1. YAZARLAR

  2. Lionel Beehner

  3. Suriye’de Altmış Bin Kişinin Öldürülmesi Niçin Bizi Şok Etmiyor?

Suriye’de Altmış Bin Kişinin Öldürülmesi Niçin Bizi Şok Etmiyor?

Şubat 2013A+A-

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komiseri Navi Pillay’ın “gerçekten şok edici” olarak tanımladığı rakam doğrultusunda, BM Suriye’deki çatışmalarda hayatını kaybedenlerin sayısının 60 bini aştığını açıkladı. Sayı gerçekten dehşet verici ama geçmişte hatta Soğuk Savaş dönemi sonrasındaki savaşlardaki rakamlardan çok da farklı değil. Ortalama olarak, savaşların çoğunda ayda 3000 kişi hayatını kaybeder. Bu rakam yaklaşık iki yıldır devam eden Suriye’deki iç savaştaki rakamlara takriben eşit. Uluslararası toplum Suriye’deki iç savaşı diğerlerinden farklı görmeye eğilimli olsa da gerçekte bu savaş diğerlerine yakın bir yapıya sahip.

Savaş şiddet yöntemlerine başvurmayan ve daha fazla insan hakları talebi içeren bir ayaklanma şeklinde başladı ve kanlı rejimin baskılarının yoğunlaşmasıyla ivme kazandı. Şiddet şiddeti getirdi ve çoğunlukla Suriye ile sınırlı olsa da barışçıl gösteriler seri bir şekilde isyana dönüştü. Yenilmişliği ve parçalanmışlığı nedeniyle muhalefete, silahlar ve ülke dışı yardımlar çok az gelmekteydi. (Mao’ya göre, isyanın ilk aşaması halk desteği gerektiren örgütsel aşamadır.) Hükümet güçlerine karşı saldırıların ve gösterilen hünerin tümü, özellikle hükümetin kontrolünün zayıf olduğu ve isyancıların halk arasında kendilerini gizleyebildiği kırsal bölgelerdeki ekseriyetle vur-kaç taktikleriydi. (İsyanın ikinci aşaması silahlı isyandır.) Bu aşamada, Esed’in yakın çevresi olan Alevilerden hiç destek alamasa da muhalefet birkaç üst düzey Suriye siyasi ve askerî eliti de dâhil daha büyük bir destek elde etti.

Şam ve civarındaki askerî tesislere yapılan saldırılar dikkate alındığında, isyancılar tarafından güç kullanımı daha da belirginleştiğinde, isyan üçüncü (ve belki de son) aşamaya girdi: Açık iç savaş. Esed rejimi, sınırlarının ötesinde ve Türkiye’ye yönelik saldırılarını artırdığı kadar, bir toplu cezalandırma türü olarak muhalefetler birlikte hareket eden sivillerin yoğun olduğu kentsel bölgelere karşı ayrım gözetmeyen saldırılarda da bulundu. Savaşın bu yeni aşaması, çatışmanın en yoğun olduğu sınır bölgelerindeki çatışmalarda beklenen bir gelişme olup zaten başlamış olan mülteci krizini daha da artırdı. Ülke içinde yerlerinden edilmiş ve yüz binlercesi Ürdün, Türkiye ve Irak’ta emniyet arayışında olan Suriyelilerin sayısı kısa sürede milyonları buldu. Nihayetinde, muhalefet etkili kazanımlar elde ettiğinde, kendisini daha önce Irak’ta gördüğümüz türden (kafa kesme, feda eylemleri vs.) İslami köktendinciliğe sarılan daha ölümcül bir isyanın içinde buldu.

Uluslararası toplum bile Suriye’de yaşananlara, tahmin edilebilir bir tarzda ve adeta Kubler-Ross’un Üzüntünün Beş Aşaması1 adlı eserinin bir versiyonuyla yanıt verdi: Başlangıçta orantısız güç kullanımı nedeniyle, arka planda bir pazarlık sahnesinin peşinden gelen ilk dış tepki neredeyse hep öfke ve şoktur. Ardından da ya bir müdahale (Kosova ve Libya’daki gibi) ya da kabul (Ruanda olduğu gibi) gelir.

Suriye’deki iç savaşı gözlemlemenin en iyi yolu belki de daha büyük ölçekte ‘Arap Baharı’ ile birlikte değerlendirmektir. Mısır ve Tunus’taki nispeten kansız devrimleri bir istisna kabul edebiliriz. Suriye’de devam eden şiddetli iç savaşı ise devletlerin düşük yoğunluklu isyan ve kalkışmalara karşı alışılagelen karşı koyma biçimi olarak görmek doğru olur. İki yıl önce, Arap dünyasında hükümetleri düşürmenin fark edilebilir maliyeti düşüktü ve biz bölgenin bir ucundan diğer ucuna, çoğu 1989’da eski SSCB’yi çökerten devrim dalgasına benzer şekilde dalga dalga halk ayaklanmalarına şahit olduk. Tunus ve Mısır’da uzun süre iktidarda kalan yöneticiler iktidardan düştükten sonra, Libya ve Bahreyn’de ortaya çıkan şiddet yanlısı devrimciler, iktidarda kalma tarzlarını güncellediler ve şiddete başvurmanın uzlaşmaya göre daha anlamlı olduğuna karar verdiler. Açıktır ki, bir iktidara son vermek zahmetsiz olsaydı, gelişen dünyanın bir ucundan diğer ucuna popüler devrimler dalgası yaşanırdı. (Bazı Afrikalı bilim adamları için kıtanın niçin pek az ayrılıkçı savaşa ve sömürge dönemi sınırlarını yeniden düzenlemeye şahit olduğu bir sorundur.)

On yıl öncesinde, benzer bir eğilimi yansıtan ve Doğu Avrupa’yı kasıp kavuran turuncu devrim (color revolution) dalgası üzerine bir düşünelim. Gürcistan ve Ukrayna’daki başarıların ardından kayda değer ilk muharrikler mevcut idi. Bu ülkeleri “turuncu devrimler” dalgasını etkili bir şekilde boşa çıkaran ve siyasi kabulden ziyade sıkı tedbirlerle karşı karşıya kalan Azerbaycan, Andican (Özbekistan’da bir şehir) ve Belarus takip etti. Protestocular Duke Üniversitesi’nden Timur Kuran’ın meşhur ifadesinden ödünç aldıkları terimle “devrimci eşiklerini” güncellediler. Bu anlamda, Suriye’deki türden iç savaşlar, yüksek oranlarda “sıkıca yerleşmiş rejimlerden” yönetimi zorla devralma konusunda çıplak bir uyarıcıdır. Esed’in dışarıdan yardım almadan iktidardan indirilmesi daima boş bir hayaldir.

Çünkü Esed sadece Varşova Paktı’nda işe yarayan baskı tekniklerini değil, Mısır, Tunus ve Libya’da başarısız olan teknikleri de öğrendi. Senaryosu ne dış güçlerin askerî müdahalesine imkân tanıyacak bir düzeye varan kitlesel ve gelişigüzel güce dayanıyor (Suriye hakkında Bosna’da yaşanan Srebrenica katliamı tarzında bir soykırım raporu mevcut değildir.) ne de Esed, Kaddafi’nin kapı kapı, ev ev isyancıları yok edeceğine söz veren kızgın söylemlerine başvuruyordu. O, katliamları nispeten yavaş fakat düzenli bir şiddet formatında sürdürdü. Bununla birlikte dış müdahalenin kırmızıçizgisi olan kimyasal silah kullanımından da kurnazca geri durdu. Bunun da ötesinde Esed, Birleşmiş Milletlerin desteklediği herhangi bir anlamlı müdahaleye, onu iktidarı bırakmaya ya da çölleşmiş bir adaya göndermeye veyahut Sibirya’da bir villaya yerleşmeye zorlayacak bir barış görüşmesine karşı, dış destekçilerini -yani Rusları, Çinlileri ve İranlıları- “karartma aracı” olarak kullanmaktadır.

İlginç bir şekilde rejimin isyanı bastırma taktikleri, David Petraeus komutasındaki Amerikan ordusunca desteklenen kesimlerden uzak durmayı öngörmektedir. Esed, Kürtlerin ya da Hıristiyanların “kalplerini ve akıllarını” kazanmaya veyahut balığı (Özgür Suriye Ordusu) “deniz”den (Suriyeli siviller) çıkarmaya yoğunlaşmadı. Bunun yerine onları hedef tahtasına oturtmakta. Ordusu kentleri temizlemiyor, kontrol altına almıyor ve inşa etmiyor veyahut kentlerde güvenliği sağlamıyor. Ancak tarafsız kalan Suriyelilere muhalefete katılmanın maliyetinin ne olduğunu göstersin diye tüm mahalleleri moloz yığınına dönüştürüyor. Esed’in babasının “Hama Yasaları” 1980’lerin başında uyguladığı bu türden taktikler için Esed’e bir yol göstericilik yaptı. Seçici güç kullanımının maliyeti yüksektir çünkü bu, hedef almak için çatışmaya katılmayanlardan istihbarat almayı gerektirir. Sınır kontrolü olmaksızın, böyle bir güç kullanımı zordur. Bu, Esed rejiminin niçin ekseriyetle ayrım gözetmeksizin saldırmayı ya da “az maliyetle isyan bastırma”yı tercih ettiğini açıklayabilir.

Suriye’de her şey bilim adamlarının tahmin edebildiği şekilde gitmemektedir. Stanford Üniversitesi’nden James Fearon’a göre, devrimlerden dolayı ortaya çıkan iç savaşlar, kısa ömürlüdür. Bildiğimiz en uzun savaşlar çevredeki azınlıklarla yerleşik ve çoğunluğu oluşturan nüfus ve rejim arasında yaşanmaktadır. Böyle “toprağın evlatları” namındaki seferberlikler sık sık uyuşturucu veya elmastan (Kolombiya’da FARC2 ile devam eden savaş böyledir.) gelir temin ederler. Doğrudan dış askerî bir müdahale olmasa da Suriye’deki savaş dış güçlerce sürdürülmektedir: İsyancılar Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’dan yardım alırken, Esed rejimi İran ve Rusya’nın maddi yardımlarının tadını çıkarmaktadır. Bazı bilim adamları dış güçlerin müdahalesinin (Demokratik Kongo Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi) iç savaşları uzatabileceğini öne sürmektedirler.

Suriye’deki yüksek ölüm oranı uluslararası toplumu şok etmedi. Suriye başarısız bir şiddet dışı devrimden neşet eden klasik bir iç savaşa sürüklendi. O, açıklanma gerektirecek bir aykırılığa sahip değil. Bazı makul ve kesin durumlardan yola çıkarak, sahadaki çoğu bilim adamı bu savaşın birkaç yıl daha süreceğini ve dış müdahaleye yönlendirecek beklenmedik bazı katliamların dışında on binlerce insanın daha hayatını kaybedeceğini tahmin edecektir. Ülke dâhilindeki silahlı şiddete karşı tepkide olduğu gibi, katliamlar olduğunda çıldırmış gibi tepki vermemize karşın, ister kendi şehirlerimizde olsun, isterse dünyanın iç savaşın yaşandığı farklı yerlerinde meydana gelen rutin cinayetlere ilişkin olarak garip bir duyarsızlığımız mevcuttur. (NATO’nun Libya’da uçuşa yasak bölge ilan etmesine ve Kaddafi’nin devrilmesi için harekete geçmeye yönlendiren şey Bingazi’deki katliam olasılığıydı.) Katliamlar “insanlığın vicdanını şok eder”, öyle de görünüyor ki, onlar güç kullanarak engellenmeyi de gerektirir. Yine de azar azar gelen şiddetin haber değeri yoktur, ister Şikago’da (ABD) ister Halep’te (Suriye) olsun. Yüksek sayıda ölümler bizi ancak alarm durumu eşiğine ulaşınca şok eder. (Sözgelimi, The Lancet3 2006 yılında, Irak’taki iç savaşta 600 bin kişinin hayatını kaybettiğini bildirdiğinde ortaya çıkan öfkeyi düşünün.) Sosyal bilimciler ve psikologlar için bir sorun da niçin katliamların hemen tepki gördüğü ancak sık sık düzenli şiddet damlaları şeklinde tanımlanan iç savaşların ve isyanların tepki çekmediğidir.

On yıl öncesinde doğu Avrupa’da “turuncu devrimlere” karşı başvurulan “sıkı tedbirlerde” olduğu gibi, Suriye’deki şiddet de sözde “Arap Baharı”nı etkili bir şekilde bitirdi. Şiddetin azalmadan devam ettiğini varsayalım. Çünkü Suriye’de Srebrenica tarzı katliamlar yok. Bu durumda da Batı dış bir müdahalede bulunmayacak. Dolayısıyla, savaşın ölümcül rakamlarının bir yıl içinde yüz bin eşiğine geleceğini, bunun başka bir “şok dalgasına” ve Suriye dışındaki ülkelerde bir iç değerlendirmeye yol açabileceğini umabiliriz.

 

Politicalviolenceataglance.org / 14.01.2013 / Çev: Murat Kayacan

Dipnotlar:

1- İsmet Berkan bu eser hakkında şöyle demektedir: Herkes özgün adının 'Üzüntünün Beş Aşaması' (5 Stages of Grief) olduğunu sanıyor ama aslında Elisabeth Kubler-Ross'un 1969'da yayımladığı ve benim Türkçeye anlamlı biçimde çeviremediğim 'On Death and Dying' adlı kitabının ilgili bölümünün başlığı 'Kötü Haber Almanın Beş Aşaması'dır (5 Stages of Recieving Catastrophic News). http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=227999 11.06.2014. [Dipnotlar çevirene aittir.]

2- Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia: Kolombiya Devrimci Silahlı Güçler.

3- Tıbbi bir dergi.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR