1. YAZARLAR

  2. Ömer Faruk Karagüzel

  3. Muhafazakârlık: Aydınlanma Düşüncesi ve Dinin Araçsallığı

Ömer Faruk Karagüzel

Yazarın Tüm Yazıları >

Muhafazakârlık: Aydınlanma Düşüncesi ve Dinin Araçsallığı

Eylül 2017A+A-

Harabîsin harabâti değilsin

Gözün mazidedir âti değilsin

Ziya Gökalp

 

Ne harabî ne harabâtiyim

Kökü mazide olan âtiyim

Yahya Kemâl

 

Muhammed İkbal, “İslâm dünyasının Batı’ya ruhi yakınlaşmasının korkunç hızını” belirtirken belki de büyük tarihçi, sosyolog ve iktisatçı İbn-i Haldun’un genel çerçevede ifade ettiği “Mağlup milletler, galiplerin giyim, şekil, düşünce ve tavırlarına kendilerini kaptırırlar.” gerçeğini birbaşka açıdan tekrarlamıştı.1 Kuşkusuz Muhammed İkbal’in dikkat çekmiş olduğu ruhi yakınlaşma tespiti; gelenek, örf, yaşam tarzı ve din de dâhil olmak üzere pek çok alanda Müslümanların Batı’ya teslim olma halini içine almaktadır.

Bu bakımdan 18. ve 19. yüzyıllarda Batı’da yaşanan siyasi ve köklü değişikliklerin interdisipliner bir çabayla ele alınması, İslam coğrafyasının mezkûr siyasi ve köklü değişliklerle kurduğu yakınlaşmaya tekabül eden Batı etkisine ışık tutacaktır.

Rasyonalist epistemolojinin hâkim olduğu 18. yüzyıl Avrupası’nın başında “akıl” ve “yeni evren tasarımı” gelmektedir. Yeni evren tasarımı şüphesiz pek çok temel teorinin yeniden inşası, kuşatılması, tanımlanması ve yeni dünya düzenine sunulması anlamına gelmektedir. Batılı paradigmanın inşa sürecinde kuşatılan öncelikli teori ise insan ve din çatışmasında dinin tanımlanması, teslim alınması ve yönetilmesidir.

Batılı paradigma ölçütlerine göre insan, onun aklının maddi boyutları ve tüm sınırları itibariyle anlaşılabilir bir evrenin nesnesidir. Özellikle septisizm ve deizmin yükselişe geçtiği 18. yüzyılda akıl-tanrı-insan ilişkisinde bir yaratıcının yeri faktör olarak kabul edilmiyordu. Dolayısıyla bu dönem, yaratıcı ile insan arasındaki ilişkinin tersine çevrilmesi ve yeni teolojinin yükselişini de ifade etmektedir.

Aydınlanma düşüncesinin tasarımına tabi tutulan evreni ve insanı kurgulayan rasyonalist düşünce ve Fransız Devriminde somutlaşan devrimci siyasetin pratiği, aklın kıskacında dinin yeniden kavramlaştırılması süreci ile devrimci hayali sosyalist hareketler ve Sanayi Devrimi sonrasında şekillenen yeni toplumsal yapıya duyulan tepkiler muhafazakârlığın doğuşuna yol açan faktörler olarak gösterilebilir.2

Çağdaş siyaset felsefelerinin birçoğu gibi muhafazakârlık da kaynağını büyük oranda Aydınlanma dönemindeki büyük çalkantı ve ardından gelen istikrarsız durulma süreçlerinde bulur. Muhafazakâr siyaset felsefesinin temellerini anlamaya ve muhafazakâr düşünce geleneğinin omurgasını oluşturan değer ve ilkeleri analiz etmeye yönelik her çalışma tarihsel dönem olarak Aydınlanmaya gitmek zorundadır.3

Kant’a göre Aydınlanma, insanın başkalarının rehberliğine ihtiyaç duymaksızın önyargı ile bozulmamış olan aklını kullanarak kendisini maruz bıraktığı olgunlaşmamışlıktan kurtarmasıdır. Bu anlamda Aydınlanma aklının en belirgin özelliği, insan aklına duyulan sınırsız bir güveni yansıtmasıdır. Bu akıl kavrayışı 18.  yüzyıl insanına, beşerî hayatı kendi zihnindekine uygun tarzda biçimlendirme gücünde olduğuna ilişkin mutlak bir güven vermiştir. Bu yüzyıl Batı Avrupa tarihinde insanın her şeyi bilebileceği idealinin ulaşılabilir bir hedef olarak görüldüğü son devri ifade ediyordu.4

İnsan ve onun aklının merkeze alındığı Aydınlanma düşüncesinde insan mükemmel ve akıllı bir varlıktır. Antik Yunan’a değin uzanan bu kavrayış yani insana mükemmeliyet atfı Platon’a göre estetik anlamda parçanın ruhla, yani bütünle dengeli birleşmesini ve en üstün olan "iyi ideası"na ulaşmasını ifade ediyordu. Aristoteles'e göre ise mükemmeliyet, şeylerin kendi doğal amacına, insanlar için de nihai amaç olan mutluluğa ulaşmaktı. Hıristiyan teolojisinde bu kavramın Tanrı’nın iradesine itaat etmeyi gerektiren bir anlamı bulunmaktaydı. İlerleme kavramının eklendiği Aydınlanma döneminde ise yukarıda ifade edilenlerden farklı olarak hâlihazırda mükemmel olarak kabul edilen insanın fiziksel ve zihinsel anlamda mükemmelliğe doğru sonsuz ilerleme kapasitesi kazandığı düşünülmekteydi. Kendini ve evreni sınırsız aklı marifetiyle anlayabilen insan ilerleyebilecek ve mükemmelleşebilecekti. Aydınlanmanın öncü isimlerinden Cabanis’e göre insan aklı “İlk günahın yükünden bile kurtulabilecek dehaya sahipti.”5

Aydınlanma öncesi dönemi “karanlık çağ” olarak nitelendiren Aydınlanma felsefesinin ayırt edici özellikleri arasında tenkit, akılcılık, Katolikliğe karşı olma faaliyetleri sayılmaktadır. Fakat Aydınlanma öncesi dönem göstermektedir ki pek çok ünlü filozof Aydınlanmadan çok daha evvel ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte Aydınlanma döneminin öncülerinin kendi tezlerinde dahi “karanlık çağ” olarak nitelendirdikleri filozofların ürettiği düşüncelerden etkilenmiş olduklarını görmekteyiz. Başlı başına bu tespitler dahi Aydınlanma döneminin bir hurafe, entelektüel budalalık, tarihî bir illüzyon ve bir efsaneden ibaret olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.6

Aydınlanmaya yöneltilen eleştirilerin önemli bir bölümü de aynı zamanda muhafazakârlığın kendisinden türediği bir kaynak olarak da gösterilen romantik tepkide belirginleşmektedir. Fransız Devrimi gerçekleşmeden başlamış olan ve Aydınlanmanın değerlerine, özellikle rasyonel aklın“soğuk analizlerine” karşı sezgiyi, toplumsal olana karşı bireysel olan değerleri ön plâna çıkaran düşünsel, edebî ve sanatsal bir akım olarak romantizm, var olan dünyanın eleştirisi için zengin bir kaynağı işaret ediyordu.7

“Reflections of Revolution in France” başlıklı eserinde EdmundBurke, Aydınlanma düşüncesinin yıkıcı etkilerine karşı muhafazakâr düşüncenin temel özelliklerini altı tema çerçevesinde özetlemektedir:

- Dinin toplumsal hayatta önemi,

- Reform adına kişilere haksızlık yapılması tehlikesi,

- Rütbe ve görev ayrımlarının gerçekliği ve arzu edilirliği,

- Özel mülkiyetin dokunulmazlığı,

- Toplumun bir mekanizmadan ziyade bir organizma olduğu görüşü,

- Geçmişle kurulan sürekliliğin değeri.

Edmund Burke, toplumun yüzyıllar süren arka planında bazı birikimlere sahip olduğunu, bunun ani olarak değişmesi durumunda sosyal dengede problemler ortaya çıkacağını söyler. Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan kaos, Burke’un düşüncelerinin bir ekol hâline gelmesinde etkindir. Gerçekte Burke değişime, modernliğe, modernizme karşı değildir, bunun doğal süreçte özümsenerek süreklilik içerisinde değişmesini [evulasyon] savunur, ani gerçekleşen devrime [revulasyon] karşıdır.

Batı paradigması ve Aydınlanma düşüncesinin çalkantılı değişim sürecine örneklik teşkil etmesi anlamında Fransa, geleneğe ve tarihe yani devamlılığa saygılı olan tedricî bir değişimin yerine tarihle kesin bir kopuşu tercih etmiştir. Muhafazakârlar, toplumu ve siyasal hayatı jakoben bir tavırla ve spekülatif önermeleriyle yeniden inşa etmeyi amaçlayan Fransız devrimcilerini bu tutumları nedeniyle “aşırılar” olarak nitelendirmiştir. Muhafazakârlar, devrim fikri yerine evrim düşüncesini savunmuştur. Dolayısıyla muhafazakârlık Türkiye tipi radikal modernleşme ya da çağdaş devrim fikrine karşı çıkmaktadır. Bir anlamda muhafazakârlar devrimin devrim oluşuna, yani devrimin kendisine değil gerçekleşme biçimine karşıdırlar.

Muhafazakârlıkta Din Düşüncesi

Aydınlanma düşüncesinin dinin yerine insan aklını ve bilimi koyma iddiası ve çabası Nietzsche’nin ifadesiyle “aklın tiranlığına” yol açmıştır.8 Bu düşünce bir müddet sonra Aydınlanma tezini, bütün hakikati ortadan kaldıran, aklın kendi meşruluğunu dahi inkâra götüren bir yola koymuştur. Onun yıkıcı etkilerine ve hakikati akıl temelli tenkite uğratma ve yok etme gayretine karşı muhafazakârlık; toplumsal alanda dinin temel öğretilerine sadık olunması gerektiğini ileri sürmektedir.

Aydınlanma ve onun yıkıcı etkilerine karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan ve ilerlemeden mülhem bir düşünce olarak muhafazakârlıkta din vazgeçilmez bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Başlangıçta ifade etmek gerekir ki dinin bu araçsallığı seküler bir mantıkla modern bir müdahaleden mülhem ortaya çıkmış bir din algısıdır.9

Muhafazakârlar evrenin sınırlı insan aklıyla keşfinin yetersizliğine karşı siyasal ve toplumsal hayatta olmazsa olmaz gördükleri dini araçsallaştırmışlardır. Muhafazakârlar açısından düzen ve istikrar için araçsal hale gelen din kurumu sürekliliğin harcı, kolektif yaşamın teminatıdır. Bu nedenle muhafazakâr ideoloji Protestanlığa şiddetle karşı çıkar ve bu mezhebin, dini söz konusu kolektif işlevinden uzaklaştırarak sadece toplum tarafından şekillendirildiğinde anlamı olan bireyin vicdanına hapsedilmesini kabul etmez.

Dinin önemi geçmişte olduğu gibi günümüz muhafazakârlık anlayışlarında da yerini korumaktadır. Öyle ki toplumu bir arada tuttuğu, sıradan insanı bile iyi davranışa ikna ettiği ve aidiyet bilinci sağladığı ölçüde “ateist muhafazakârlar” için bile “din” vazgeçilmez bir toplumsal kurum olarak saygıyı hak etmektedir. Bu bağlamda, bir kısım muhafazakâr düşünürün dindar olmadıklarını hatta az evvel belirtmiş olduğumuz üzere ateist hatta deist olduğunu bilmekteyiz. Mesela, Burke dindardı ama David Hume değildi. Günümüz muhafazakâr düşünürlerden Kristol dindardı ama Oakeshott ve Strauss değildi.

Mevcut düzen, süreklilik ve geleneğin korunması açısından “din” ister ona inananları isterse ona inanmayanları tarafından soyut bir harcı ifade etmektedir. Aydınlanmanın dine karşı göstermiş olduğu şedit tutuma karşı, muhafazakârlık Tanrı’nın iradesinin bir tecellisi olarak görüldüğü sürece mevcut siyasal düzenin sadece güçleneceğini savunur. Düzeni ve kökleri savunan muhafazakârlığın en önemli direğinin din olduğu konusunda muhafazakârlar arasında ortak bir mutabakat vardır. Bu dinin sahih ölçüler içerisinde yer alması ise bütünüyle önemsizdir. Önemli olan ve muhafazakârlar için paradigma kabul edilen şey dinin toplumsal hayatı bir arada tutma başarısıdır.

David Hume pek çok makalesinde bu sebeple dinin toplumsal bütünleşmeyi sağlayan işlevini önemsemiştir. Ona göre dinin varlık sebebi toplumsal işleyişteki rolüyle anlamlıdır. Muhafazakârlık için önemli olan dinin itikadi bağlamı değil, kolektiviteyi sağlamasıdır. Muhafazakâr olmak dindar olmak mıdır sorusuna verilecek en güzel cevabı, inanç olarak deist olan fakat dini olmazsa olmaz olarak gören David Hume vermiştir.

Türkiye’de de erken cumhuriyet döneminden başlanarak benzer süreçler yaşanmıştır. İleri gelen muhafazakârlar tıpkı Batılı muhafazakârlarda olduğu gibi dini toplum ve düzen için araçsallaştırmayı seçmişlerdir. Onun itikadi boyutuyla ilgilenmeyerek spiritüalizmi din düşüncesiyle birleştirmişlerdir. İtikadî boyutu nazara alındığında Anadolu tasavvufu Türk düşüncesine ve hissiyatına en uygun din olarak görülmüştür. Fuat Köprülü’ye göre Ahmet Yesevi, Yunus Emre gibi mutasavvıflar İslam’ı Türk ruhuna uyarlamış, İslam’ı kabul eden Türkleri Araplaşmaktan veya Acemleşmekten korumuş, Türk’ün tarihî sürekliliğinin seyrini muhafaza etmişlerdir. Bu anlamda Celalêddin ve Şeyh Galip isimlerinin de Türk muhafazakârları için sembol isimler olduğunu söylemek gerekir.

“Türkiye’de muhafazakâr düşüncenin oluşumunda tasavvufun önemli bir etkiye sahip olduğu söylenebilir. Çünkü İslamiyet muhafazakârlığa ancak tasavvufçu bir İslam algısı üzerinden dâhil edilebilir. Tevhidî bir İslam anlayışının muhafazakârlığa dâhil edilmesi mümkün değildir. Ancak ve ancak tasavvufun siyasal ve toplumsal boyutu olmayan, içe dönük ve durağan din anlayışı İslam’ı muhafazakâr söylemlerin içine rahatça sokmuştur.”10

Dönemlerinin öncü edebiyat dergilerinde yer alan makalelerinde Babanzâde Ahmed Naim Bey ile Yahya Kemal arasında geçen diyalog dinin araçsallığı ve muhafazakâr aklın dine yaklaşımı noktasında oldukça kayda değerdir. İstanbul’un işgal yıllarında Yahya Kemal, Osmanlı bakiyesi ne kadar eser varsa geziyor, hislerini dönemin gazetesinde neşrediyordu. Bu yazılarda İslam ve ulus unsurlarını bir arada tutuyor, Türk milletinin İslam’ı bünyesine has bir şekle irca ederek kabul ettiğini işliyordu. “Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüp” başlıklı yazısında Eyüp el-Ensari’ye İstanbul ahalisinin gösterdiği teveccühü mühim görüyor, türbeleri bir anlamda takdis ediyordu. Babanzâde Ahmed Naim Bey bu yazıya ciddi bir tenkitte bulunur: “İslamiyet'e sizin ettiğiniz zararı kimse etmiyor. Zaten dalalete düşmüş bu zavallı milleti daima şaşırtıyorsunuz… Bir zaman Türkçülükle, şimdi de İslamiyet'i efsaneler üzerine kurulmuş bir din göstererek ... hasılı bu şaşırmış millete bir türlü şaşırtmayı icat ediyorsunuz… Bizim Abdullah Cevdet'in dinsizliğinden korkumuz yoktur, çünkü o sarahatle dinsizdir ve maddidir; İslamiyet'i yıkamaz. Halbuki sizin 'Tevhid-i Efkar'da bir seneden beri çıkan bu yazılarınız İslam akaidini ve esasatını baştan başa tahrif ediyor.Beyefendi! İslamiyet'te ölülere ibadet, mezarlara muhabbet, ölmüş insanları filan ve falan semtte hazır ve nazır zannetmek gibi itikatlara yer yoktur. Peygamber Efendimiz(s) Hazretlerinin kendi naaşı bile takdis olunamaz. İşte İslam'ın Hıristiyanlığa ve diğer dinlere bir faikiyeti bundandır."

Yahya Kemal bu ifadelere şu şekilde cevap verir: “Demin biz korkmayız gibi bir şey söylüyordunuz. Siz kimsiniz? Kaç kişisiniz? Çoksanız bile bütün bir Türk milletinin tarihi hatıralarına ne karışırsınız? Türk milleti dinini istediği gibi benimsemiştir. Diyanetini vatanının toprağına tahayyül ettiği şekilde karıştırmıştır. ‘Biz’ dediğiniz zevat kalkıp da: ‘Ey Türkler, İslamiyet sizin vatan toprağınıza bigânedir, sizin milliyetinizi ve diğer milletlerin milliyetini de tanımaz. Zaten milliyet tanımaz. Sizin filan ve falan ‘vatan’a İslamiyetin ruhaniyetini şu bu şekilde, hulasa putperesthane bir itikat bakiyesiyle izafe edilmesini İslamiyet istemez!’ demenizle emin olunuz ki şu memlekette bir yaprak kımıldamaz. Evet, bu millet, İslamiyeti kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever; onun uğrunda yalnız bu sebeplerle ölür.İslamiyeti olsun, Hıristiyanlığı olsun, diğer dinleri olsun bütün milletler daima kendi hilkatleriyle, temayülleriyle, muhayyileleriyle, ihtiyaçlarıyla karıştırarak kabul etmişler ve başka türlü almalarına zaten imkân yoktur.”

Sonuç Yerine

Muhafazakâr düşünce Batı’da ortaya çıkışı itibariyle aristokratik bir köke sahiptir. Fransız Devrimi’ne ve onun radikal müdahalelerine, tıpkı ilerlemeci Aydınlanma anlayışında olduğu gibi“akla” dayalı ona karşın ve onunla birlikte bir tez geliştirmek üzere doğmuştur. Muhafazakârlık kavramını reaksiyoner tavrı ile bir “tutum”, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin bazı noktalarına karşı ürettiği tezler ile bir “ideoloji” olarak tanımlamak mümkündür.

Tıpkı Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de muhafazakârlar toplumu çağdaşlaştırma ülküsü etrafında dinî olanı bütünüyle reddeden Kemalistlerin temsil ettiği jakoben zihniyetin yıkıcılığını yumuşatmaya soyunmuşlar ve bizzat Kemalist ideolojinin modernleşme ayağına itidalli bir modernleşme önerisi getirmişlerdir. Modernleşmenin tıkandığı yerde Aydınlanmanın “yüce ülküsü”ne başvurarak ilerleme ideolojisini/felsefesini ortaya koymuşlardır.

Geleneğin kolaylıkla icat edilemeyeceği ama aynı zamanda geçmişin de tamamen silinemeyeceğini savunan muhafazakârlar dinsiz bir toplum idealine şiddetle karşı çıkmışlardır. Örneğin kendisini memleketçi, milliyetçi, maneviyatçı, terakkici-muhafazakâr olarak tanımlayan Ali Fuat Başgil, bu tezlerle uyuşur mahiyette şunları savunmuştur: “Dini duygular ve maneviyattan yoksun bir toplumun yaşaması mümkün değildir. Bilim ve teknikteki gelişmeler manevi ihtiyaçları ortadan kaldıramadığı gibi, yarattığı yeni buhranlarla insanları huzursuz hale getirmiştir. Çağdaş medeniyet insanlığa mutluluk getirememiştir. Ancak tekniği reddetmek çare değildir. Çare, bilim ile maneviyatı uzlaştırmaktadır.”11

Mirası, geleneği, ananeciliği savunan Türkiye tipi muhafazakârlık, modernliğin tali olana saptığı noktada onu asli amacına kavuşturmanın gayretiyle kendisini vazifelendirmiştir. Diğer bir deyişle, pozitivist düzen ve ilerleme ilkesi açısından düşünüldüğünde, ilerleme konusunda paranteze alınan cari İslâm’a karşılık düzen bağlamında ulusallaştırılmış bir dinle karşılaşılır. Mevcut din ilerlemeye engel olsa dahi ulusallaştırılmış din, düzen bakımından vazgeçilmezdir.12 Muhafazakârların da memnun olduğu ve aslında arzuladıkları değişim stratejisinde din; resmî ideolojinin inşasında ani bir değişimle sistemden dışlanmış, ihtiyaç duyuldukça bir meşrulaştırma öğesi olarak kullanılmaya devam edilmiştir. Bu minvalde Yahya Kemal ve Mustafa Kemal arasındaki diyaloğu çözümlemek mümkündür. Yahya Kemal, ulus kimliğin yapıcısı olarak kendi kültürüyle yoğurup yeniden şekillendirilecek Müslümanlığı Meclis’te yan yana oturduğu Mustafa Kemal’e anlatmış ve Mustafa Kemal’den asıl inkılâpların dinde yapılacağını duyunca “Ama paşam!” demişti. “İnkılâpları yaparken Türk milletinin Müslüman olduğunu gözden ırak tutmamak lazımdır.” Yahya Kemal’in Mustafa Kemal ile kurduğu yakın ilişkiden de anlaşılacağı üzere Türkiye’de Kemalizm ve muhafazakârlık arasında çok yakın bir ilişki vardır, farklılıklar yalnızca yaklaşım biçimlerinde ortaya çıkmaktadır. Tıpkı Batı’da olduğu gibi her ikisi de moderndir, sekülerdir, toplumu çağdaşlaştırma ülküsü etrafında bir araya gelmiştir.13

Nitekim Türkiye’de dinin Batılı değerler tarafından erozyona uğratılmasında, Aydınlanma düşüncesi ve ondan mülhem kendi coğrafyasında ortaya çıkan ve özellikle Batı’da yetişmiş muhafazakâr akıl oldukça etkili olmuştur.

Muhammed İkbal’in, “İslâm dünyasının Batı’ya ruhi yakınlaşmasının korkunç hızını” belirtirken işaret ettiği tespit Batılı paradigmanın akıl temelli dine yaklaşımında ve onun kuşatılmasının bir neticesi olarak da ortaya çıkmıştır. Akıl temelli pozitivizm, muhafazakârlık, liberalizm gibi siyasal ideolojilerin kıskacında İslam’ın mağlubiyetinin kabulü mümkün olmasa da İslam coğrafyasının bu ideolojilerin kıskacında sıkıştığını ve ruhi anlamda Batı’ya yaklaşmış olduğunu belirtmek gerekiyor. 

 

Dipnotlar:

1- Malik bin Nebi, “slâm Davası, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1990.

2- İsmail Safi, Türkiye’de Muhafazakârlığın Düşünsel ve Siyasal Temelleri, Ankara Ün. Y.,s. 45, Ankara 2005.

3- Mehmet Vural, Aydınlanma Felsefesi ve Siyasal Muhafazakârlık, İstanbul s.34.

4- Mehmet Vural, a.g.m., s. 67.

5- Mehmet Vural, a.g.m.,  s.76.

6- Fehmi Baykan, Aydınlanma Üzerine Bir Derkenar, TDV Yay., Ankara 1996.

7- Muhafazakârlık sıklıkla Aydınlanma karşıtı bir akım olarak tanımlansa da aslında ikisi arasına kesin bir çizgi çekmek mümkün görünmemektedir. Muhafazakârların çoğunun Aydınlanmayı açıkça mahkûm etmiş olmaları, David Hume gibi, hem Aydınlanmanın hem de muhafazakârlığın içinde adı geçen düşünürlerin varlığı gerçeğini değiştirmemektedir. Öte yandan Muller’in de belirttiği gibi “Aydınlanma içinde pek çok akım vardır ve bunlardan bir kısmı muhafazakârdır.” İsmail Safi, a.g.e., s. 65.

8- Mehmet Vural, a.g.m.,s. 56.

9- Bahadır Kurbanoğlu, “Din ve Devlet İlişkileri Bağlamında Muhafazakârlık”, Haksöz Dergisi, Sayı: 208.

10- Ufuk Aktaşlı, “Muhafazakârlık ve Kemalizm”, Doğu Batı Dergisi, “Türk Muhafazakârlığının Eleştirisi”, Sayı: 58, Ankara 2011, s. 159

11-Bahadır Kurbanoğlu, a.g.m.

12-Fırat Mollaer, Muhafazakârlığın İki Yüzü, Dergâh Yayınları, s. 185, İstanbul 2009.

13-Fırat Mollaer, a.g.e., s. 185.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR