1. YAZARLAR

  2. Abdulhakim Beyazyüz

  3. Tevhidi Uyanış Sürecimizde Nefs Tezkiyesiyle İlgili Zaaflarımız -2

Abdulhakim Beyazyüz

Yazarın Tüm Yazıları >

Tevhidi Uyanış Sürecimizde Nefs Tezkiyesiyle İlgili Zaaflarımız -2

Ocak 2009A+A-

Sınırlı ve zaaf sahibi bir varlık olan insan, yaşadığı ortamdan olumlu ya da olumsuz etkilenir. Bu nedenle her insan biraz da kendi toplumunun ürünüdür. Araplardaki “İnsan zamanın çocuğudur” atasözü bu gerçeği çok güzel ifade etmiştir. Genel olarak dağlarda, çöllerde, yaşayan insanların şehirlerde yaşayanlara göre biraz daha kaba ve sert olmaları, şehir merkezlerinde yaşayanların ise, küçük yerleşim yerlerindekilere kıyasen daha soğuk ve bencil olmaları yaşanılan ortamların insanlar üzerindeki etkilerini gösterir. Nitekim tarihte refah içinde yaşayan düşünürlerin devlet felsefelerinde özgürlükleri, bunalım dönemlerinde yaşayanların ise güvenliği öne çıkarmaları, yine genelde İran’a eğitim için giden pek çok kişinin Şii, Suudi Arabistan’a gidenlerin Selefi, Amerika’ya gidenlerin ise demokrat/liberal eğilimli olmaları da bu tespitin doğruluğunu kanıtlamaktadır.

Bu durum -bazı tarihselcilerin de iddia ettiği gibi- insanın, asla ötesine geçemeyeceği sınırlarla çevrelendiğini değil sadece aşması gereken zorlukların olduğunu gösterir. Aksi takdirde imtihanın bir anlamı kalmaz. Çeşitli zindanlarına rağmen, yüce Allah’ın lütufları olan vahiy ve akılla doğrulara ulaşan nice insanın varlığı da bu gerçeği teyit eder. Nitekim Türkiyeli Müslümanlar olarak, toplumumuzun önümüze çıkardığı birçok zorlukları aşarak ciddi kazanımlara ulaşmamız da bu durumun başka bir kanıtı olarak zikredilebilir.Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi içinde yaşanılan toplum, bütün şartlarda insanları etkiler. Bu yapılan yanlışları doğru zannetme şeklinde olabileceği gibi, görülen yanlışlara aşırı tepki gösterme şeklinde de olabilir.

İşte bu süreçte bizler, “nefs tezkiyesi” alanında, geçen sayıda kısaca değinmeye çalıştığımız ciddi kazanımlarımıza karşın, toplumda kabul gören yanlışlara verdiğimiz tepkilerden kaynaklanan hatalar yaptık. Yeterince deneyimli rehberlere sahip olmayışımız, tecrübesizliğimiz, gençliğimiz, ilmi yetersizliğimiz, yapılan yanlışların büyüklüğünü fark etmekten kaynaklanan heyecanımız vb. faktörler çeşitli hatalar yapmamıza ve kişiliklerimizde bazı eksikliklerin oluşmasına neden oldu.

Böylesine bir sonuç ne yazık ki kazanımlarımızı toplum genelinde yaygınlaştırmamızı engelleyen etkenlerden biri oldu. Hatta bu durumun kazanımlarımızı tehlikeye attığını söylemek dahi yanlış olmaz.  Nitekim birçok insanın mekaniklikten, ruhsuzluktan, kabalıktan şikâyet ederek tekrar tasavvuf felsefesine, İbn-i Arabîciliğe dönmesi ya da dönme sinyali vermesi bu tehlikenin boyutlarını göstermektedir.  Yaşanan geriye dönüşlerdeki, korkuların baskısı, bedel ödemenin ağır gelişi, cahiliyeyle uzlaşarak pastadan nemalanma gibi isteklerin etkilerini bilişimiz, bizleri bu meseledeki zaaflarımızı tartışmaktan, kendimizden kaynaklanan eksiklikleri görmekten ve sorunlarımızı giderme çabasından alıkoymamalıdır.

Bize düşen; en büyük kazancımız olan Kur’an ve sahih sünneti ölçü almanın nimetinden yararlanarak, kazandığımız hayat ve mücadele tecrübemizin ışığında kendimizi tekrar tekrar vahiyle sorgulamaktır. Oryantalistçe yaklaşımlardan uzak, kazanımlarımızın öneminin farkında olmanın verdiği bir özgüvenle, eksikliklerimizi tespit etme ve tamamlama seferberliğine gitmemizdir. Bu çerçevede biz de nefs tezkiyesi alanındaki zaaflarımızın nedenlerine göz atacak, bunları beş başlık altında açmaya çalışacağız.

1-) yanlış tezkiye anlayışlarından kaynaklanan tepkisellik.

Tevhidi uyanış sürecini yaşayan genç muvahhidler, toplumdaki birçok anlayış gibi tezkiyeyle ilgili anlayışın da sağlıklı bir temele dayanmadığını fark etmekte gecikmediler. Toplum tarafından kabul edilen anlayışın sağlıklı bir temele dayanmadığının görülmesinin ardından nefs tezkiyesi için önerilen yolların/yöntemlerin yanlışlığı da fark edilince bu kesimce dillendirilen her şeye karşı antipatiyle yaklaşmak reflekssel bir tavra büründü. Öyle ki Kur’an kavramlarından olan nefs tezkiyesinden bahsetmek bile ciddi bir cesarete sahip ve polemiğe hazır olmayı gerektiriyordu. -Ne yazık ki bu tepkiselliği şimdi bile yeterince aşamadığımızı görmek, üzüntü verici bir sorun olarak önümüzde durmaktadır.- Hâlbuki Rabbimiz Kur’anı Kerim'de, kurtulmanın en önemli şartı olarak nefs tezkiyesini önümüze koymaktadır: “Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene’, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.” (91/7-10).

Maalesef oluşan tepkisellik sadece nefs tezkiyesiyle sınırlı değildi. Bu tepkisellikten zikir, itikâf, nafile ibadetler ve ahlaki bazı kavramlar (su-i zan, gıybet vs.) da nasibini alıyordu. Hatta farz namazların daha dikkatli ve içi doldurularak ikame edilmesine dönük nasihatlere dahi aynı tepkisellikle yaklaşılıyordu. Zira bu kavramlar ve bu söylemler en temelde tağutla mücadele gibi bir dertleri de bilinçleri de yeterince olmayan kesimleri ve anlayışları hatırlatıyordu. Zaten oluşan tepkiselliğin de asıl nedeni buydu.

Ancak sorun tam da bu noktada başlıyordu. Bu kesimin kavramlara yüklediği anlamda yaptığı, öncelik sıralaması genel olarak yanlıştı. Çünkü bu kavramlar bizim kavramlarımızdı ve onları tepkisel bir tavırla reddedince ya da yeterince önemsemeyince, kişiliğimizi oluştururken bazı zaafların oluşmasının önüne geçebilmek mümkün olmuyordu.  Kavramlara yüklenen yanlış anlamlar, birçoğunun tasavvufi anlayışla ve tasavvuf ehliyle özdeşleşmesi, tevhidi inanç konusunda yanıltıldığımızı fark etmenin verdiği heyecan ve hırs, gençliğimiz ve tecrübesizliğimiz kavramlarımızı sahiplenme olgunluğunu göstermemize imkân vermedi.

Elbette bu bir eksiklikti. Ama biraz da “La ilahe illallah” gerçeğine ulaşmanın verdiği müthiş heyecanın tesirine kapılan gencecik muvahhitlerin psikolojilerini, donanımlarını düşündüğümüzde bu süreçte yaşananları anlayabiliriz. Sorun, bunca kazanıma ve tecrübeye rağmen bu zaafın sürdürülme tehlikesidir. Bu ise oluşan yaraların kapanmasını engelleyecek ve hatta daha da büyüyerek onları onarılamaz hale dönüştürecektir.

2-) aşırı siyasal yaklaşım

Tevhidi uyanış sürecini yaşayan genç muvahhitlerin yaşadığı toplumun önemli bir özelliği de siyasal bir bilinç ve duruştan uzak olmasıydı. Öyle ki bu, içlerinden çıkardıkları rehberlerine de sirayet etmiş ve bu yanlış anlayış “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” deyimiyle formüle edilmişti. -Bu deyimin kötü siyaseti kastettiği iddiasının fazlaca bir anlamı yoktu. Çünkü formüle edilen söylemde böyle bir ayrım olmadığı gibi, mensuplarının bu anlayışla götürüldükleri zeminlerin ibretlik bir durumu arz etmekte oluşu durumun vahametini yeterince ortaya koymaktaydı.- Çoğunlukla fikirlerine, hareket anlayışlarına katılmasak bile, samimiyetlerinden şüphe etmediğimiz bu şahsiyetlerin siyasal alanlara şartlarından dolayı fazla müdahil olmamalarını anlamaya çalışabilirdik. Ama bir de bunun felsefesini yapmaları, taşıdıkları zaafların maalesef çok ciddi boyutlarda olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Rehberleri böyle zaaflarla malul olan bir toplumun, bilinç seviyesini takdir etmek ise hiç de zor olmayacaktır.

Böylesine bir zeminde Tevhid ile tanışan genç muvahhidler, Tevhid'in hayatın tüm alanlarında Allah’a teslimiyeti gerektirdiğinin, siyasi alanı bunun dışında bırakmanın mümkün olmadığının, böylesine zaaflı anlayışların dünya istikbarının ve işbirlikçi tağutların işlerini kolaylaştırdığının, bu nedenle devletin dini denetim altında tutarak halkın din anlayışını etkilediğinin ve İslam'ın hayatla ve toplumsal sistemle ilişkisini kesmeye çalıştığının farkına vardılar. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için devletin, Diyanet gibi resmi kurumları oluşturduğunu, tayin ettiği memur imamlar vasıtasıyla halkın dini inancını kontrol altında tutmaya çalıştığını, İslami siyasetle ilgili bazı ayetlerin gündemleştirilmesini yasakladığını, hatta imamlara hutbelerde bahsedemeyecekleri bazı ayetlerle, bazı kavramları gizleme gereği dahi duymadan genelgelerle bildirdiğini gördüler. Bunun farkına varan genç muvahhitler, ihmal edilen bu ayetleri, hükümleri ve kavramları gündemleştirmeye çalıştılar. Keşfedilen tağut, şirk, cahiliye, Tevhid, ilah, rab, samiri/bel’am, ketm, tebliğ, cihad, dar gibi kavramlarla, Cuma namazının mahiyeti, İslam devletinin mahiyeti ve özellikleri, tağuti sistemle ilişkiler vb. hususları başlıca tartışma ve gündem konusu yaptılar.

Din adına aldatıldıklarının farkına varan bu gençler, bunun biraz da yüzeysel anlaşıldıklarında, ifade ettikleri manaların derinliği fark edilmediğinde sisteme zarar vermeyen namaz, zikir, nefs terbiyesi, hac gibi kavramların gündemleştirilmesiyle sağlanmaya çalışıldığını gördüler. Zira tağuti sistem bir yandan insanları dinden uzaklaştırmaya çalışırken, diğer yandan bu barikatları aşan duyarlı kesimlere sağdan yaklaşarak dinin bireysel boyutlu bir arınmayı önerdiğini ifade eden bir anlayışı sunuyor, onları namaz, oruç, hac, zikir kavramlarıyla manipüle etmeye çalışarak İslam’ın siyasi, sosyal, ekonomik boyutlarını gözlerinden kaçırmaya çalışıyordu.

Bu hileyi fark eden genç davetçiler, buna saklanan/gizlenen siyasal kavramları gündemleştirme ve namaz, hac, şeytan, arınma gibi kavramların da siyasi boyutlarını ön plana çıkararak karşılık verme yoluna gittiler. Tepkiselliği de içinde barındıran bu tavrın bazı doğru anlayışları da içerdiği ortadadır ancak dozajı hikmetlice ayarlanmayınca bu tavır bizleri birçok yanlışa da sürükledi. Öyle ki herhangi bir şeye kilitlenen bir insanın algıda seçici olması gibi, bizler de İslami kavramların daha çok siyasi boyutlarını fark eder, diğer boyutlarını ise atlar olduk. Örneğin namazın ikamesine dönük bir uyarıyı işittiğimizde hemen namazın tağuta karşı bir başkaldırıyı ifade ettiğini, asıl önemli olanın da işin bu boyutu olduğu tepkisiyle karşılık verdik. Resul'ün (as) namazına müşriklerin müdahale ettiğini ve onu namazdan alıkoymaya çalıştıklarını, günümüzde kılınan namazlara da bunları kılanlara da cahiliye mensuplarının hiçbir tepki göstermemelerine dikkat çekerek söylediklerimize delil sunduk. Söylediklerimizde doğruluk payı vardı ama bu durum namazlarımızı daha iyi ikame etmemiz için, zamana, ortamın uygunluğuna dikkat etmemize ve kıldığımız namazları çoğaltmamıza engel olmamalıydı. Yine toplum tarafından namazın, siyasal bir başkaldırı olarak algılanmayışı da bizim suçumuz değildi. Çünkü toplum yüzyıllardır bilinçli-bilinçsiz Müslüman olma iddiasındaydı ve namazı da kendi dininin doğal bir ibadeti olarak görüyordu. Ancak aşırı bir şekilde namazın siyasal boyutuna takılmamız, bizleri bunları görmekten alıkoyuyordu. Bu ise namazdan istenilen anlamda yararlanabilmemize ve onu yeterince önemsememize engel oluyordu. Aynı tepkisellik zikir için de söz konusuydu. Hâlbuki Kur’an arınmadaki önemlerine binaen, bu iki eylem için; “Şüphesiz ki arınan kurtuluşa ermiştir. Ki böylesi Rabbinin ismini zikreden ve namaz kılandır.” (87/14-15.) diye buyuruyor ve müminleri şöyle tasvir ediyordu: “Muhammed, Allah’ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar kâfirlere karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rükû ve secde halinde, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu onların Tevrat’ta ve İncil’de anlatılan vasıflarıdır…” (48/29) Aynı abartılmış siyasal yaklaşım tarzı Hac için de söz konusuydu ve bu durum uzun bir müddet bizleri kıyam yeri fonksiyonunu görmüyor diye Hacca gitmek konusunda tereddütlere sevk ediyordu. Oysa Resul (a.s.) putlarla doluyken de Kâbe’yi tavaf etmişti. Zira orası esas itibariyle Tevhidi kıyamın hatıralarıyla, alametleriyle doluydu ve muvahhidlerin ahitlerini tazelediği bir mekândı. Hacc'ın özgür bir ortamda sağladığı tüm nimetlerden yararlanamayışımız, Hacc'ı tümüyle ihmal etmeyi gerektirmiyordu. Durum böyleyken Hacca ve umreye mesafeli durmamız şüphesiz bizleri alabileceğimiz birçok faydadan, görebileceğimiz birçok hikmetten mahrum bıraktı. Elbette ki yüce Allah’ın her türlü emri sayısız nimeti barındırıyordu ve bu emirlerin yerine getirilmemesi nedeniyle nimetlerden mahrum kalmak bizleri şeytan ve dostlarına karşı zayıflatacaktı…

Yukarıda zikredilenlere benzer bir yaklaşım baş düşmanımız şeytan için de söz konusuydu.  Şeytanı neredeyse sadece Amerika ve tağutlardan ibaret görme yanlışına düşerek onlardan korunmak için de gazetelerde haberlerini araştırdık, siyasi kitaplar okuyarak edindiğimiz bilgilerle nasıl tuzaklar kurabileceklerini anlamaya çalıştık. Zira sağcılıkla, komünist öcülerle, ABD'nin ehli kitap müttefiğimiz olduğu söylemiyle çokça aldatılmıştık. Şeytanın sadece Amerikanın ve tağutların şahsında bize saldırabileceği, bizleri aldatabileceği yanılgısına kapılmamız; Kur’anın o ve yandaşları; sizlerin onları görmediğiniz yerden sizleri görüyorlar, önlerinizden, arkanızdan, kısacası her tarafınızdan size gelecekler, en önemlisi bizzat direk kalbinize vesvese verecekler uyarısını atlamamıza neden oldu.

Bizler siyasi düşmanlarımızdan gelecek saldırıları beklerken kalplerimizi, zihinlerimizi hedef alan saldırılara uğradık. Bunun sonucunda da eşyaya bakışımızda, aile ilişkilerimizde, ticaretimizde yanlış noktalara savrulduk. Davanın ekonomik ihtiyaçları için zengin olmayı Rabbimiz'den diler ve bunun için çalışırken, şeytanın müdahalelerini yeterince ciddiye almayınca bize verilenleri Karun gibi aklımızın, bilgimizin, becerimizin ve gayretimizin ürünü sandık. Kibirlendik, ticaretimizde İslami ilkelerin hatırlatılmasını, tüketimde ölçülü olmaya dönük uyarıları özelimize karışma olarak addetmeye başladık. Çünkü artık verilenleri emanet/rızk olarak değil, mülkümüz/kârımız olarak görüyorduk. Dolayısıyla Rezzak ismi, nimetlerin fitneliği -denenme konusunu oluşturmaları- bizim için fazla bir anlam ifade etmemeye başladı ve bunun sonucunda da fiilen sekülerleştik, ölçümüzü kaybettik.  Dava kardeşlerimize dönük, sui zanlara, gıybetlere, merhametsizliklere düştük, büyüklendiğimizden dolayı itaat ve disiplini nefsimize yediremedik. Bu nedenle amip gibi bölündükçe bölündük, parçalandık. Çünkü en önemli ve bin bir suratlı baş düşmanımız İblisi, diğer dost ve yardımcıları olan şeytanları hafife aldık. Onları, Kur’anı Kerimin gündemleştirdiğinin yüzde biri oranında bile gündemleştiremedik. O şeytan ki Kur’an istisnasız her kötülüğü onunla ilintiliyordu (58/19,38/41,28/15,18/63,12/100,37/62) ve ondan korunmak için de içerden ve dışardan bize iletilen her şeyi vahiyle sorgulamayı kurtulabilmenin yegâne yolu olarak gösteriyordu.

Bu abartılmış siyasi bakış yukarıda zikrettiklerimizin dışındaki birçok hususta da maalesef etkili oldu. İktidara kilitlenme, amaç için her aracı meşru görme yanlışına düşme vb…  biz şimdilik bununla yetiniyor, zaaflarımızın sebeplerinden diğer bir faktöre geçiyoruz.

3-) kavramlara eksik vukufiyet

Tevhidi uyanış sürecinin en büyük kazanımı Kur’anın merkeze alınmasıydı. Ancak bu kazanım, maalesef Kur’ana çok iyi vakıf olma sonucunu doğurmuyordu. Zaten bazı hatalara düşülmesi de bundan kaynaklanıyordu. Bahsedilen durum genel Kur’ani bilgiler için söz konusu olduğu gibi, bazı Kur’ani kavramlar için de söz konusuydu. Bu yetersizlik ise sonuç olarak bazı şeylerin ihmaline, gözden kaçırılmasına neden oluyordu. Çünkü her Kur’ani kavramın genel İslami anlayışla bir bağı olduğu gibi, özel bir anlamı da vardı ve o kavramın özel anlamının gözden kaçırılması demek bazı şeylerin önemsenmemesi ve bazı alanların ihmali demekti. Tıpkı şeytan deyince, sadece siyasi alandaki azgınların akla gelişinin oluşturduğu boşluk gibi.

Kur’ani terimlerin, kavram ve kelime anlamlarıyla kullanıldıkları yerlerin karıştırılması, yine pek çok kavrama özel anlamlarını boğacak şekilde genel bir anlamın yüklenmesi en sık düşülen hatalardı. Örneğin cihad kelime anlamıyla, ‘gücün en son noktaya kadar kullanılarak mücadele edilmesi’ anlamına gelirken, kavram anlamıyla ‘Kişinin sadece Allah rızasını gözeterek malı ve canıyla savaşması’ anlamına gelmektedir. Bu iki anlamıyla da Kur’an’da kullanılan cihad kavramının kelime ve kavram anlamları karıştırıldığında mücahitlere vaat edilen makamlara, günümüzün mücadelesi eğitimdir veya eğitime katkıdır diyerek burs vererek ulaşabileceğimizi, yine aynı hataya düşerek gözümüzü haramdan kaçırarak muhacir, dua ederek musalli makamına erişebileceğimizi düşünebiliriz. Hâlbuki kavram anlamıyla musalli olabilmek için özel zamanlarda (beş vakit), özel bir yere (Kâbe’ye) yönelerek, özel bazı eylemleri ( kıyam, ruku’, sücud, Kur’an'dan kıraat) gerçekleştirmek zorunludur. Muhacir olabilmek için ise kişinin, bulunduğu coğrafyadan, işinden, ailesinden, yakınlarından, İslam’ı yaşamak üzere ayrılması gereklidir.

Bu şekilde kelime ve kavram anlamı karıştırılarak yanlış anlaşılan ve dolayısıyla özel anlamı ihmal edilen önemli kavramlardan birisi de zikirdir. Zikir kişinin, kendi nefsindeki (enfüs), kâinattaki (afak) ve kitaptaki ayetleri görmesi, verilen nimetlerin, yaratılan eserlerin farkında olarak rabbini, kalbi ve diliyle zikretmesi/anması, eserlerin müessire, mahlûkların halıka işaret ettiğinin bilinciyle mümkün olduğu kadar her an onu tenzih ve tesbih etmesi, ona hamd etmesidir. Zikrin kavram anlamı bu iken, kelime anlamı herhangi bir şeyi hatırlama, anma, öğüt vb. anlamlara gelmektedir. Nitekim Kur’anda “Babanızı zikrettiğiniz gibi…” (18/70) ayetinde kelime anlamıyla kullanıldığı gibi, öğüt anlamında Kur’anın isimlerinden biri olarak da kullanılmıştır. Kavrama yeterince vakıf olmayanlar, zikir kavramının gündemleştirilmesine tepki gösterirken, zikir Kur’andır derlerdi. Hâlbuki ismi fail vezninde “zakirun ve zakiratlar”(33/35) derken Kur’ancı erkekler ve Kur’ancı kadınlar denmediği gibi, ‘Namazı bitirdiğinizde rabbinizi ayakta, otururken ve yanlarınızın üzerindeyken zikrediniz’ (4/103), ‘Kurbanı keserken üstünde Allah’ı (Bismillah Allah’u ekber diye) zikrediniz’ (22/36), ‘(Hacda) menasikinizi bitirdiğinizde (lebbeyk Allahüme lebbeyk/buyur Allah’ım buyur… diyerek) Allah’ı zikrediniz’, ‘Meş’arı haramda’ (2/198), “Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı zikirden ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” (5/91), ‘Sabah-akşam’ (3/41), ‘Düşmanlarınızla savaştığınızda Allah’ı çokça anarak zikrediniz’ (8/45) , ‘Ne bir ticaret, ne de alış veriş onları zikir ve namazdan alıkoymaz’ (24/37) vb. sayısız deliller zikrin kavramsal anlamını yeterince ortaya koymaktaydı. Yine Kur’an'ın en iyi anlayanı ve uygulayanı olan Resulullah (sav.)’in hayatında zikre yüklediği anlam ve verdiği müthiş önem, zikrin hayatın tüm alanlarıyla, tüm zamanları kapsaması gereken özel boyutunu ve önemini ortaya koymaya fazlasıyla yetiyordu. O (a.s) uykudan gözlerini açtığı gibi “Ruhumu iade eden yüce rabbime hamd ederim” diye başladığı zikrini, uyku için gözlerini kapattığında “Kendimi âlemlerin rabbine teslim eder, bağışlanmamı dilerim” diye sonlandırıncaya kadar her vesileyle eksikliklerden uzak, kemal sıfatlarıyla muttasıf rabbini anardı. Uykudan uyanmanın, ayağa kalkmanın, yürümenin, görebilmenin, işitebilmenin, bir bardak tatlı su içmenin, kendisini ısıtan ve güneşten koruyan elbisesini giymenin, aynada yüzünün düzgün bir şekilde yaratılmış olduğunu görebilmenin, sağlıklı ve ahlaklı çocuklara ve eşlere sahip olmanın, güvenilir dostların tebessümlü çehresini izlemenin, düşman korkusundan emin olabilmenin ve her şeyden öte tevhid inancına sahip olmanın adaleti, ıslahı, iyiliği sevmenin, küfürden, fahşa ve münkerden tiksinmenin ne kadar şükrü gerektirdiğinin bilinciyle sürekli el-Kerim ve er-Rahman olanı zikrederdi. Resul (a.s.) şükredebilmenin dahi, şükrü gerektirdiğini –diğer peygamberler gibi- en iyi bilenlerdendi.  Zira terbiye edicisi onu vahiyle uyarmış ve hüsrana düşenlerin en önemli özelliklerinin zikirden yüz çevirme olduğunu, bu nedenle hiçbir şeyin onu zikirden alıkoymaması gerektirdiğini hatırlatmıştı. (63/9; 53/29)

 Bu süreçte zikir kavramına dönük eksik vukufiyet ihmale neden olduğundan bizlerde ciddi zaafların ortaya çıkmasına yol açtı. Zikri hayatlarının her anına taşımayanların gaybi yardımlardan, korunmalardan istenilen anlamda yararlanamayacakları ortadaydı. Zira sünnetullah gereği gaybi yardımlar, zikrin de bir parçası olduğu salih amellerin oranına göre kulların üzerine indirilir. Dolayısıyla zikrin azlığı, İblis ve yardımcısı olan diğer şeytanların vesveselerini daha etkili kılıyordu. Deyim yerindeyse vücudun direncini artıran vitaminler gibi müminin direncini güçlendiren de zikir, namaz, tebliğ, cihad gibi salih amellerdi. Bunlardan herhangi birisinin eksikliği doğal olarak bünyenin zayıflamasına ve hastalıklara mağlup olmasına neden oluyordu.   

4-) küçük görülen önemli ameller

Türkiyeli Müslümalar'ın uyanış sürecinde Tevhid, şirk, tağut, bel’am, tebliğ, cihad vb. kavramlar çokça önemsenmiş ancak bazı kavramlar da çeşitli nedenlerden dolayı arka plana itilmiş, üzerlerinde yeterince durulmamıştır. Bunlar, gıybet, yalan, sui zan, tecessüs, zikir, lağv, merhamet, nezaket, ücb, anne-baba hukuku ve neredeyse bütün nafile ibadetlerdi. Bu kavramları ve nafile ibadetleri önemsemememizin en önemli nedeni keşfettiğimiz yeni kavramların yanında bunların çok basit kaldığını düşünmemizdi. Çünkü önemli olan, tağutla mücadeleydi, tebliğdi, cihattı, Kur’an/kitap okumaydı. Bu nedenle; tartışmalar sırasında seslerin yükseltilmesinin, kalplerin kırılmasının, namazların dar bir vakte sıkıştırılarak hızlıca ve baştan savarcasına kılınmasının, çöplerin yere atılmasının, biriyle alay edilmesinin veya birinin gıybetinin yapılmasının pek bir önemi yoktu.

Bu eksik anlayışın etkileri, müthiş heyecan ve samimiyetimize rağmen zamanla bizleri yıprattı, güçten düşürdü, değil davete muhatap kılınanların sıkıntısını çekmeyi, birbirimize sabretmemizi dahi zorlaştırdı. Çünkü hayatta doğru bilgiler ve inançlar kadar, dürüstlüğün, merhametin, saygının, yumuşaklığın, tevazunun önemli olduğu gerçeği kendisini fark ettirmeye başlamıştı. Maalesef basit görüldüğü için yeterince önemsenmeyen bu hususlar çok önemliydi ve önemli ameller olarak önemsediğimiz, cihad gibi eylemlerle çok sınırlı karşılaşma şansımız varken küçük görülen bu amellerle her gün ve her an karşı karşıyaydık. Zaten rabbimiz bunların tümünü önemsememizi bizden istemiyor muydu? Hatta ağır sorumluluklarımızın altından kalkabilmenin tek yolu olarak genelde namazı, özelde de gece namazını, zikri, duayı önemsememizi, riczden, lağvden, minnet ve kibir vs.den kaçınmamızı istemiyor muydu? Tevrat ve İncil'in müjdeleyerek övdüğü müminlerin en temel vasıfları yüzlerine yansıyan secde izleri değil miydi? Durum böyleyken, müttakilerin alametlerinin cedel, lağv, kabalık, hırçınlık olması kabul edilebilir miydi? Vasıfları müminlere merhamet, kâfirlere karşı izzet olanların semtine gıybet ve zillet uğrayabilir miydi? Eminlik, adalet, nezaket ve vefanın ahlakları haline gelmesi gereken müttakkilerin, hileyle, yalancılıkla, kabalıkla işleri olabilir miydi?

Müminler olarak bu sorunları ciddi bir şekilde yaşıyorsak -sınırlı eksiklikler hariç- ortada ciddi bir yanlışlık var demektir. Bu yanlışlık ise inançla amelin, mücadeleyle ahlakın, siyasetle ibadetin, küçükle büyüğün arasını ayırmaktır. Elbette bu yanlıştan kurtuluşun, bu çölden çıkışın yolu da Rabbin Hüda’sına tabii olarak eksikliklerimizi gidermekten ve Kur’an'ın şifa olarak sunduğu tüm sulardan ayırım yapmadan kana kana içmekten geçmektedir.    

5-) Resul (sav)’İN örnekliğini yeterince gündemleştirememe ve ondan yararlanamama

Bu başlık kesinlikle zaaflarımızın nedenleri arasında en başta zikredilmeyi gerektirecek kadar önemlidir. Zira Resul (as.) Rabbimizin bizden istediği kul tipinin örneğidir, Kur’anın ne olduğu ve nasıl anlaşılması gerektiği sorularının cevabıdır. Bu nedenle tüm sorunlarımızın çözümünü canlı bir Kur’an şeklinde kendisinde bulabileceğimiz tek zattır. O, Rabbi tarafından Kur’anla terbiye edilerek yeniden inşa edilmiş ve en güzel örnekleri kendisinde barındıracak bir model olarak insanların önlerine konulmuştur. -Resul (as.)’ı bu sürece hiçbir müdahalesi olmayan etkisiz eleman gibi algılama yanlışına düşülmesin. Zira o, kendisine indirilene de, önceki indirilenlere de iman etmiş ve iradesiyle kendisini Rabbi'nin Kılavuzuna en güzel bir şekilde teslim ederek bu harika kulluğa yükselebilmiştir.- Onun hayatında, bizlerdeki gibi zaaflardan kaynaklanan zindanlar göremez, uçlarda savrulmalara rastlayamazsınız; kelimenin tam anlamıyla aranan dengeyi onda bulursunuz… Bu nedenle yanlışlardan/zaaflardan korunmanın ve Allah’a en mükemmel şekliyle yönelmenin yegâne yolu canlı Kur’anı gündemleştirmek, ondan yararlanmak ve onun kriterlerini ölçü almaktır.

 Ne yazık ki bizler bunu olması gereken şekliyle başaramadık. Kur’an'a yaklaşırken zaaflarımız nasıl Kur’an'dan daha fazla yararlanmamıza engel olduysa -içinde yaşadığımız toplumun anlayışının bizi sevk ettiği tepkisellik ya da aşırı siyasal yaklaşım gibi.- Resul (as)’dan yararlanmada da aynı sıkıntıyı yaşadık.

Resul (as)’ın sünnetini öğrenme konusunda bazı sıkıntılarımız vardı. Bildiğimiz gibi peygamberin sünnetine Kur’an, ümmetin ittifak halindeki nakilleri (namazın şekli, rekât sayısı, hac vs.), hadisler, megazi kitapları, siyer kaynaklarıyla ulaşabiliyoruz. İlk iki kaynakta zaten sorun yoktu, hadislerde ise âlimlerimizin çürüğünü sağlamından ayırt etmede belli başarılar göstermelerine karşın, hem kendi zaaflarından, hem de işin tabiatından kaynaklanan sıkıntılar devam etmektedir. Gerek Resul (as.)’ın sünnetine ulaşmadaki bu zorluk ve gerekse yanlış ve yüceltici binlerce haberin ve toplumdaki anlayışların niteliği bizleri tereddütlere, tepkiselliklere sevk etti. -Zaten siyasi boyutlar daha fazla dikkatimizi çekiyordu bir de yararlanacağımız kaynaklardaki eksikler ve sahih sünnete ulaşmadaki bir takım zorluklar bizleri daha da hassaslaştırdı.- Bu ruh haleti yüzünden hadislerde ve siyerde Resul (as.)’ın harika örnekliklerini aramaktan, gündemleştirmekten ve yararlanmaktan geri kaldık. Hatta araştırmalarımızda daha fazla şüpheci ve reddetmeye yakın bir tavır sergiledik. Bu durum istenilen anlamda Resul(as.)’dan yararlanmamıza engel oldu. Hâlbuki insanların teorik söylemlerden öte öykünecekleri, model alacakları canlı örnekliklere ihtiyacı vardı. Bu nedenle böylesine bir mahrumiyet sadece bilgi ve hayatta dengeyi yakalama açısından değil, aynı zamanda İslam’ı yaşayabilme umudu açısından da bir kayıptı. Zira insanlar kendileri gibi olan bir insanın, mükemmel bir model olmayı başarmasının vereceği moralden de mahrum kaldılar.

Resul (as) örnekliğinden istiğna edilebilinecek birisi değildi. Dolayısıyla ondan yeterince yararlanmamak başlı başına bir kayıptı. Onu yeterince tanımak her şeyden önce kendi başımıza Kur’anı doğru anlama çabalarımızdaki zaman kaybını önleyecekti. Çünkü O her şeyi Rabbinin lutfü ve yardımıyla olması gereken şekliyle yapıyordu. Fıtratı inkâr etmeden yaşıyor, ancak nimetleri (çocukları, eşleri vs.) amaç haline getirmiyordu. Hayatının her anını zikirle, duayla, namazla, oruçla (nafilelerle beraber) iyiliği emir ve kötülükten nehiyle dolduruyor, ruhbanlıktan da uzak duruyordu. Cihattan cihada koşuyor, psikolojik mücadele metotlarına başvuruyor, zerre miktarı doğruluktan, ahde vefadan, adaletten ve merhametten de uzaklaşmıyordu. Ne zayıflık ona zilleti tattırabiliyor, ne güç onu azdırabiliyordu. Zayıfken, “Güneşi, ayı bile verseler” davasından ve ilkeli duruşundan vazgeçmiyor, gücün doruğunda, muzaffer ordusunun başında Mekke’ye girerken, bu güç onu, boynunu devenin boynuna bitiştirerek secde etmekten ve kendisine işkence edenleri affetmekten alıkoyamıyordu. Güler yüzlülüğü, rahatlığı, latifeleşmesi onun heybetinden hiçbir şey eksiltmiyor, görüldüğünde Allah’ı hatırlatmaktan uzaklaştıramıyordu. Eşine, dostuna, komşusuna hep yardım ve ikram ederken, hiç kimseden hiçbir şey beklemiyordu. O her an hayır yarışında olduğunun bilincinde namazını, zikrini, tebliğini, Kâbe’deki eylemlerini, infakını, gıybetten kaçışını, cihadını, güler yüzlülüğünü, kısacası salih amellerini artırma gayretindeydi. Bu örneklikten istiğna edilebilir miydi, edilirse doğru ve dengeli olunabilir miydi? Elbette hayır… Çünkü ona itaat, Allah’a itaat, O’ndan yüz çeviriş de Allah’tan yüz çevirişti. Bu nedenle onun - Kur’anın çizdiği çerçevede- örnekliğini kaçırdığımız oranda dengeden uzaklaştık, mekanikleştik, yüzeyselleştik, güçsüzleştik.

Bu güzellikleri tekrar kazanmanın yegâne yolu, tekrar Hz. Peygamber'i gündemleştirmek, örnekliğini hayatımıza taşıyarak yararlanmaktan geçiyor. Bu sebeple Kur’an'ı ölçü alarak rivayetlerde seçici davranmaktan ve onlardan yararlanmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur. Siyer kaynaklarından ise -bu eserlerde daha önce herhangi bir ayıklama çabası olmamasına rağmen- hadiste olduğu gibi Kur’an'ın rehberliğinde, doğruları yanlışlardan dikkatli bir şekilde ayırt etmeye çalışarak yararlanmamız gerektiği açıktır.

BİTİRİRKEN

Tevhidi uyanış sürecimizde, Kuran ve sünneti ölçü alma bilincine ulaşma gibi, müthiş bir kazanımımız oldu. Bu vesileyle şirki ve tevhidi tanıdık, hayatımızın tümüne vahyi hakim kılmanın zorunluluğunu fark ettik. Bunların paha biçilmez değerler olduğu tartışılamaz. Ancak diğer yandan da arınmayı bütünsellik içinde gerçekleştirmemize engel olacak yaklaşımlarımız oldu. Bu eksik yaklaşımlarımızın sebep olduğu zayıflıklar bir çok insanımızın fitnelerle başa çıkamamasına ve  muazzam kazanımlarını kaybetmesine sebep oldu.  

Şimdi mesele ayakta kalmayı başaran, Tevhidi uyanış sürecinin kazandırdığı bilince, yaşanılan hayatın kazandırdığı tecrübelere ve çeşitli fitnelerle imtihan edilmenin verdiği olgunluğa sahip çok değerli ve bilinçli Müslümanların, insanlığa vahyin şahitliğini en üst derecede gösterebilmeleri için eksiklikleri giderme seferberliğine girişmeleridir.Yapılması gereken bu kazanımlarımızın rahmetinden kendimizin de, toplumumuzun da daha fazla yararlanmasını sağlamaktır.

Bunun için de öncelikle bütünsel arınma anlayışımızdaki zaaflarımızı görmemiz ve kabullenmemiz gerekmektedir. Zira ahlaki eksikliklerimiz, zikirsizliğimiz, duasızlığımız ve secde eksikliğimizle daha çok modern /seküler hareketleri andıran hedeflerimiz ve tarzlarımızla, istenilen anlamda Peygamberi misyonun günümüz temsilcileri olma şerefine ulaşmamız mümkün değildir. Bu nedenle mutlaka teorik ve pratik alanda bu eksikliklerimizi giderecek bir eğitim programını oluşturmamız ve uygulamamız zorunludur. Teorik bilgilenmede gıybet, kibir, hased, lağv, cedel, ucb, eminlik, kanaat, israf, namaz, zikir, şükür, merhamet, edep vs. gibi ahlaki ve ibadi bilgilenme ihtiyacını giderecek ve bu alanlarda da şahitlik sorumluluğumuz olduğunu fark ettirerek özendirecek bir eğitim programını -Resulullah’ın pratik örnekliğini fark ettirecek bir eğitim programı- uygulamak, pratikte ise hayatın tüm alanlarındaki (siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel) sorumluluklarımızın gündemleştirilmesi gibi ahlaki ve ibadi -meramımızı ifade edebilmek adına ibadi ifadesini kullanıyoruz. Zira ibadet kavramının hayatın tüm boyutlarını kapsadığı açıktır- sorumluluklarımızı da hatırlatmak ve Resulullah’ın örnekliğini yoğun bir şekilde gündemleştirmek gerekmektedir. Ayrıca başta namaz olmak üzere tüm farz ibadetlerin en güzel bir şekilde ikamesi için tedbirler almayı, ortamlar oluşturmayı da gündemimize almalıyız.(Mekanlarımızı mescide çevirmek, veya en azından mekanlarımızda güzel mescitlere yer vermek, ezanının okunmasının hemen ardından ve cemaatle namaz kılmak, cuma, teravih, bayram ve mümkünse vakit namazlarını müminlerin topluca kılmalarına imkan sağlayacak ortamlar oluşturmak, hac ve umrelerin yapılmasını kolaylaştıracak organizasyonları gerçekleştirmek, ödül veya hediye olarak hac ve umreyi seçmek vs. gibi)

 Şu açıktır ki Oryantalistçe yaklaşma hastalığına düşmeden ve kazanımlarının farkında olarak, yanlış yaklaşımlarının neden olduğu eksiklikleri gideren Müslümanlar, çok ciddi kulluklar/şahitlikler gerçekleştirebilecek ve bir çok hayırlı çığırın açılmasının sebebi olabilecektir. Yeter ki eksikliklerini giderme çabası sırasında geçmişini mahkum etme veya savunmacı tepkisel bir yaklaşımla yargılama yapma hatasına düşmesinler. Zaten tevhidi uyanış sürecimiz de kendisinden utanacağımız bir dönem değil, hayır ve övünçle yad edeceğimiz bir tarihi sürecimiz ve tecrübemizdir.

Sözlerimizin sonu alemlerin Rabbine hamddir. Şüphesiz bu yazıda isabet ettiğimiz görüşler rabbimizden, yanlışlarımız ise şeytandan ve kendi nefsimizdendir. Haddimizi  aştığımız hususlar için yücelerin yücesinden, rahmetin mem/nbaından bağışlanmamızı diliyoruz. Bütün eksikliklerden münezzeh/ el-Kuddus olan sadece rabbimizdir. O ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR