1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Tarih Katkılı Statükoculuk

Tarih Katkılı Statükoculuk

Eylül 2000A+A-

Taha Akyol Türk basınında liberal düşüncenin önde gelen kalemlerinden biri. Özellikle son yıllarda Türk basınında laikliğe yaklaşım konusunda belirginleşen ortodoks Kemalist tutum ve liberal-seküler anlayış arasındaki ayrışmada 28 Şubat'ın dayatmacı yaklaşımına getirdiği eleştirileri ile dikkat çeken bir isim. Resmi ideolojinin dar ve de daraltıcı çerçevesini sorguladığı yazılarının değişik çevrelerce ilgiyle takip edildiği bilinmekte. T. Akyol Türkiye'deki resmi laiklik uygulamasını jakobence bir dayatma olduğundan dolayı eleştiriyor. Modernleşme sürecinin bir gereği olarak sekülerliğin zaten kendi mecrasında gelişeceğini, buna dışarıdan zorlamayla yapılan müdahalelerin sıkıntı doğuracağını ve süreci engelleyeceğini iddia ediyor. Ayrıca yazılarında sürekli soru sormanın öneminin altını çiziyor, 'Türk toplumu'nun geri kalışının temelinde yatan nedenlerden birinin, belki de en önde geleninin soru sormamak olduğunu vurguluyor. Bu vurgunun haklılığından kalkarak biz de 'Hariciler ve Hizbullah' adlı kitabı üzerine bazı sorular soralım.

Aslında elimizde yeni bir çalışma olduğu da epeyce şüpheli. T. Akyol'un yaptığı bir bakıma yıllar önce 'Hariciler ve Şia' başlığıyla yayınlanan kitabını aktüel gündemin getirdikleriyle harmanlayarak yeniden ısıtmaktan ibaret. Yine de T. Akyol kitabına çok iddialı bir altbaşlık koymaktan çekinmemiş. 'İslam toplumlarında terörün kökleri' denilince bir dizi doğrudan ve yan unsurun ele alınacağı beklentisi oluşuyor. Ama ne var ki konu çok genel bir şemaya oturtulmuş. İslam tarihi denilen ve Asr-ı Saadet'ten kısa bir süre sonra ve gerek iktidar-muhalefet, gerekse de mezhep temelinde şekillenmiş farklı sosyal gruplar, kesimler arasında karşılıklı cereyan eden çatışma ve şiddet olgusu tek bir açıklama şemasına hapsedilmiş: kabile kültürünün şehirleşmeye karşı tepkisi. Tepkinin temsilcileri olarak da Hariciler belirlenmiş ve Haricilerin yaptıkları/yapmadıkları her şey bu şemanın doğrulayıcıları olarak vurgulanmış.

Her şeyden önce bu kadar tartışmalı ve farklı açıklamalara konu olabilecek genişlikte bir konunun tek bir açıklama çerçevesine sıkıştırılmış olmasının T. Akyol'un sürekli hatırlattığı 'bilimsellik' kriterine ne ölçüde uygun olduğu cevaplanmayı bekleyen bir soru olarak duruyor.

Ayrıca Haricilere ilişkin çizilen tablonun gerçeği olduğu gibi yansıttığı da oldukça şüpheli. Abartılı bir Harici prototipi çizilmiş ve bunu destekleyen rivayetler, yorumlar hiç sorgulanmadan aynen tekrar edilmiş. Burada elbette bu çizimin T. Akyol'un zihninin bir ürünü olduğunu söylemiyoruz. İslam tarihi üzerine yazılan eserlerin geneli Haricileri bu şekilde resmetmekte. Bunun ne ölçüde gerçeği yansıttığı, ne ölçüde de iktidarları rahatsız eden, tehdit eden muhalif bir akımın alabildiğine karalanması olduğu üzerinde durmak Müslümanların tarihlerini saltanatçı kalıpların dışına çıkıp doğru biçimde anlamaları için bir gereklilik. Bunu elbette T. Akyol'dan beklemek durumunda değiliz. Ama en azından var olan bu kalıp ve rivayetleri olduğu gibi aktarmak yerine bir sorgulama süzgecinden geçirmek ciddi bir araştırmacının önem vermesi gereken bir ilke olmalıydı.

Harici Fanatikliği Cahillik, Hariciler Hakkında Fanatiklik Bilimsellik mi?

Kitapta Haricilerin vahşi, kan dökücü, disiplinsiz ve akılsız olduklarına dair tarih kitaplarında anlatılanlar hiç bir şüphe duyulmaksızın ve üstelik biraz da hikayemsi bir üslupla dramatize edilerek aktarılmış. Örneğin değişik bölümlerde tam dört defa tekrar edilen Abdullah ibni Habbab'ın Nehrevan Köprüsü civarında katledilmesi olayının aktarılması aynen bir tiyatro sahnesi kurgusunu andırıyor. Her nasıl oluyorsa tam o anda Haricilere ilişkin tüm vasıfların açığa çıktığı olaylar yaşanıyor. Tam orada bir hristiyanın domuzu beliriyor; Abdullah ibni Habbab'ın ve hamile karısının öldürülmek üzere götürüldüğü hurmalıkta olgunlaşmış bir hurma yere düşüyor vs.  Bunlar tarih kitapları yerine masallara konu olabilecek şeyler. Aynı şekilde Harici İbni Mülcem'in Hazreti Ali'ye karşı giriştiği suikastin bir aşk hikayesine dayandırılması (sh. 93); Haricilerin cahilliğinden yararlanarak onları birbirine düşüren Emevi valisi İbni Muhalleb'in planı (sh.114) örneklerinde olduğu gibi.

İlginçtir, müşriklere ve ehli kitaba karşı gayet adilane hareket ettikleri söylenen bu insanların düşman olarak gördükleri insanların karılarını hatta çocuklarını gözlerini kırpmaksızın öldürdüklerine dair rivayetlerin yalan olma ihtimali üzerinde en küçük bir tereddüt dahi duyulmuyor. Yine kesin doğru kabul edilen tahkim meselesinde tutarsız davrandıklarına dair rivayetler için de aynı durum geçerli. Burada açık bir mantıksızlık var. Aynı insanların önce Muaviye'nin ordusundaki askerlerin mızraklarının ucuna mushaf sayfalarını asmaları üzerine Hz. Ali'yi tahkime zorlayıp, ardından tahkim oyunundan sonra bunu kabul ettiği için Hz. Ali'yi Kuran'ın hükmünü çiğnemekle ve dinden çıkmakla suçladıklarına dair rivayetler kesinlikle inandırıcı değil. 'Hariciler zaten her şeyleriyle olumsuz bir konumdalar, bir de bu tutarsızlık içinde olmaları normal sayılmalı' mantığı sakat bir mantık.

Haricilerin bedevi tabiatlı ve kabileci yapıya sahip oldukları, yıkıp dökmekten başka icraatlarının olmadığı şeklindeki nitelemelere kitapta aşırı bel bağlanmış. Yine mesela madem bu insanlar bu kadar cahil ve vahşi de, Nehrevan'da Hz. Ali'nin ordusu ile giriştikleri savaştan sağ kurtulabilen bir kaç Harici'nin Sicistan'dan Yemen'e Mağrib'e kadar ulaşabildikleri (sh. 82) farklı bölgelerde ve farklı toplumlar arasında bunca insanı nasıl örgütleyebildikleri hiç sorulmamış.

Kitapta Hariciler hakkında aktarılan olumsuz rivayetler sadece tarih kitaplarıyla da sınırlı kalmamış. Resulullah'a (s.) nisbet edilen hadislere de yer verilmiş ki geleceğe dair bilgiler içeren, farklı fırkalar hakkında hükümler bildiren bu rivayetlerin fırka taassubuyla uydurulmuş rivayetler olduğu açıkça ortada. Bu meyanda Hazreti Peygamber'in ileride 'büyük bir fitnenin zuhur edeceğini, bu fitnede koltuğunun altında büyük bir et parçası bulunan adamın dahil olduğu tarafın dalalette bulunduğunu' (sh. 84) söylediği, bununla Nehrevan'da Hariciler arasında bulunan Zuus Sudde adlı kişinin kastedildiği gibi garip 'deliller'e yer verilmiş. Diğer taraftan Ebu Zehra'dan nakledilen bir pasajda ise Hariciler mezhebi kaygılarla hadis uydurmakla suçlanıyorlar (sh. 117). Bu suçlamanın da haksız ve temelsiz olduğu tarihen sabit. Yalan söylemeyi büyük günah ve de küfür olarak niteleyen Haricilerin İslam tarihi içinde mezhebi kaygılarla hadis uydurmayan nadir fırkalardan biri olduğu rakipleri tarafından da kabul edilen bir hakikattir.

Bu söylediklerimizle Haricilerin herşeyleriyle makbul ve örnek müslümanlar olduğunu kastettiğimiz düşünülmemeli elbette. Örnek alınması gereken vasıfları yanında, içlerinde Kuran'ı ve dini çok dar tefsir ederek aşırı hükümlere varanlar, hayata ve olaylara ilişkin vukufiyet ve basiret noktasında son derece kısır tutumlara saplananların azımsanmayacak sayıda olduğu bir vakıa. Bu tefrik ancak tarihi bilgiler aktaran kitapların daha derinlemesine ve eleştirel bir gözle incelenmesi ile yapılabilir.

Mahkum Edilen Haricilik ve Aklanan Statüko

Kitapta Haricilikten kalkılarak günümüze geliniyor ve Orta Doğu üzerinde adeta bir tur atılarak Türkiye'ye ulaşılıyor. Aynı şablon, 'her kapıyı açan anahtar' misali Lübnan'a da, Mısır'a, Türkiye'ye de uy(durul)uyor. Lübnan'dan sözederken 'İsrail'le Hizbullah arasındaki karşılıklı saldırılar'dan sözediliyor, yirmi yıllık Siyonist işgal her nedense görülmüyor. Acaba bundan söz edilirse Hizbullah'a haklılık kazandırılmış olabileceği kuşkusu mu duyuluyor? Mısır'da Sedat'ın Tekfir ve Hicret tarafından öldürüldüğü söylenmiş (sh. 196) ki bu yanlış, turistlere son yapılan saldırıların bu örgütün işi olduğu iddiası gibi.

Türkiye'ye gelindiğinde ise Haricilik hakkında çizilen şemaya 'Hizbullah' adı verilen örgüt oturtuluyor. Bu örgütün etnik kavmiyetçi olduğu iddia ediliyor. Bu iddianın dayandırıldığı kaynak ise çok ilginç: Kanal D Genel Haber Yönetmeni Tuncay Özkan. Bohçacı kadın misali sürekli ortaya bir şeyler ve çoğu da uyduruk şeyler saçan Tuncay Özkan'ın bir akşam haber bülteninde söyledikleri kesin gerçekler gibi aktarılmış. İslami kamuoyunun Hizbul Vahşet adını layık gördüğü örgütün icraatlarından söz edilirken PKK ile aynı terörizm ortamından beslendiği ifade edilmiş ama terörü yaratan asıl saiklerden ve bilhassa da devlet teröründen hiç söz edilmemiş.  Bu yapılan açıklama değil, olsa olsa örtme çabası olarak nitelenebilir. 

T. Akyol'un yaptığı kötü bir tarihçilikten ibaret değil. Seçilmiş bir tarih kurgusu üzerinden yaşadığımız ana ilişkin siyasi bir tutum oturtuyor. Öncelikle Hariciler üzerinden statükoya karşı silahlı mücadele fikrini benimseyen anlayışları mahkum ediyor. Bu tutum bir adım sonra daha da genişleyip sünni anlayışın da tarih boyunca temelini teşkil eden mevcut otoritenin korunması kaygısıyla buluşuyor, örtüşüyor. Tabi ki statükoya karşı çıkışın niteliği ve biçimi, kitabın da konusunu oluşturan Türkiye'deki 'Hizbullah' vakıasında olduğu gibi bu karşı çıkışın islamiliği tartışılabilir, eleştirilebilir. Ama bu iş statükonun topyekün değişimine yönelen taleplerin tümünü birden kapsar tarzda yapılıyorsa ve dolaylı da olsa statükonun bir biçimde devamını savunmaya, ona malzeme sağlamaya dönüşüyorsa orada durup düşünmek gerekir.

Sonuç itibariyle ilginç bir durum ortaya çıkıyor: T. Akyol kitabında muhalif hareketler açısından tarihle bugün arasında bir paralellik oluşturmaya çalışmış. Ne kadar başardığı tartışılır ama bunun tek yönlü bir paralellik olmadığı açık. Konunun bir de iktidar cephesi var. Tarihten kalkarak bugün mevcut olan statüko karşıtı İslami hareketleri Haricilik şablonuna sıkıştırırken, bizzat bu çabasıyla Sünni otoriteye itaat geleneğinin günümüze yansımasının somut bir örneğini sunmuş oluyor.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR