1. YAZARLAR

  2. Abdurrahman Çeliker

  3. Siz Kimsiniz Bayım?

Abdurrahman Çeliker

Yazarın Tüm Yazıları >

Siz Kimsiniz Bayım?

Mart 2003A+A-

Acıya nişanlı minik yüreklere

Ben Kolombiyalı bir çocuk. Adım Garcia. Bacağımın birisi yok. Mayın tarlasında bıraktım. Elimde tahtadan bir silah. Babam bugün de gelmedi evimize. Askerler babamı görmediklerini söylüyorlar. Tahta ve tenekelerden derme evimize acı çöreklendi. Memesinde süt kalmadı annemin, gözünde yaş. Uçaklardan yiyecek atıyorlar, el değmemiş paketler içerisinde. Mermiler atıyorlar minik yüreklere. Televizyondan, gözlerinden ateşler saçan bir amca; bombalar yağdıracağını söylüyor üstümüze ve ölmüş çocukların saçlarını okşayacağını.

Sahi siz kimsiniz bayım?

Ben Afganlı bir çocuk. Adım Leyla. Hindikuş dağlarının eteklerinde minik bir yürek. Kerpiçten evlerin arasında umutlu bir çığlık yani. Babama gazi diyorlar. İşte bu dağların karlı doruklarında kalmıştı kolunun birisi. Aslında herkes biraz gaziydi, yarım kalmış vücutlarıyla. Bir gün köyümüze yüzleri boyalı ve ne konuştukları anlaşılmayan amcalar geldi. Ellerinde çikolata ve bombalarla. Çiçeklerle bezeli yemyeşil kırlarda koşuyordum. Annem, babam ve ağabeyim Muhammed, en güzel giysilerini giyinmişlerdi. Kucağımda hiçbir zaman sahibi olamayacağım bir yığın oyuncak ve kırmızı bir balon. Birden siyah bir gece çöktü üstümüze. Demir kanatlı atları ve kocaman gövdeleriyle kızıl şimşekler püskürttüler homurdanarak, elleri çikolatalı amcalar. Burkalı kızlar düştü yanı başımıza sahih yürekleriyle, öylesine muntakim babalar. Önce bir güzel yıkandım, yıkılmış evlerin arasında, sonra beyaz yekpare bir elbise giydim. Başımdan ılık bir kan sızıyordu, annemin gözlerinden yaş. Babamın elleri üzerinde havaya kaldırıldığımda bütün herkes beni selamlıyordu. Kucağımda bir yığın oyuncak ve kırmızı bir balon. Bir amca benden özür diliyordu, kulağıma; annemi, babamı ve ağabeyim Muhammed'i de solduracağını fısıldayarak.

Sahi siz kimsiniz bayım?

Ben Vietnamlı bir çocuk. Adım Lee. Ormanın kenarında ve ortasından büyük nehrin geçtiği, bambulardan yapılmış küçük bir köyde açtım çekik gözlerimi dünyaya. Yeşil ve sarıdan oluşan bir dünya. Pirince musallat ellerimiz vardı ve onura kesmiş yüreklerimiz. Sinmemişti burnumuza, balık ve toprak kokusundan başka birşey. Her sabah dedemle birlikte eski bir tapınağa giderdik, ormanın en mahrem yerlerine ellerimizle dokunurduk usulca. Tapınağın önünde iri yarı, gövdesi altın renginde taştan bir rahip otururdu. Gözlerinden, yüreğime doğru ılık bir sevgi ırmağı akardı. Akşam olup da ormanın ucuna geldiğimizde, sanki yalnızlığını ve sevgisini paylaştığımız için, bize ikramda bulunurdu orman. Elimizde bir yığın yemişle köye dönerdik. Bir sabah, büyük bir gürültü ve çığlıkla uyandım. Orman ağlıyordu, gözlerinde küllerden yaş ve başında dumanlı bir ateş. Büyük nehir ağlıyordu, yüzünde kandan kızıl bir maske. Bambular uçuyordu havada, parçalanmış bedenler. Bombalar patlıyordu, tüfek dipçiklerinde, çekik gözlü masum yüzler. Dedemi gördüm sonra büyük nehirde, öylesine uzanmış yatıyordu, iri yarı gövdesi, siyah bulut renginde taştan bir heykel. Göz göze geldik, ılık bir sevgi rüzgarı esti yüreğime, açık gözlerinden. Babalar, anneler, çocuklar birer birer ölüyordu, bambu beşiklere yatırılmıştı bebekler.

Sahi siz kimsiniz bayım?

Ben Filistinli bir çocuk. Adım Musa. Ellerimin ulaştığı her yer harabe. Gözlerimde tek bir renk hakim. Kırmızı. Çocuk olmak ne demektir, herhangi bir fikrim yok. Ninemin anlattığı masallardaki çocukları düşünürdüm, her uykuya dalışımda. Zeytin ağaçları arasından yıldız yakalamaya çıkan çocuklar, eteklerinde bir yığın sevgiyle dönerlermiş evlerine. Yüzlerinde masum gülücükler. Tahtadan yapılmış oyuncaklarıyla oynarlarmış. Sonra babalar her akşam mutlaka dönerlermiş evlerine, kucaklarında güzel yiyecekler ve giysilerle. Kış gecelerinde onları rüzgardan ve soğuktan koruyan bir evleri ve sıcağıyla sarıp sarmalayan sobaları varmış. Ninem bunları anlatırken, bu çocukların nerede yaşadığını merak ederdim hep. Sahi böyle bir ülke var mıydı? Her akşam, yıkıntılar içerisindeki mülteci kampından bu ülkeye gider, çocuk olurdum bir an. Tank mermilerinin sesleriyle uyandığımda hemencecik büyürdüm. Ellerimde sapan, kocaman demirlere taş atarken bulurdum kendimi. Akşamları baba beklemek ne demek bitmezdim. Aslına bakarsanız yaşamın kendisini hatırlamıyorum, onca ölüm arasında. Her gece patlamamış mermiler toplardık, yüzlerini hatırlamadığımız babalarımız için. Bizi koruyan ne bir evimiz ne de sarıp sarmalayan sobalarımız vardı. Yıkım uzun yıllar önce, bir yaz gecesi gemilerle gelmişti ülkemize. İnenlere yer açmak için ölüyorduk birer birer. Bir kıyamet gibi abandılar üstümüze, ölüm kusan silahlarıyla. Sessizce düşüyorduk, toprağın kucağına. Toprak, küçük bedenlerimizi ısıtıyordu. Sonra yıldız topluyorduk gökyüzünden, yüzümüzde masum tebessümler. Sokaklarda, hoparlörlerden yankılanan ses, yeniden büyütüyordu bizi. Ellerimizde, yarım kalmış çocuk düşleri.

Sahi siz kimsiniz bayım?

Ben Iraklı bir çocuk. Adımı hatırlamıyorum. Bir yüzüm de yok. Annemin gözyaşlarını biliyorum, yüreğime doğru sızan. Nasırlı ellerini ve sımsıcak kucağını, gök gürültüleri arasından. Yağmur yağıyordu üstümüze. Siliyordu ismimizi yeryüzünden ve yüzümüzü. Biz düşüyorduk, minik yüreklerimizi eritiyordu yağmur ve toprağı. Elleriyle bozuyordu oyuncaklarımızı ve savuruyordu koynunda saçlarımızı rüzgar. Murdar acılar dolduruyordu heybelerimize. Uçaklar geçiyordu gökyüzünden. Kanatlarında sinsi ölümler yüklü uçaklar. O gün, sizleri gördüm bayım. Gülücükler dağıtıyordunuz etrafınıza, cüzzamlı yüzlerinizden. Ellerinizden kan akıyordu ve çocuk yürekler koyuyordunuz ceplerinize. Ne de heybetli bir görüntünüz vardı, vebalı rüyalar salarken sahih uykularımıza. O gün sizi gördüm bayım. Zulüm ekiyordunuz, erimiş toprağa ve karanlık koynunuzda ölüm biriktiriyordunuz. Daha bir büyüyordunuz hasat zamanlarında. Daha bir çirkinleşiyordu yüzünüz ve karanlık tapınağınızın sunağında, küçük bir kuş çırpınıyordu.

Sizi tanıyorum bayım. El sallıyordunuz bana, demir kanatlı kuşlarınızın içerisinden. Siz gittiniz, sonra yağmur yağdı, biz toprağa düştük. Yağmur yağıyordu üstümüze. Siliyordu ismimizi yeryüzünden ve yüzümüzü. Minik yüreklerimizi eritiyordu yağmur ve toprağı.

Sahi beni hatırladınız mı bayım?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR