler, Apocular, Gülenciler, solcular, Türk ve Kürt milliyetçileri, İslamcı eskileri, Esedçiler, İrancılar (memlekette AK Parti’den haz etmeyen her kim varsa) 7 Haziran’a bir devrim umuduyla sarılmış, buna tüm imkânlarıyla Doğan Medyası başta olmak üzere AK Parti karşıtı basının önemli bir kısmı destek vermişti. Erdoğan’ın başkanlık umudunu sona erdirme ve AK Parti’nin iktidar olmaması hedeflenmiş, bu temelde enteresan bir koalisyon kurulmuştu. Bu ittifakın 7 Haziran sonrası da devam edeceğine ve bir koalisyon hükümetinin kurulacağına inanılıyordu. Böylelikle AK Parti’den hesap sorulabilecek, 13 yıllık iktidardan intikam alınabilecekti. Ancak hesaplar tutmadı; AK Parti ve Erdoğan nefretinin yol açtığı bu şuursuzluk dalgası, tarafların kendi aralarında anlaşamaması sonucu kısa sürede dağıldı.

7 Haziran, öncesi ve sonrasıyla Türkiye siyasi tarihinde önemli bir dönemecin miladı sayılabilir. Bu sürecin ortaya koyduğu en belirgin hakikat; varlığını ve siyasi duruşunu sadece karşıtı üzerinden tanımlamaya çalışan, kendisini yenilemeyen, toplumsal değerlere ve taleplere sırtını dönen, siyaset fukarası bir muhalefetin toplumsal beklentileri bir yana bırakıp AK Parti ile tutuştuğu harbin kendisine hep kazandıracağına inanması nedeniyle sürekli kaybetmeye mahkûm olduğu gerçeğidir. Toplumun 7 Haziran’da AK Parti’den kısmen uzaklaşmasını uzun süreli iktidarın yol açtığı yıpranmaya ve son iki yıl içinde yaratılan suni algıya bağlama yerine halkın da kendileri gibi amansız AKePe düşmanlığına tutulduğu hükmüne bağlayan tuhaf ve bir o kadar da halktan kopuk, gerçeklikle bağını yitirmiş bir muhalif anlayış bu. Bu zihniyetin iflas ettiği 1 Kasım’da bir kez daha görülmüştür. AK Parti’yi darbeleme üzerine yürütülen kampanyanın artık iyice aşikâr olması ile beraber giderek derinleşen kutuplaşma, seçmenin kanaatinin AK Parti lehine değişmesini sağlamıştır. Muhalefet partilerinin açmazı ve tutarsızlıkları, düşmanca siyaset tarzı AK Parti’nin yanlışları ve yıpranmışlığını gölgede bıraktığı için halk 7 Haziran’daki tercihini ilk fırsatta değiştirmiştir. Türkiye toplumunun geneli, 7Haziran ile 1 Kasım arasındaki bu beş aylık kısa dönemde muhalefetin AK Parti karşıtlığından başka bir siyasi malzemesinin olmadığını, ülkenin sorunlarını çözmek bir yana çözümsüzlükte ısrar ettiğini ve beklentilerinin dışında hareket etiğini fark ederek bir kez daha AK Parti’ye 4 yıllığına şans tanımıştır. AK Parti’nin gerek yapısal anlamda gerekse siyaset vizyonu açısından Türkiye koşullarında alternatifsiz olduğu bir kez daha görülmüştür.

Blok Siyaseti ve Doku Uyuşmazlığı Yaşayan İttifak

7 Haziran’da AK Parti’ye uyarı veren seçmenler, son beş ay içinde yaşanan olaylardan olumsuz etkilenmiş olmalı ki AK Parti’den çektikleri desteği fazlasıyla geri verme ihtiyacı hissettiler. Muhalefet için ağır bir hezimet AK Parti için büyük bir zafer anlamına gelen 1 Kasım seçimleri öncesi neler yaşandığını toplumsal tavrı anlamak için özetlemekte yarar var.

7 Haziran’ın hemen ardından “Seçmen koalisyon istiyor!” tezi popüler bir söylem olarak dolaşıma sokuldu. Erdoğan ve AK Parti’nin politikalarının ülkede ciddi bir tahribata yol açtığı söylenerek bu yıkımın ancak AK Parti dışındaki partilerin kuracağı bir “restorasyon” hükümetiyle onarılacağı savı günlerce işlendi. AK Parti karşıtları 7 Haziran gecesinden itibaren zafer çığlıkları atarken, AK Parti’nin geri dönüşümsüz olarak yıkıldığını “müjdeliyorlardı.” Koalisyon formülü belliydi; CHP’nin öncülüğünde MHP ile kurulacak bir hükümete HDP’nin içerden ya da dışardan destek vermesi düşünülüyordu. İdeolojik olarak aralarında birçok konuda uçurum bulunan MHP ve HDP’nin AKePe karşıtlığı gibi ulvi bir davada bir araya geleceği nedense pek makul geliyordu çoğu kimseye.

HDP eş başkanları bu konuda çok netti. MHP’nin AK Parti’den daha demokrat, daha özgürlükçü ve onlardan daha fazla Kürt sorununun çözümünden yana olduğu gibi şizofrenik tahliller yaparak bu koalisyona açık desteklerini beyan ediyorlardı. Kılıçdaroğlu da HDP’nin adeta vekâletini almış gibi davranıyordu, MHP ile pazarlık yürütürken. Yeter ki AK Parti iktidarın bir parçası olmasın diye MHP’ye başbakanlık bile teklif etmişti. Ancak Bahçeli bunu kabul etmeyip, yapılan teklife “Çin’den gelen yeni bir oyuncak türü mü?” sözleriyle karşılık vererek siyaset literatürüne “şahane” bir retorik kazandırmıştı. Bahçeli, HDP ile birlikte olma görüntüsünün bile MHP’yi siyasi iflasa sürükleyeceğini bildiği için, “blok siyaseti” olarak tanımlanan AK Parti karşıtı kenetlenmiş muhalefet girişiminde asla yer almayacağını belirterek bu hamlenin boşa çıkmasını sağladı. Bahçeli bu tavrını meclis başkanlığı seçiminde de devam ettirdi. HDP’nin Baykal lehine oy kullanmasını gerekçe göstererek CHP’nin adayına destek vermeyip HDP karşıtlığı konusunda tutarlılığını pekiştirdi. Bununla birlikte 7 Haziran’dan sonra her fırsatta “MHP ülkeyi hükümetsiz bırakmaz. Kendisine sorumluluk düşerse üzerine düşeni yapar!” şeklindeki sözleri nedeniyle Bahçeli’nin AK Parti-MHP koalisyonuna yeşil ışık yaktığı yorumları yapılsa da son tahlilde tüm koalisyon tekliflerine hayır dediği için Bahçeli’nin adı “hayırcı” olarak anılır oldu. AK Parti ile CHP arasında haftalarca süren koalisyon görüşmelerinin de bir sonuç vermeyeceği zaten tahmin ediliyordu. Sonuçta hükümet kurmak için tanınan 45 günlük süre içinde yapılan görüşmeler sonuçsuz kalınca erken seçim süreci başlamış oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan 24 Ağustos’ta, Anayasanın 104 ve 116. maddelerinin kendisine verdiği yetkiye dayanarakseçimlerin yeniden yapılmasına karar verdi.

Sınır Tanımayan AK Parti Nefreti

7 Haziran gecesi AK Parti karşıtlarının zafer gecesiydi. HDP eş başkanı Kürt sorununun çözümü için her türlü riski alarak defalarca adım atan AK Parti ve Erdoğan’ı asla muhatap almayacaklarını, AK Parti ile hiçbir koalisyonun parçası olmayacaklarını ilan ediyordu. Bunun aldıkları emanet oylara sadakat gereği olduğunun da altını çiziyordu. HDP eş başkanlarına göre barajı aşmaları halinde AK Parti’nin tek başına iktidar olmayacağını hesap ederek kendilerine emanet oy veren CHP’li Alevileri, solcuları, ulusalcıları, beyaz Türkleri kırmamak gerekiyordu. Bu kesimlerin cici çocuğu hızını alamayıp “Korkmayın, sizi asmayacağız, adil bir şekilde yargılanacaksınız!” yollu tehditlerle yoldaşlarına selam da çakıyordu. Oysa HDP’ye emanet olarak oy verenler ağırlıklı olarak şu kesimlerdi: Çözüm süreci devam etsin diyenler, HDP’nin mecliste olmasıyla sivil siyasetin güçleneceğine inananlar, HDP’nin PKK’ye silahı bıraktıracağını düşünenler, HDP’nin barajı geçmemesi halinde bölgenin 6-8 Ekim’de olduğu gibi cehenneme çevrileceğinden korkanlar. Bu seçmenler büyük oranda önceki seçimlerde AKParti’yi destekleyen Kürtlerdi.

Anti AKePe cephesinin 7 Haziran sonrası hiçbir hesabı tutmadı. Tüm yatırımları boşa çıktı. HDP’nin kibri ile PKK’nin özgüveninin birleşimi çözüm sürecinin canına okudu ve yeni bir savaşın fitili ateşlendi. PKK, devrimci halk savaşı ile yetinmedi üstüne çok yüksek oy aldığı yerlerde özerklik ilan etti. YDG-H’yi devreye sokarak bu bölgelerde hendekler, tüneller, bombalı tuzaklarla şehir savaşı başlatmayı, halkın desteğini alarak bir ayaklanma çıkarmayı planladı. Ancak umdukları desteği hiçbir yerde bulamadılar. Yol açtıkları şiddet tepki çekince, “Erdoğan’ın 7 Haziran’ı sindiremediği için bu savaşı başlattığı” yalanını yaymaya çalıştılar. Erdoğan karşıtlığının faydasını bir önceki seçimde gördükleri için olsa gerek yine aynı taktiğe başvurdular. Hendek kazılan, silahlı milislerin sokakları tuttuğu yerlerde sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte operasyonlar başlayınca, imdada AKePe karşıtı blok yetişti. PKK’li gençleri öven, özyönetime destek veren, devleti katil diye suçlayan, ölen milislerin sivil olduğunu iddia eden, bu şiddeti haklı bulan, polis ve askeri “saray gladyosu” olarak takdim eden çok sayıda iç ve dış kaynaklı haber ve yazılar servis edildi. Son dönemde klasikleşen HDP ve PKK güzellemeleri yeniden popülerleştirilmek istendi. Ne var ki PKK şiddetini AK Parti’yi suçlayarak meşrulaştırma hamleleri pek karşılık bulmadı. Bunun için çok çabaladılar. Karşılık bulamadıkları zaman “PKK, HDP’nin siyaset alanını daraltıyor!” gibi şeyler söyleyerek topu PKK’ye atsalar da HDP’nin PKK uzantısı olduğu gerçeğinin üstünü örtemediler. Değil PKK’yi eleştirmek, bu şiddetin sorumluluğunu AK Parti’ye yükleyerek bu durumdan da nemalanmak için büyük çabalar harcandı. Yıllarca devletin bekası için her türlü zulme göz yumanlardan tutun da düne kadar Kürtlere en büyük düşmanlığı yapanların AK Parti karşıtlığı adına PKK’yi savunacak noktaya gelmeleri halkın da gözünden kaçmıyor, bu ikiyüzlülük iyice mide bulandırıyordu.

Diyarbakır ve Suruç’un ardından, Ankara’da 10 Ekim günü IŞİD mensupları tarafından düzenlenen canlı bomba saldırısını bile seçim malzemesine dönüştürmekten geri kalmadılar. Yüze yakın insanın hayatını yitirdiği bu vahşi saldırı tüm ülkeyi yasa boğmuşken, HDP eş başkanı AK Parti’yi katil ilan etme telaşı içindeydi. Her fırsatta bu ülkede ifade özgürlüğünün kalmadığından şikâyet eden Demirtaş patlamanın ardından yaptığı ilk açıklamada “Katilsiniz, alçaksınız, her yerinize kan sıçramıştır!” nutukları atıyordu, özgürce. “Katil Erdoğan” sloganlarının atıldığı Sıhhiye’deki mitingde “Kasım’da diktatör devirmek başkadır!” edebiyatıyla sözde bu katliamı kınıyordu. PKK şiddetini görmezden gelen ve hatta ona meşruluk atfeden HDP ve müttefiklerinin AK Parti düşmanlığında sınır tanımaması toplumda derin ve sessizce büyüyen bir tepkinin de doğmasına yol açtı. 1 Kasım bir yönüyle bu tepkinin somutlaşması anlamına da gelir.

Gerilimden Bıkan Toplum İstikrar ve Güven İstedi

1 Kasım seçimlerinin sonuçları çarpıcı olduğu kadar taşıdığı mesajlar yönünden de oldukça öğreticiydi. Öncelikle AK Parti, beş ay önceki seçime kıyasla 4,6 milyon oy gibi çok yüksek bir oy artışı yakaladı. Türkiye’nin birçok yerinde birinci parti olmakla kalmayıp her yerde oylarını artırdı. Beş ay boyunca kendisine en ağır biçimde saldıran HDP ve MHP’den onlarca milletvekili alarak bu partilerin minimalize olmasına yol açtı. HDP, MHP ve Saadet Partisi’nden AK Parti’ye ciddi miktarda oy geçişi olmakla beraber, geçen seçimde sandığa gitmeyen birçok seçmenin de bu defa muhalefet bloğuna karşı AK Parti’ye destek için sandığa gittiği görüldü.

7 Haziran sonrası yoğun bir psikolojik şiddeti dayatan, kutuplaşmadan prim elde etmeye çalışan bir siyaset tarzının bu toplum tarafından kabul görmeyeceğini herkes tahmin ediyordu. AK Parti nefretinin beynini sulandırdıkları kesimler hariç çoğu kişi AK Parti’nin oylarını artıracağını, MHP ve HDP’nin de belli oranda düşüş yaşayacağını öngörmekteydi. AK Parti’nin tek başına iktidarı yine mümkün olacak mı sorusu seçimin esas gündemiydi. Parti yetkilileri bile tek başına iktidar için kesin konuşamıyor, “bıçak sırtındayız” diyordu. Yüzde 44’ten fazlasını söylemeye cesaret eden pek kimse yoktu. Ama tahminlerin üzerinde rekor bir katılımın sağlandığı bu seçimde HDP ve MHP’nin beklenenden daha fazla oy kaybetmesi, oylarını önemli oranda artıracağı düşünülen CHP’nin de yerinde sayması AK Parti’yi büyük bir oy oranı ve çok sayıda milletvekili ile tek başına iktidara taşıdı.

7 Haziran’da AK Parti’yi uyaran toplumun, 5 aylık süre içinde diğer partilerden yaka silkecek kadar rahatsız olduğunu bu seçim çok net biçimde ortaya koydu. Halk kaosa, gerilime ve çatışmaya destek vermeyeceğini, bu ülkenin sorunlarının ancak sağduyu ile çözümünün mümkün olduğunu, AK Parti dışındaki seçeneklerin istikrarsızlıktan başka bir şey üretmediğini yapmış olduğu tercihle ilan etmiş oldu. Oysa bu beş ay içinde Türkiye’nin 1 Kasım’dan sonra yeni bir istikrarsızlıkla boğuşacağı, sosyal çalkantının bir iç savaşa yol açacağı, ülkeyi büyük bir kaosun beklediği, NATO’nun müdahalesinin an meselesi olduğu, ekonominin dibe vuracağı gibi korku senaryoları eşliğinde AK Parti iktidarının tehlikelerinden bahsediliyordu. Toplumu AK Parti’den uzaklaştırmak için üretilen bütün bu kirli analizler, dezenformasyonlarters tepti. Gerilim siyasetinden bıkan halk, istikrar ve güven adına bir kez daha AK Parti’yi güçlü biçimde iktidara taşıdı.

Milliyetçiliğin Bir Çıkmaz Olduğu Bir Kez Daha İspatlanmıştır

Seçimden sonra en çok merak edilen husus, bu kadar kısa sürede böyle bir değişimin nasıl olduğuydu. Halkın talepleri ve özlemlerine yabancı olanlar her zamanki gibi zavallıca, basit, sığ yorumlarla halkı suçlayıp aşağılayarak bu meselenin idrakine varmaya çalışıyorlar. Bu nafile gayret, mezkûr zihniyet sahiplerinin her zaman kaybetmeye mahkûm olduğunun da bir delili aynı zamanda. Peki, gerçekten beş ay içinde değişen neydi? Toplumsal tercihin bu derece değişmesi hangi faktörlere bağlanabilir? Bu sorulara kesin ve net cevapların şu aşamada verilmesi pek mümkün olmasa da üç aşağı beş yukarı 7 Haziran sonrası ortaya çıkan tabloda saklı olan birçok ipucu seçmenin tutum değişikliğinin anlaşılmasına yardımcı olabilir.

Öncelikle geçen seçimde oyunu önemli oranda artıran HDP ve MHP’nin 1 Kasım’da yaşadığı dramatik kayıp bu seçimin en önemli kazanımı olarak görülmelidir. İki partinin de seçim akşamı barajın altında kalma korkusu yaşaması bile milliyetçi siyasetin toplum tarafından yoğun bir talep görmediği anlamına gelir. Bununla beraber hem Türk hem de Kürt milliyetçi partilerin kaybettiği oyların AK Parti’de buluşması, kutuplaştırıcı, çatışmacı ve ayrıştırıcı politikaların reddedildiği şeklinde yorumlanabilir. Bu yönleriyle 1 Kasım seçimleri, milliyetçiliğin mevzi kaybettiği, makul ve mutedil siyaset hattının merkezileşerek güçlendiği hayırlı bir sonuca da vesile olmuştur.

Çözüm sürecinin sağladığı kazanımlara karşın yol açtığı iki yönlü açmaz, geçen seçimde iki milliyetçi partinin oylarını artırmasının esas nedenini oluşturmaktaydı. AK Parti sayesinde büyük oranda siyasi çözüme ikna edilen Türk halkının, özellikle 6-8 Ekim sonrası ortaya çıkan güvenlik krizinden ve silah bırakması beklenen PKK’nin bunun aksine daha da güçlenerek sahnede boy göstermesinden rahatsız olması MHP’nin kazanımına dönüşmüştü. Sürecin HDP’ye katkısı isedaha fazla olmuştu. Bu dönemde HDP hükümet tarafından yoğun biçimde muhatap alınarak meşruiyet sıkıntısını aşmış, devletin göz yumması nedeniyle PKK hem bölgesel vesayetini yaygınlaştırmış hem de halkın üzerinde kalıcı bir etki bırakmak için yoğun bir örgütlenme hamlesi içine girmişti. Bu sayede Kürt halkının milliyetçi duyguları öne çıkmış, Kürt halkı milliyetçi temelde bir tutum değişikliğine gitmişti. AK Parti’nin Kürtlerin en büyük düşmanı olduğu, IŞİD’i kurup beslediği gibi propagandalar bölgede karşılık bulmuş Kürt halkının tercihini milliyetçi kimlikten yana yapmasını kolaylaştırmıştı.

Çatışmaların yeniden başlamasından sonra sıkça ifade edilen “Bölge halkı AK Parti’ye kızgın, HDP’ye kırgın. Bu nedenle iki partiyi de cezalandıracak.” tespiti, ne yazık ki gerçeği pek yansıtmamaktadır. Kürt halkının önemli bir kısmı her koşulda HDP ile kendisi arasında bir özdeşlik kurmakta ve bu partiyi “kendi partisi” olarak kabul etmektedir. Bu nedenle hatalarını da ya görmezden gelmekte ya da masumlaştırma yoluna gitmektedir. Yakın bir vadede de bu durumun değişeceği beklenmemektedir.

1 Kasım seçimlerinde AK Parti Kürdistan coğrafyasında HDP’ye kaptırdığı oyların yarısına yakınını geri alsa da halen Kürt milliyetçiliğinin tercihlerde esas belirleyen olduğunu HDP’nin bölgede aldığı yüksek oy oranları göstermektedir. HDP’nin bu seçimde de bölgede başvurduğu temel argümanlar yine Erdoğan nefreti eksenliydi; “Erdoğan Kürtlerden intikam almak, tekrar iktidar olmak için bu savaşı başlattı!”, “Suruç ve Ankara’da bombaları patlatan Erdoğan’dır ve IŞİD’e sahip çıkmaktadır!” Kürtlerin önemli bir kısmı bu tezlere ve bunun gibi nicesine ikna olmaktadır. Bununla beraber geçen seçimde, çözüm sürecine destek olması ve barajı geçmesi için HDP’ye oy veren Kürt seçmenlerin bir kısmı, PKK’nin savaşı yeniden başlatması nedeniyle bu seçimde AK Parti’ye dönüş yaptılar. Bu önemli bir gelişme olmakla birlikte AK Parti’nin bölgede kazandığı oyların HDP’nin bölgedeki ağırlığında büyük bir değişime yol açacak düzeyde olmadığını belirtmekte yarar var.

7 Haziran seçimlerinde bölgede sandık güvenliğinin sağlanamadığı ortaya çıkmıştı. 1 Kasım seçimlerinde nasıl tedbirler alınacağı merak konusuydu. Bu konuyla ilgili devletin ciddi adımlar atacağı bekleniyordu. Ancak geçen seçimde en çok sıkıntının yaşandığı kırsal kesimde fazla bir tedbirin alınmadığı, birçok usulsüzlüğün yapıldığı görüldü. Şehir merkezlerinde ise bu defa artan güvenlik önlemleri göze çarpıyordu.

Bu seçimde özerklik ilan edilen, hendek kazılan yerlerdeki tercihin ne olacağı da merak edilen konular arasındaydı. Silvan, Varto, Nusaybin, Sur, Cizre, Bulanık vb. yerlerde HDP’nin oylarında ciddi bir değişim yaşanmadı. Bu bölgelerde HDP bir miktar oy kaybetse de beklentiler HDP’nin ciddi bir tepkiyle karşılaşacağı yönündeydi. Ancak mezkûr milliyetçi tercih burada da kendisini gösterdi. HDP oylarını buralarda önemli oranda korudu.

Çözüm Süreci ve AK Parti’nin Yapması Gerekenler

24 Temmuz’da başlayan çatışmaların ardından çözüm süreci de rafa kaldırılmıştı. Hükümet sürecin, ancak PKK’nin silahı gömmesiyle yeniden başlayacağını açıklamış, PKK ile mücadelenin devam edeceğini vurgulamıştı. Hükümetin bu tutumunun erken seçim öncesi konjonktürel bir mahiyet taşıyıp taşımadığı önümüzdeki günlerde belli olacaktır. Gerek çatışmalar başladıktan sonra gerekse de 1 Kasım sonrası, çözüm sürecine yeniden dönülmesi ve savaşın son bulması birçok kesim tarafından talep edildi. Savaşın bitmesi ve Kürt sorununun çözülmesi bu topraklarda yaşayan herkesin ortak talebidir. Ancak PKK ile çözüm sürecinin yürümesi neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Silahlı mücadeleden vazgeçmek istemeyen ve Kürdistan coğrafyasını baskı ve zorla yönetmek isteyen PKK’nin süreçten tek anladığı kendisine ait bir statü kazanımı elde etmektir. Bu açıdan bu koşullarda süreci PKK ile yürütme imkânı neredeyse bulunmamaktadır.

Kürt sorunu gibi hayati bir meselenin çözümünün yalnızca PKK ile müzakerelere endekslenmesinasılyanlışsa aynı şekilde PKK ile yürütülen mücadele nedeniyle sorunun çözümsüzlüğe terk edilmesi de bir o kadar kabul edilemezdir. Bir kez daha tek başına iktidar olan AK Parti Kürt sorununun çözümü için adım atmalı, süreci halkla birlikte yürütmelidir. Kürt kimliğine dair haklarla ilgili talepler karşılanmalı, yasal değişikliklerle hak ve özgürlükler genişletilmelidir. Yeni sivil bir anayasa ile sistemin inkârcı karakterinin tamamen ortadan kaldırılması için girişimde bulunulmalıdır.

Hükümet en başta bölgedeki teşkilatlarını, bürokratlarını, siyasetçilerini bu konuda duyarlı kılmalı, yanlış kişilerle sorunu istişare etme alışkanlığını terk etmelidir. Yeni bir perspektifle bölge halkını, kanaat önderlerini, sivil yapıları, mütedeyyin ve İslamcı kesimi Kürt sorununun çözüleceği karar aşamalarına dâhil etmelidir. Arkasındaki güçlü halk desteğinden hareketle cesur adımlar atmalıdır. Kürdistan halkını PKK vesayetinden, yalan ve iftiraya dayalı PKK propagandasının tesirinden kurtarmak için kardeşlik ve adalet temelinde yeni bir siyasal anlayışı bölgede etkin kılmalıdır. Bunlar da ancak ciddi bir özeleştiri ve yenilenme ile mümkün olabilir. Aksi takdirde başta Kürdistan’daki gençlik olmak üzere Kürt halkının kahir ekseriyeti zamanla milliyetçiliğe savrulup, PKK zihniyetine teslim olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR