1. YAZARLAR

  2. Abdurrahman Çeliker

  3. Şehre Göçün Bir Nedeni: Türkiye’de Tarım Politikaları

Abdurrahman Çeliker

Yazarın Tüm Yazıları >

Şehre Göçün Bir Nedeni: Türkiye’de Tarım Politikaları

Ekim 2002A+A-

GİRİŞ

Batı'da Yeni Çağ'ı Orta Çağ'dan ayrıştıran en önemli dönüşüm, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilmesi olmuştur. Ancak sanayi toplumuna geçildikten sonra da tarımın insan yaşamını biçimlendiren düzeni sona ermedi. Yeni dünya düzeni senaryoları çerçevesinde oluşturulmaya çalışılan kültürel ve ekonomik küreselleşme çabaları içerisinde tarım önemini korumuştur.1 Küresel egemenler tarafından Üçüncü Dünya olarak adlandırılan -sömürgeci ülkeler tarafından kültürel-ekonomik dayatmalar ve sömürüler neticesinde fakirleşmiş- teknolojik ve ekonomik yönden güçsüz olan ülkelere yönelik politikaların çoğunda tarım alanları ile su havzalarının yer alması rastlantı olmasa gerek. Giderek çölleşen dünyada artan nüfusun da etkisiyle olası su savaşlarından bahsedilmektedir. Güçlü ülkeler bir yandan sanayi ve teknolojik gelişmelerinde önemli bir yer tutan tarımda ihtiyaç duydukları insan gücünü bu ülkelerden sağladıkları "köleler" vasıtasıyla karşılarken diğer taraftan işgal ettikleri ülkelerin tarımsal alanlarını ve buna bağlı ekonomiyi tahrip etmişlerdir. Ülkelerin hammaddelerini kendi sanayilerine ucuz şekilde alıp, onlara kendi endüstrilerini tekel fiyatlarıyla geri döndürmüşlerdir. Son yüzyılda oluşturdukları uluslararası tarım örgütleri vasıtasıyla (GATT, OTP) büyük bir ekonomik çöküntü içerisine terk ettikleri ülke insanlarını açlıkla ve neticesinde ölümle karşı karşıya getirmişlerdir. Kuzey Amerika, Asya ve Afrika kıtasındaki verimli toprakların varlığına rağmen evrensel egemenlerin politikaları karşısında, kıta ülkelerinin birçoğunda insanlar açlıktan ölmektedir. Hatta kimi bölgelerde ekilebilir alanların çoğu mayınlanmış ve ölüm tarlalarına dönüştürülmüştür. Bunun gibi dünyanın birçok yerinde sanayileşmesini tarım artı değerleriyle gerçekleştirmeye çalışan, teknolojik gelişmeyi kendi halkını tehdit unsuru olarak algılayıp silahlanma yarışında gören işbirlikçi yönetimler vasıtasıyla da bu ülkelerdeki tarım ekonomisi ve nüfusu köylülükten, ciddi buhranlardan kurtulamamıştır.

I- TÜRKİYE'DE TARIM

Osmanlı Dönemi

Osmanlı tarım arazisi miri arazi (devlet arazîsi) olarak değerlendirilir ve dirlik sistemi (ikta) ile yönetilirdi.2 Devletin en önemli geliri savaş ganimetlerinden ve dirlik sisteminden sağlanırdı.3 Ama Osmanlı toprak sistemi çöktükten sonra, 1858 yılında çıkarılan kanun ile devlet, toprak mülkiyeti haklarını tanıdı. Avrupalı elçilerin baskısıyla 1867'de toprak mülkiyeti hakları yabancılara da tanındı. Bu hukuki yenilik yabancı sermayenin, özellikle Ege bölgesinde önemli miktarda tarım arazisi satın almasına yol açtı. Zaten ekonomik bir çöküş yaşayan toprak sahipleri ellerindeki toprakları yabancılara sattılar. Toprağı olmayanlar ise gezici işçi olarak adlandırılan topraksız köylü "ırgat/maraba" olup boğaz tokluğuna çalışmaya başladılar. İmparatorluğun gayrimüslim nüfusunun bir bölümü köylü üreticiler ile yabancı sermaye arasındaki bağlantıyı kuran komprador bir sınıfa dönüştü. Bu sınıf ile bürokrasi ekonomik açıdan yükseldikçe tarım kesiminde fakirleşme hızlanmaya başladı. Özellikle Düyun-u Umumiye'nin devletin borçlarına karşılık tahsil ettiği tarımsal vergileri artırması ve ürünleri daha ucuz alarak gayrimüslim komprador sermaye aracılığı ile ihracatını gerçekleştirmesi, tarımsal kesime en büyük darbeyi vurdu.

"Rakamların kesin olmamakla birlikte, çok büyük bir adaletsizliği, yoksulluğu yansıttığı görülüyor. 950.000 köylü ailesinin büyük bir bolümü, bey ve ağaların eciri, yarıcısı, marabası durumundadır. 1913 yılının bu rakamları 1960'ların -büyük bir değişiklik olmadan sonrasının da- rakamlarıyla benzeşmektedir."4 Bütün bu nedenlerle köylü günden güne yoksullaşmıştır. Bununla birlikte, tarımsal ürünlerde yıldan yıla büyük oynamalar görülmekte, kıtlık yıllarıyla normal ürün alınan yıllar, belirsiz şekilde birbirini izlemektedir. Köylünün paraya çok ihtiyacı olduğundan, iyi ürün aldığı yıllarda bol miktarda ve düşük fiyatla mal satmakta, kıtlık yıllarında satacak bir şeyi olmadığından borçlanmakta, tekrar gelecek bir bolluk yılında ise borcunu ödemek için yine ucuz ve bol miktarda ürün satmak zorunda kalmaktadır. Bu şekildeki sürekli borçlan(dır)ma sonunda ırgatlaşmaya veya toprağın çoğunu elden çıkarmaya mecbur eden bir kısır döngü kurularak toprak/tarım sistemi çökmüştür.

Cumhuriyet Dönemi (1923-2002)

İttihat-Terakki yönetiminden itibaren ortadan kaldırılan yabancı kompradorların yerini yerli kompradorlar almaya başlamıştır. Yerli burjuvazinin oluşumu esnasında tarım ve toprakla ilgili çalışmalar en önemli yeri tutmuştur. Zira ekonominin en büyük payı tarımdan gelmekteydi. Özellikle büyük çiftli k/toprak ağaları oluşturularak bunların yurt içinde tekel oluşturma imkanları sağlanmış, köylü yukarıda da değindiğimiz gibi "maraba" konumuna getirilmiştir. Yeni ismiyle "Türkiye Cumhuriyeti" de Osmanlı'nın bir devamı olarak ekonomik açıdan izlediği bu siyaseti devam ettirmiştir. Osmanlı aydınları kendilerine bir kurtarıcı misyon vehmederek imparatorluğu sömürgeleştirmişlerdir. En azından sömürgeleşme sürecinde katalizör vazifesi görmüşlerdir. Bu yüzden Osmanlı'dan sonraki yenilikçilerin(!) de sömürgeleşme sürecinin hızlandırılmasından başka bir şey olmadığını şimdilerde daha iyi görmek mümkün. Tarım ve toprak alanında yapılan birtakım yeni düzenlemeler dahi tarımın ve buna bağlı olarak tarımsal sanayinin geliştirilerek hem ekonomideki katkısını artırmak hem de üretim kalitesinin ve veriminin artırılarak dünya pazarlarında rekabet edebilecek bir konuma getirilmesinden çok, günübirlik politikalarla zevahir kurtarılmaya çalışılmış ve halka karşı takınılan ideolojik tavır nedeniyle nüfusun yarısından fazlasını oluşturan tarım kesimi daha fazla köylüleştirilmiştir. İsmet İnönü'nün genç subaylarla yaptığı toplantıda "İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Kimse duymasın halk düşmanınızdır."5 şeklinde sarf ettiği bu sözler manidardır. Milli bir burjuva yaratma gayreti içerisinde halk yoksullaştırılırken, bazı kesim/kimselerin zenginleşmesi sağlanmıştır. Kısaca Osmanlı'nın iktisadi politikaları, ufak değişikliklerle bu dönemde de devam ettirilmiştir.

1923-1930 yılları arasında tarımla ilgili olarak yapılan çalışmalar ve çıkartılan kanunlar, çok az kıpırdanmalara neden olsa da bu, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, köylünün fakirlikten kurtulmasının ve tarımsal üretimin her bölgede artırılarak, ticaretinin yaygınlaştırılmasının çok uzağında kalmıştı. Yapılan değişiklikler ile toprak ve sermaye ağalan oluşturuldu. Askerlik yükünün, asıl olarak köylünün üzerinde olması ve nüfus mübadeleleri nedeniyle tarımda büyük bir emek kaybı oluşmuştu. "1928 Yunanistan sayımlarına göre, Türkiye'den göç edenler arasında 880.000 Rum'un 250.000'i tarım sektöründen geliyordu. Bunların çoğunluğu tahıl yetiştiriyordu. Tütün ve kuru üzüm yetiştiricileri ikinci sırayı almaktaydı. Tütün ve kuru üzümün Türkiye'nin 1923-1929 yılları arasındaki ihracatının %40'a yakın kısmını oluşturduğu düşünülürse, bu ürünlerin üretiminde uzmanlaşmış nüfusun göçü, ihracata büyük bir darbe indirmiştir."6 Tarımda iş gücü artırmaya yönelik olarak 1923 yılında yapılan İzmir İktisat Kongresi sonucunda çıkarılan bir kanun ile devlet tarım makinelerinin ithalatını sübvanse etme kararı aldı. Krediler Ziraat Bankası aracılığı ile yapılacaktı. Ancak bu kredilerin hepsi tarımdaki hedeflere uygun dağıtılmadığı için istenilen sonuç elde edilemedi. Zira kredilerde İstenilen teminat ya arazi ipoteği ile ya da kişisel garanti ve mallar vasıtasıyla dağıtılıyordu. Köylünün ise ne ipotek ettirebilecek büyüklükte bir arazisi, ne kişisel garanti verebilecek toplumsal statüsü ne de emanet edebileceği malları olmadığından, bu kanun büyük toprak sahipleri ile sistem için hatırı sayılır kişilere tekelci olabilmenin yollarını açtı. Yine bu kongre sonucunda tarım ürünlerinin pazarlanmasında önemli bir etkisi olan ulaştırmayla ilgili olarak birçok bölgeye demiryolu ağı kuruldu. 1925 yılında öşür kaldırılarak yerine arazi vergisi getirildi. 1929 yılında vergi oranının %4,8'den %6,5'e çıkartılması ile birlikte, hükümetin tekelinde bulunan ve özellikle köylünün yoğun olarak kullandığı tuz, şeker, gazyağı fiyatlarının yükseltilmesi ve satış vergilerinin artırılması köylüye büyük bir yük getirmişti. Bu durum, 1931'de zengin bir çiftçi olan bir milletvekili tarafından öşüre yeni elbise giydirilmesi olarak tanımlanıyordu. 1925-1930 yılları arasında tarım üretiminde hissedilir bir artışın olması ve ürün çeşitliliğine bağlı olarak ihracatın artması inkar edilemez bir gerçek olmakla birlikte bu, tarımda kısa vadeli siyasal bir proje olmaktan öteye geçememiştir. 1923 yılında toplanan, Türk ekonomisindeki yeri ve katkıları olumlu yönde sürekli gündeme getirilen İzmir İktisat Kongresi'nde alınan kararları Sabahattin Selek şöyle yorumluyor: "Bu kongre ile yeni Türk devletinin milli kapitalist ekonomiyi benimsediğini görmekteyiz."7 Selek başka bir yerde cumhuriyet hareketinin bir seçkinler hareketi olduğunu belirtmiştir. "Seçkinler kendilerine yol gösteriyorlardı, Görebildikleri tek yer ise emperyalizm ile ortak olup artı-değer bölüşümünden pay almaktı.(!)"8 Aslında cumhuriyet yönetiminin kitlelere bakışı ile Osmanlı 'yenilikçi' yönetiminin bakışı arasında temel de farklılıklar yoktu. Cumhuriyet yönetimi için de kitleler vergi veren, askerlik yapan, güdülen, edilgen bir yığından başka bir şey değildi. Bu yüzden Mustafa Kemal, bu kongrede "Efendiler kaç milyonerimiz var. Hiç. Binaenaleyh memleketimizde birçok milyoner yetişmesi için çalışacağız..." demişti. Bu görüş ekonominin tüm alanları için geçerliydi. Cumhuriyetin kurulmasından sonra, herkese yetecek kadar toprağın memlekette varolduğu görüşü hakimdi. Oysa Mustafa Kemal şöyle demektedir: "Bizde araziye kaç kişi maliktir? Bu arazinin miktarı nedir? Tetkik edilirse görülür ki, memleketimizin arazi genişliğine nazaran hiç kimse büyük araziye malik değildir. Binaenaleyh bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır." Bu düşünce Milli Şef döneminde (ve sonrasında) geçerliliğini korumuş, tarımdaki ağalık düzenini ve sosyal bünyeyi değiştirecek çabalar gösterilmemiştir."9 Kaldı ki oluşturulan zenginler ve toprak ağalarının tamamı İttihat-Terakki geleneğinden gelen ve cumhuriyet kadrolarında yer alan elit tabakaydı. Tarım kesimindeki geleneksel sömürü güçlenerek devam etmiş, tarımın güçlendirilmesi için kurulan Ziraat Bankası kredilerinin sağladığı elverişli koşullar büyük çiftçiye ve ağaya toprağını genişletme imkânını vermiştir. Bu kimseler için makine almaktansa ucuza toprak kapatıp ucuz ırgat çalıştırmak, 1930'lu yıllar için çok daha kârlı gözükmüştür. Aslında şimdi yapılan çabaların her biri bu sistemin pekiştirilmesinden başka bir şey değildir. Halen Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki katı toprak ağalığı sisteminden dolayı topraksız kalan ve sayıları 1.500.000 olan gezici tarım işçisi (ırgat) vardır.

1950'de iktidar olan Demokrat Parti dış desteklerin de katkısıyla tarım ve toprak konusunda geçmiş yıllara oranla daha olumlu sayılabilecek düzenlemeler getirmesine rağmen köylü ve küçük toprak sahiplen açısından değişen çok önemli bir şey yoktu. Değişikliklerin en önemlisi yeni toprakların tarıma açılması idi. Özellikle Doğu, Güneydoğu ve İç Anadolu'da meraların sürülmesine, tahıl ekimine açılmasına göz yumuldu. "Bu durum tahılcılığı artırırken, hayvancılığı sınırlamıştır. Örneğin buğday ekili alan 1949'da 4 milyon hektar iken 1960'ta 7,7 milyon hektara çıktı. Kooperatifleşme yerine aile işletmelerini destekleyen hükümet, çiftçinin ürettiği buğdayı dünya fiyatlarının üstünde alırken, tüketicilere fiyat artışı yansıtılmadı. Devlet adına bu işi yürüten Toprak Mahsulleri Ofisi sürekli zarar ettiğinden açıkları Merkez Bankası'na borçlanılarak kapatıldı. Bu uygulama enflasyonun aniden yükselmesinde büyük bir etki oluşturdu. 1950'de yürürlüğe giren Gelir Vergisi Kanununun tarım kesimini ilgilendiren hükümlerinin uygulanması ertelendi."10 Görünüşte hem köylünün hem de tüketicinin ekonomik açıdan rahatlaması gibi görünen bu politika, aslında büyük toprak sahiplerinin daha fazla ve haksız kazanç sağlayarak zenginleşmesini sağladı. Enflasyonun artması halkın ek vergiler ödemesini beraberinde getirdi. Bunun dışında küçük toprak sahiplerinin elde ettiği ürünün kapasitesi çok düşük olduğundan karşılığında aldığı kazancın çoğu vergi ve üretim giderlerine veriliyordu. Kazanan ve çığ gibi büyüyen yine toprak ağalarıydı. Toprak zenginlerinin birçoğu daha ileriki yıllarda elde ettikleri bu kazançlar vasıtasıyla hem tarımsal sanayide hem de tarım dışı alanlarda tekel oluşturdular. Bunun dışında büyük kentlerde arsa, bina ve işyeri satın alarak bu gayrimenkullerden spekülatörler vasıtasıyla önemli miktarda kazanç elde etmişlerdir. Önceki dönemde ortaya çıkan savaş zenginlerinin yerini bu kez toprak zenginleri almıştı. Bu durum 1923'ten 2002 yılına kadar olan süreçte bir devlet politikası olarak devam etmiştir.

1969-1981 yılları arasında meydana gelen siyasal çalkantılar ve uygulanmasına devam edilen yanlış ekonomik politikalar, günü kurtarmaya yönelik çalışmalardır. Tarım sektöründe ise köylüleşme oranı artmış, tarım sanayisi ile tarımsal tekniklerin gelişmesine rağmen nüfus hızla hizmetler sektörüne doğru kaymıştır. Türkiye'de çiftçi denilince akla ilk gelen şey, köydeki küçük arazisini yalnızca kendi karnını doyurabilmek ve üstüne bindirilen ağır vergileri ödemek için ekip biçen insan tipidir. Bu, yıllarca sadece tarım alanında değil ekonominin tüm alanlarında uygulanan adaletsiz, dayatmacı ve yanlış politikalardan kaynaklanmaktadır. Sadece küçük bir örnek olabilmesi açısından, tarım sektörüne bütçeden ayrılan yıllık miktar, dış borç ödemelerindeki faizin neredeyse onda birine karşılık gelmektedir. Devletin talancı ve vurguncuya kredi adı altında verdiği paralar, yoksul insanların sırtından ağır vergiler olarak çıkartılmış, tarım sektöründeki yaklaşık 22,4 milyon insan sanayiden yoksun, adeta köylüleşmeye mecbur bırakılmıştır. Zira tarım işletmeleri olarak sunulan birimlerin büyük çoğunluğu kendi toprağını işleten köylülerdir. Bunların arasında köyünde küçük bir toprağı olan ve memur-işçiliğin dışında kendi toprağını işlemeyi ek iş olarak algılayan insanlar çoğunluktadır. Tarım elbette tek başına bir ülkenin bütün ekonomisini belirleyecek bir konumda değildir. Ancak gelecekte su ve gıda savaşlarından bahsedilen bir dünyada en azından dışa bağımlı olmayan ve kendi kendine yetebilecek bir tarım ekonomisine sahip olunabilir. Tarım ve hayvancılık alanlarına karşı sergilenilen bu vurdumduymaz tavır neticesinde, bir zamanlar tahıl ve et ambarı olarak bilinen ülkede, bu ürünler artık ithal edilmektedir. İthal edilen ürünün ülke içerisinde elde edilen üründen daha ucuz olması -artan enflasyon karşısında neredeyse her saat başı petrol ve ürünlerine yapılan zamlar, tarım sanayinde hizmet veren sektörlerin ekonomik bunalımlar sonucunda kapılarına kilit vurmaları ve sürekli artan vergiler sonucu ürün maliyeti artmış, başkalarının mutsuzluğu üzerine kendi mutluluklarını inşa ederek kalkınmalarını tamamlamış, ekonomisi tarıma bağlı olmayan ülkelerle tarım piyasasında rekabet koşulları yitirilmiştir- tarım sektörünü yok olmaya sevk etmiştir. 2002 yılındaki 98 katrilyon liralık konsolide bütçesinde faiz harcamalarına ayrılan bütçe 42,795 katrilyon iken tarım alanına ayrılan bütçe sadece 2,125 katrilyondur. Bunun dışında tarımsal desteklemenin Gayri Safi Milli Hasıla'ya (GSMH) oranı %1-2 arasında değişiyor iken kamu açıklarının GSMH'ya oranı %15'in üzerindedir. Kamu borçlanmalarının yarattığı faiz yükünün GSMH'ya oranı da yaklaşık %18 civarındadır. Tarımsal desteklemenin sona erdirilmesi gerektiğini savunanlar, desteğin kamu maliyesine büyük yükler getireceğini ileri sürmüşlerdir. Fakat faiz ödemeleri için ayrılan bütçenin sadece %4-5'i tarım sektörüne aktarılmıştır. Bununla birlikte yalnızca komprador sermayeye verilen ve içi boşaltıldıktan sonra yeniden devletleştirilen batık bankaların kamu maliyesine getirdiği yük, tarıma ayrılan bütçenin yaklaşık beş katıdır.

Oysa 1970'li yıllarda ihracatın %60'ı tarım ürünlerinden yapılmıştır. Türkiye'de toprağın bu öneminden dolayı, çeşitli sorunların temelinde yine toprak yatmaktadır. 1960'larda yapılan bir ankette, cezaevlerinde yatan insanların %82'sinin tarla ve su kavgaları nedeniyle suç işlediği belirlenmiştir. Tarımın, adaletsizlikten verimsizliğe kadar bütün nitelikleri toplumun öteki alanlarında, gelir dağılımına, siyasal çerçevesine, ekonomik tercihlerine, dengesiz şehirleşmesine de yansımakta; bu durum geri kalmışlığın kilit noktalarından birini oluşturmaktadır.

Tarımdaki egemen zümrelerin, kasaba eşrafının, ağanın ve tefecinin çıkarınca biçimlenmiş olan düzen günümüze kadar devam edegelmiştir. Toprak dağılımındaki adaletsizlik, gelir paylaşımına aynen yansımaktadır. Avuç içi kadar topraklara sığınmış yaklaşık 20 milyon insan, elde ettikleri kazançla yoksulluğun en alt kademesini oluşturmaktadırlar. Toprak dağılımında, -egemen sınıflar hariç- nüfusun yoğunluğu parçalanmayı da beraberinde getirmiş, sonuçta üretim en düşük düzeyde kalmıştır. Tarımda işlenen toprak birimi küçüldükçe üretim daha hızlı bir tempoyla düşmektedir.

İşletme Verimliliğindeki Düşüklük

Toprağın ve üretimin zayi edilmemesi, topraktan en üst düzeyde ürün alınabilmesi ve verim gücünün kısıtlanmaması için, Türkiye'nin en verimli bölgelerinde dahi işletme birimi (tarla) 75 dönümden küçük olmamalıdır. Oysa, şu anki mevcut durum işletmelerin %65'inin 75 dönümden küçük olduğunu göstermektedir. Verimin gerektirdiği sınırın daha geniş olduğu bölgeler de hesaba katılırsa, Türkiye'de işlenen toprağın %80'inde, aşırı bölünmeden dolayı akla uygun ve ekonomik bir tarım yapılmadığı kolayca görülebilir."11 Parçalanmış toprak, işletmecilik yapmayı ekonomik açıdan minimuma indirdiğinden dolayıdır ki, toprak sahibi insanlar, ya bu toprakları eşrafa, ağalara satarak kentlere göç etmişlerdir, ya da göçle birlikte bu topraklar atıl bırakılmışlardır. Bu çerçevede tarım kesiminin klasik bir toprak reformuyla dertlerinden kurtulacağı ile ekonomik gücünü artıracağı söylemleri biraz hayalcilik olur. Ancak egemenler oy depolarını kaybetmeme adına her seçim zamanı çiftçiye/köylüye bu türden vaatler vermekten geri kalmazlar. Zaten büyük toprak sahiplerinin/işletmecilerin elinde 10 milyon dönümden fazla tarım arazisi bulunmaktadır. Azami verimlilik şartları ile bu topraktan yararlanan insan sayısı ise en fazla 100 bin civarındadır. Bu rakam 22,4 milyon gibi büyük bir tarım nüfusunun %5'ine karşılık gelmektedir.

Tarım sektöründe uygulanan politikalarda, 1960'lı yıllarda başlayan IMF baskısı 1980'den sonra etkisini artırmaya başladı. Bu etki kendisini öncelikle destekleme yönünde gösterdi. Desteklemenin kaldırılması yönünde yapılan baskılar sonucu tarıma yapılan desteklemelerde önemli bir düşüş gerçekleşti. Her ne kadar tarımsal desteklemeler tek başına Türkiye gibi ülkelerdeki tarım sektörünün canlanması ve ekonomik alanda etkili hale gelmesi için çözüm olamasa dahi, sanayisini geliştirmiş, tarım alanındaki fazla nüfusunu hizmet sektörüne kaydırarak bu alandaki daralmayı önlemiş ve üreticisini dışalıma karşı koruyan, bununla beraber ileri tarım teknikleri sayesinde çiftçisinin birim miktardan en fazla ürünü alabilmesini sağlayan gelişmiş ülkelerde dahi halen sürmekte olan desteklerin, az gelişmiş ülkelerde kaldırılması yönündeki dayatmalar, bu ülkelerde zaten can çekişen tarımın tamamen yok olmayla karşı karşıya kalmasına neden olmuştur. Bununla birlikte ekonomide yaşanan krizler en fazla tarım sektöründe menfi etki göstermiştir. Zaten zor durumda olan çiftçi, toprağını işleyemez hale getirilmiştir. En son 5 Nisan 1994 tarihinde yaşanan devalüasyonun ardından alınan "5 Nisan Kararları" ile "doğrudan destekleme alımları" şekerpancarı, hububat ve tütün olmak üzere üç ürün grubu ile sınırlandırıldı. 1996 yılında doğrudan destekleme alımı ile yapılan ürünler buğday, arpa, mısır, tütün, şekerpancarı, haşhaş kapsülüdür.

1991 Genel Tarım Sayımı toplam tarım işletme sayısının 4,068 milyon adet ancak, toprak kullanarak tarımla uğraşan hane sayısının 3.966.882 adet, işlenen toprak alanının 23,451 milyon hektar olduğunu ve işletme başına 59,1 dekar toprak düştüğünü ortaya koymaktadır. Buradan da görüldüğü gibi tarımsal yapı, toprak alanının üçte birini denetleyen %5'lik orandaki büyük işletmelerle, alanın üçte ikisiyle yetinen %95 oranındaki işletmelerden oluşmaktadır. Cumhuriyet dönemi boyunca yapılan toprak düzenlemelerinin tamamı tarımın geliştirilmesi ve ekonomiye katkısının artırılması bir yana tamamen dışa bağımlı, üretimi giderek düşüren ve nüfusun neredeyse %45'lik kısmının bu alanda sıkıştırılmasına neden olan düzenlemelerdir.

"Geri kalmış tarımın en önemli özelliği, bünyesindeki gizli işsizliğin yaygın olmasıdır. Belirli bir işin gereğinden çok sayıda insan tarafından yapılması şeklinde tanımlanan 'gizli işsizlik' adam başına üretim ortalamasının düşmesine neden olmaktadır. Bu rakam Türkiye'de 12 milyon civarındadır. Gizli ve açık işsizlik plansız makineleşmenin hızlandığı oranda artmaktadır. Tarımdaki güçsüzlüğü hektar başına verimin artış temposu ortaya koymaktadır."12 Bu durum Türkiye gibi otlakları ve ormanları dahi tarlaya dönüştürmek zorunda kalan bir ülke için hayati öneme sahiptir.

Bununla birlikte, Cumali Ünaldı'nın da dediği gibi "Ormanlık arazilerin rantiyeci sermayeye üniversite yapılması veya tarım dışı kullanılmak üzere peşkeş çekilmesi yakın zamanda Türkiye'nin önemli oranda çölleşmesine neden olacaktır. Fazla nüfusa İş yaratmaktan aciz bir toplum düzeni, ekime elverişli alanların artırılmasıyla işsizliğin önüne geçebileceği gibi bir hayalcilikle bu insanları ormanları yakarak tarla açmaya yöneltmiştir. Kazanılan alanlardan elde edilen faydanın önemli bir kısmı ormansızlığın doğurduğu erozyon yüzünden kaybolmuştur. Günümüz Türkiye'sinde yaklaşık olarak Kıbrıs Adası kadar bir toprak parçası bu yüzden kaybolmuştur."13 Bu rakam yapılan son araştırmalara göre yılda 1 milyar 400 milyondur. Toprak erozyonu tarımdaki verimsizliğin en önemli nedenidir. Toprakları erozyon ve amaç dışı kullanım nedeniyle hızla verimsizleşen, giderek yok olan tarım arazileri, hızla artan nüfusu besleyemez olmuş ve köyden kente göç hızlanmıştır. Bununla birlikte kaybedilen toprakların barajların tabanlarını doldurması nedeniyle barajların ömürleri azalmış ve sulamayla ilgili ciddi problemler ortaya çıkmıştır. 2000'li yıllarda suyun petrol kadar, belki daha önemli bir meta olacağı kesindir. Bitki örtüsünün ortadan kalkması erozyonu tetikleyen nedenlerin en önemlisidir. Toprağın kaybolmasıyla bir daha yerine konulamayan ormanların erozyonla veya yangınla yok olup gitmesi, barajlardaki su seviyelerinin yıldan yıla azalmasına neden olmaktadır.

1980 yılından itibaren uygulanan neo-liberal politikalar, doğası gereği katma değeri düşük olan tarımı, kamusal yatırımın konuları arasından çıkarmıştır. 1963 yılından 1980 yılına kadar tarım sektörüne yapılan sabit sermaye yatırımları tüm sektörler içerisinde %10,5 oranında iken, 1980'li yıllardan sonra hızla azalma eğilimine girmiş ve 1998 ve 1999 yılları için sırayla %5,2 ve %5,1 olarak gerçekleşmiştir. Tarıma elverişli toprakların yalnızca 8,5 milyon hektarı ekonomik olarak sulanabilecek niteliktedir. Buna karşın sulamaya açılan alan ortalama 100.000 hektar kadardır. Bu durum, sulanması gereken alanların kalan kısmına 40 yıl sonra sulama yapılabileceği gerçeğini ortaya koymaktadır. 1980'den itibaren tarımsal alanda büyük bir toprak ve su kirlenmesi meydana gelmiştir. Bir yandan sanayi tesisleri, diğer yandan konut alanları su ve toprakta önemli kirlenmelere neden olmuştur. En önemli kirlilik kaynağı olan sanayi kaynaklı kirlenme, Ergene, Seyhan, Sakarya, Porsuk, Susurluk, Nilüfer ve daha birçok akarsuyu, toprak, bitki, hayvan ve insan sağlığı için zehir kusan kaynaklar haline gelmiştir. Sulamada bir başka sorun ise GAP bölgesinde yaşanmaktadır. Bölgede sulamaya açılması planlanan 1.7 milyon hektarın ancak 300.000 hektarına su götürülmüş olup, bu alanlarda da drenaj tesisleri yapılmadığından hızlı bir tuzlaşma ve çoraklaşma süreci yaşanmaktadır. GAP'ta sulanabilir alanların çoğunu ise yabancılar, özellikle İsrailli şirketler satın alarak, kendi tarımsal teknikleri ile bölgede tarım alanında monopol olma yönünde hızla ilerleme kaydetmektedirler. Bölgeyi ve bölge insanını kalkındırmayı amaçlamaktan daha çok siyasiler tarafından bölge halkına yönelik politik bir malzeme olarak kullanılmaktan öteye geçemeyen bu proje; ne sayıları 1.500.000 olan gezici (topraksız) tarım işçisi için, ne de ağalık sistemi ve kirli savaş içinde iyice yoksullaşan halk için bir çare olabilmiştir. Sadece 1982-1999 yılları arasında potansiyel suçlu kabul edilen bölge halkı için hayati önemi bulunan binlerce hektar orman arazisi yakılmıştır. Beyaz perdede sahnelenen Kemal Sunal - Şener Şen ikilisinin bölgenin talihsiz durumunu anlatan birçok filmi, ağalık sisteminin ne kadar acımasız olduğu gerçeğini ve Türkiye'nin içerisinde bulunduğu tarımsal yapıyı mizahi bir dille gözler önüne sermektedir.

1980'lerden itibaren tarımı aşındırmak yönünde devam eden süreç, IMF ve Dünya Bankası dayatmaları sonucu hız ve etkinlik kazanmıştır. Bu değişim, Türkiye'nin en yoksul kesimini oluşturan tarım üreticilerinin, köylülerin ve tüm tüketicilerin yaşam koşullarını daha da zorlaştırdı. Aslında saldırı altında olan sadece tarım değil, ekonominin tüm alanlarıdır.

"1991 yılı tarım sayımı sonuçlarına göre... Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde önemli bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Bu bölgede 362.000 tarım işletmesi olup, bu işletmelerin 29.000'i topraksızdır. 21.000'inin toprağı ise 5 dekardan azdır. Bir yanda topraksız ve 5 dekardan daha az toprağa sahip 50.000 ailenin toplam 48.000 dekar toprağı varken, diğer taraftan 405 varlıklı ailenin toplam toprağı 3.152.000 dekardır. Bir başka ifadeyle, bölgedeki 6 aile 50.000 ailenin sahip olduğu kadar toprağa sahiptir. Bu durum, korkunç bir sosyal adaletsizliği ifade etmektedir. Ayrıca ne topraksız köylünün, ne de bu denli uçsuz bucaksız toprağa sahip toprak ağalarının rasyonel tarımsal üretim yapabilmeleri mümkün değildir."14

1985 yılından itibaren tarım sektöründe yaygınlaştırılmaya çalışılan özelleştirme ile, işlevi değilse bile hortumlanma sonucu ekonomik önemini yitirmiş birçok kuruluş özelleştirilmiştir. Yağmaya dönük olarak yapılan özelleştirmelerde elde edilen para, yalnızca bu kuruluşların taşınır-taşınmaz mal varlıklarının çok küçük bir bölümüne karşılık gelmektedir. Özelleştirilen kurumlar arasında Et ve Balık Kurumu (EBK), Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK) ve Yem Sanayi gösterilebilir.

Bununla birlikte üreticinin en büyük gereksinimi, kuracağı kooperatifler aracılığı ile ürününü işlemek ve pazarlamak iken, 1 Haziran 2000 tarihinde çıkartılan bir yasa ile, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri işleme tesislerinin, özelleştirmeye başlangıç teşkil etmek üzere A.Ş.'ye dönüştürülmesi hükme bağlanmıştır. Özerkleştirme adı altında, kooperatiflerin devlete olan vesayeti artırılmış, öncelikle çalışamaz duruma getirip sonra kapısına kilit vurmaya yönelik çalışmalar başlatılmıştır. Bunun sonucu olarak yaş sebze-meyve ticaretini düzenleyen hal yayası ile üretici ve tüketicinin zararına işleyen bir mekanizma kurulmuş, kooperatifler vasıtasıyla ürününü pazarlayamayan üretici, hal komisyoncularına mahkum edilmiştir. Tarladan, pazara gelen ürün en az beş kat artarak tüketicinin sofrasında yerini almakta ve sonuçta kazanan, aracı komisyoncular olmaktadır. Çıkartılan hal yasaları ise tamamen komisyoncuların aldıkları komisyon ücretini artırmaya yöneliktir. "Yeniden yapılandırma adı altında TÜGSAŞ ve İGSAŞ'ın özelleştirilmesi durumunda ise ithalat ile yurtdışına akacak sübvansiyon miktarı artacaktır, özel sektör kuruluşları maksimum kârın amacına göre hareket eder. Bu değerin ithalat ile sağlandığı durumlarda özel sektör üretimi durdurarak gübre ithalatına gidebilir. Zaten uygulanan ekonomik politikalarla tarım veriminin düştüğü bir süreçte bir de gübre fabrikalarının özelleştirilmesi, çiftçinin yok olup gitmesine neden olacaktır. Çünkü tarımda verim artışı sağlamak en az su, tohum, ilaç kadar gübreye de bağlıdır. Kaliteli tohum, yeterli su, zamanında yapılan ilaçlama dahi gübreleme yapılmadığı takdirde verimin %45-50 oranında azalmasına yol açar. Bununla birlikte tarım birkaç yurt içi ve yurt dışı tekelci gübre sektörünün eline bırakılarak, köylünün topraktan uzaklaşmasına neden olacaktır."15

II- TÜRKİYE'DEKİ TARIMSAL DESTEK POLİTİKALARI VE DOĞRUDAN GELİR DESTECİ

Türkiye'de kişi başına verilen tarımsal destek AB ülkelerindeki desteklemelerin yaklaşık olarak 1/4'ü kadardır. Bununla birlikte ABD ve Avrupa tarım alanındaki desteklemeleri hiçbir zaman azaltmamıştır. Kendi üreticisini dış etkenlere karşı korumuştur ve bugün Prof. Dr. S. Mehmet Şen'in dediği gibi "Amerika'daki bir çiftçi doksan kişiyi doyurmaktadır. Zira ABD'deki çiftçi nüfusu toplam nüfusun yaklaşık %2'si kadardır. %2'lik bir kesimin desteklenmesi bütçeye yük getirmediği gibi, hem kendi nüfusunun beslenmesini hem de dünyadaki birçok bölgeye ihracat yaparak ekonomisine önemli bir girdi sağlamaktadır." Destekleme kapsamındaki ürün sayısının yıllar itibariyle gösterdiği değişiklikler popülist politikaların etkisiyle desteklenen ürünlerin sayısı bir yıl artarken bir yıl azalmıştır. Kayırmacılık esasına dayanan bu politikalar sonucunda üretim-tüketim dengeleri bozulmuştur. Destekleme alımları daha çok tüccar-sanayici ve ihracatçıları korumak için kullanılmıştır. Verim girdisini artırmak için yapılan destekleme en çok kimyevi gübrede uygulanmıştır. Ancak bu desteklemelerin hemen hepsinde büyük sanayici aynı zamanda büyük tarım arazisine de sahip olduğundan ve destekleme arazi miktarına göre verildiğinden, gübrede büyük stoklar/vurgunlar yapmaktadırlar.

Yapılan bu desteklemelerin kaldırılarak bunun yerine Doğrudan Gelir Desteği (DGD)'nin ikame edilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Küçük üreticiyi savunur gibi gözüken bu uygulama da daha çok tapuya, dolayısıyla arazi büyüklüğüne göre ödeneceğinden yine büyük toprak sahipleri palazlandırıldıktan sonra da uygulamaya son verilecektir. Belki daha da önemlisi bu ödemelerin üretim yapma şartı olmadan verilecek olmasıdır. Bunun sonucu Türkiye hızla tarım ürünleri ithalatına başlayacak, üretimden vazgeçme sonucu topraksız veya az topraklıların çoğunun tarım işçisi olarak dahi istihdam edilmeleri zorlaşacaktır.

2002-2003 programına göre, üç yıl içerisinde mevcut sistemin ürün girdi fiyatlarına, sektörün kredilendirilmesine, damızlık hayvan ve tohum üretimine dönük tüm destekleme mekanizmaları tasfiye edilmiş olacaktır. Bunun çiftçiye olduğu kadar, tarımsal yeterlilik veya gıda güvenliği açısından da başka bir yıkım anlamına geleceği, ortaya çıkacak yeni göç dalgasının tüm toplumsal dokuyu çok kısa bir zaman diliminde altüst edeceği gerçeği tarafsız çevrelerin ortak görüşüdür.

Türkiye'de tarıma yönelik diğer harcamaların azaltılması karşılığı olarak düşünülen yardımların, ürün bazında bir yönlendirme yapılmadığı için dünyadaki benzerleri gibi gelir artırıcı etkisi olmayacaktır. DGD ile çiftçi gelirlerinin yükseltilmesi programı aslında mevcut egemen sermayenin biraz daha zenginleştirilmesinden başka bir şey değildir. Zira çok arazisi olan üretici çok, az arazisi olan üretici daha az destek alacak, bu da gelir dağılımında var olan adaletsizliğin sistemli şekilde artmasına neden olacaktır.

III- KÜRESELLEŞEN TARIM VE TÜRKİYE'YE ETKİLERİ

Emperyalist ülkelerin gerek üçüncü ülkelere gerekse birbirlerine karşı ödün vermedikleri tek konu tarımdır. AB ülkeleri arasındaki temel anlaşmazlık konuları hep tarımla ilgilidir. AB ve ABD arasındaki tarım ürünleri rekabeti sıcaklığını sürekli korumaktadır. Gelişmiş ülkeler insan yaşamı için taşıdığı önem nedeniyle, geleceğe yönelik uzun vadeli planlarında tarıma özel önem vermişlerdir. Bu bağlamda emperyalist ülkeler gözlerini az gelişmiş ülkelerdeki tarımsal alana dikmişler, bu ülkelerdeki işbirlikçileri vasıtasıyla tarımı bitirme noktasına getirmişlerdir. En azından tarımsal alanda kendini besleyebilecek güçteki ülkeler, yapılan küreselleşme çabaları neticesinde gıda sektöründe dışa bağımlı hale gelmişlerdir. Bununla birlikte uluslararası büyük şirketler vasıtasıyla da bu ülkelerdeki tarıma elverişli alanlar 'sözleşmeli tarım' uygulaması ile işletilmekte ve elde edilen ürün yine bu şirketler vasıtasıyla dünya pazarına sunulmaktadır. Çiftçileri kendi toprakları üzerinde maraba konumuna düşüren bu uygulama "Türkiye'de GAP bölgesinde, başını Koç Holding'in çektiği şirketler tarafından yapılmaktadır. Bu uygulamaya göre global şirketler, çiftçiye ekmesi için tohum, gübre, makine ve zirai ilaçları sağlayacak, çiftçi ise şirketlerin uzmanları denetiminde arazisini ekip-biçecek, kendi cebinden karşılayarak tuttuğu işçiler yardımıyla da hasadı şirketin istediği adrese teslim edecektir. Buna karşılık çiftçiye belirli oranda ücret ödenecektir. Çiftçi agribizinis ile hesabını gördüğünde, elinde toprağı ve borçlan dışında bir şeyi kalmadığından yeni yılda belki avans alarak sözleşmeyi yenileme zorunda kalacaktır.16

Az gelişmiş ülkelerdeki tarım, emperyalist dayatmalar sonucunda bitme noktasına getirilmiş, dünyanın en önemli tarım ürünleri deposu olması gereken ülkelerde (Somali, Sudan, Meksika, Arjantin vs.) insanlar açlıktan ölmeye başlamışlardır. Daha sonra bu ülkelere yönelik olarak el değmemiş paketler halinde uçaklardan atılan yiyecek yardımları(!) ile, sömürüp posasını attıkları ülke insanlarına yönelik yapılan insani yardımlar vasıtasıyla hümanist imajı ön plana çıkartarak aynı ülkelerde yapıp-ettikleri onca tahribatın ve toplu katletmelerin üzerini örtmeye çalışmışlardır. Bununla birlikte yoksul ülkelerdeki işbirlikçi yönetimler vasıtasıyla hammadde kaynaklarını özellikle tarımsal ürünleri, kendi sanayi gelişimlerini sağlamak amacıyla kullanmış ve bu ülkeleri dışa bağımlı ya da çok uluslu şirketlerinin şubeleri haline getirmişlerdir. Yine global şirketler vasıtasıyla dillendirilen "dünya gelecek yıllarda aç kalacak" politikası sayesinde makineleşmeye dayalı tarımın (Entansif Tarım) bu ülkelerde yaygınlaşması sağlanmış, ancak sanayisi olmayan bu ülkelere tarımsal makineleri borçlandırma suretiyle satarak ülke ekonomilerini Dünya Bankası veya IMF eliyle teslim almışlardır

IV- SONUÇ

İnsanlık tarihi boyunca açlık korkusu toplumları sürekli olarak tehdit etmiştir. Bu yüzden insanlar toprakla ilişkilerini bu korkunun giderilmesi oranında geliştirmiş ve tarım bütün ulusların ekonomik gelişmelerinin temelini oluşturmuştur. "1970'lerin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger o yıllarda; 'Birleşik Devletler'in yiyecek silahı, Arap petrol kartellerinin elindeki petrol silahıyla boy ölçüşecek durumdadır' diyordu."17 Günümüzde artık gıda ve su savaşlarından bahsedilmektedir. Türkiye'nin, nüfusunun %45'inin tarım alanında çalışmasına rağmen elde edilen ürün kalitesinin düşüklüğü, adaletli bir toprak reformu ve vergi sisteminin bulunmayışı, emperyalist ülkelerin gelecekteki gıda dayatmalarıyla yüzyüze kalacağını göstermektedir. Nüfusun yalnızca %5'lik gibi küçük bir azınlığının mutlu olduğu bir ülkede bu tür dayatmalarla yine yoksullaştırılmış halkın karşı karşıya kalacağı aşikârdır; "Türkiye'de devlet 75 yıl önce, sadece Cumhuriyeti kuran kadroların çıkarlarına göre şekillenmiştir. Devlet yönetimini elinde bulunduran erk kendi politik çıkarlarına göre, toplumu şekillendirmeye yönelmiştir. İnsanların 'oy gücüne' göre emeklerini 'değerlendiren' politik anlayış"18 sonucunda, oy ambarı olarak görülen köylü, popülist politikalar ile bir avuç toprağa mahkûm edilerek yoksullaştırılmıştır. Yapılan tüm desteklemeler, küçük çiftçinin verimliliğinin artırılması yerine, rant ekonomisini ilke edinmiş büyük holdinglere gitmiştir. Neredeyse her gün bir yenisi eklenen vergilendirmeler küçük köylünün toprağını büyük toprak ağalarına satarak şehrin varoşlarındaki yoksul nüfusun artmasına neden olmuştur.

Anadolu köyleri terkedilmiş harap evlerle doludur. Terk edilen sadece köyler değil, büyük aile yapısı ve geleneğidir. Şehre göç eden aileler parçalanmakta, varoş yaşamında modernizmin her türlü kuşatması karşısında ya çözülmekte ya da alelacele yeni sığınaklar aramaktadırlar. Bu insanlara güvenli sığınaklar ve yeni şartları göğüsleyecekleri sahih kimlik sunumunun yetersizliğini tabii ki yine egemenler değerlendirmekte ve istismar etmektedirler.

Dipnotlar:

1- Tarım (Bolluk İçinde Yoksulluk), Çev. A. Baser Kafaoğlu, Kaynak Yayınları, 2001

2- Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, Çağlar Keyder, İletişim Yay. 1999.

3- Türkiye'nin Düzeni, Doğan Avcıoğlu, Tekin Yayınevi

4- Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, İsmail Cem, Cem Yay. 1986

5- A.g.e.

6- Dünya Ekonomisi İçerisinde Türkiye, Çağlar Keyder, T.T.V. Yurt Yay. 1993.

7- Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, İsmail Cem, Cem Yay. 1986

8- Paradigmanın İflası, Fikret Başkaya, Doz Yay. 1997.

9- Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, İsmail Cem, Cem Yay. 1986.

10- Türkiye'nin İktisadi Gelişme Tarihi (1914-1999), Prof. Dr. Erdinç Tokgöz. İmaj Yay. 1999.

11- Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, İsmail Cem, Cem Yay. 1986.

12- A.g.e.

13- Cumali Ünaldı, Röportaj, 2002.

14- Tarım Raporu, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, 2002.

15- Tarladan Sofraya Tarım, Abdullah Aysu, Su Yay., 2002.

16- Tarım (Bolluk İçinde Yoksulluk), Çev. A. Başer Kafaoğlu, Kaynak Yayınları, 2001.

17- Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, Metin Aydoğan, Kum Saati Yay. 2002.

18- Köylüler Ne Zaman Manşet Olur, Mehmet Altan, Zaman Kitap, 2001

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR