1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Muhafazakâr Atatürkçülük ve Derinleşen Kimlik Krizi

Muhafazakâr Atatürkçülük ve Derinleşen Kimlik Krizi

Aralık 2017A+A-

AK Parti iktidarı tam 15 yıldır kesintisiz biçimde laik-Kemalist çevreler tarafından ülkeyi din devletine dönüştürmekle, resmi ideolojinin altını oymakla, Atatürk’ün mirasını eritmekle suçlanmakta. Buna karşın son dönemlerde sıkça dillendirmeye başladığı Gazi Mustafa Kemal referanslarının AK Parti tabanında garipsemeyle karşılanırken, muarızları nezdinde hoş bir sürpriz olarak algılandığına kuşku yok. Bu yıl 10 Kasım günü doruğa çıkan Atatürk sahiplenmesinin ise hemen her kesimde tam bir şaşkınlığa yol açtığını görmemek mümkün değil.

Doğal olarak herkes bu sürece niçin ve nasıl gelindiğini soruyor. Ve elbette herkes durumu kendi zaviyesinden yorumluyor. Kemalist cephe büyük ölçüde yapılanın politik bir manevra olduğunu düşündüğünden ve Erdoğan’a karşı çok derin bir güvensizlik, hatta nefret duygusu beslediğinden söylem değişikliğini pek de saygın bir gelişme görmüyor ama her şeye rağmen Mustafa Kemal’e sığınılma görüntüsünden ötürü haklı çıkma sevincini sürekli yansıtıyor.

AK Parti’nin tabanını da teşkil eden dindar-muhafazakâr kesimde ise bir kafa karışıklığı ve şaşırmışlık hali görülmekte. İzahı kolay görülmeyen ya da hoşa gitmeyen benzeri pek çok hadisede görüldüğü üzere, genelde dikkate değer yeni bir durum yokmuş gibi suskunlukla geçiştirme tavrı sergileniyor. Rahatsızlık hissi görmezden gelme tavrıyla ancak çok dolaylı bir tarzda ifade ediliyor. Elbette her ne yaparsa yapsın iktidar destekçiliği, savunuculuğu görevine soyunmuş medyadaki dalkavuk takımının ani bir refleksle Atatürk güzellemeleri sıralamaya koyulması ise sıradan, rutin bir tavır olmanın ötesine geçmiyor. Bu yüzden de belki birçok kişinin acıyarak, utanarak bakıp gülmelerine sebebiyet verse de neredeyse kimseyi şaşırtmıyor.

15 Temmuz Süreci ve Milliyetçiliğe Evirilme

Bu durumun nasıl geliştiğini ve buna neden ihtiyaç duyulduğunu anlamak için 15 Temmuz sürecinin doğru değerlendirilmesi gerekiyor. 15 Temmuz sendromunun siyasetin sadece üslubunu ve yöntemini değil, mahiyetini de değiştirdiği görülmek, anlaşılmak zorunda. Hem iç hem dış gelişmelere bağlı olarak büyüyen korkular ve tüm bunlara karşı geliştirilen tedbir mantığı garip, çelişik ittifaklar ve yakınlaşmalar doğurdu. Öyle ki ‘Üst Akıl’ adı verilen küresel şebekeye hizmet ettiği varsayılan FETÖ, IŞİD, PKK-PYD örgütlerinin yönelttiği tehditler daha önce düşman olarak görülen güçlerin dahi müttefik olarak algılanmasının yolunu açtı.

Bu bağlamda seçilmiş iktidara karşı düne kadar bir numaralı tehdit olarak algılanan Kemalist kadrolar yeni sivrilen düşmanlara karşı bir anda ‘ortak cephe’ye taşındı. 15 Temmuz öncesinde başlayan bu olgunun işaretlerini Ergenekon ve Balyoz davalarının seyri somutlaştırmaktaydı ama şüphesiz 15 Temmuz darbe girişimi büyük bir ivme kazandırıp süreci netleştirdi. Bu bağlamda Kemalistlerin, bilhassa da yargı ve ordu bürokrasisi içinde etkin konumlarını sürdüren Kemalist kadroların partner statüsüne geçmeleri doğal olarak iktidar mensupları nezdinde Kemalizm’i de daha sevimli ve muteber bir konuma getirdi.

Resmi ideolojik dayatmaları aşma yolunda 15 Temmuz büyük bir fırsat, bir imkândı ama ne yazık ki sınırlı bazı adımlar haricinde tersi yönde işletildi. Halkın canını dişine takıp darbeyi boşa çıkartmasından güç alarak resmi ideolojinin tümüyle saha dışına itilmesi sağlanabilir, Kemalist dayatmanın muhafızı rolünü üstlenmiş ordunun yıpranması fırsat bilinerek tabulardan arınılabilirdi.  Ama bunun yerine öncelikli düşman tanımına bağlı olarak Kemalist kadrolarla ittifak içine girilip dayatmacı gelenek tahkim edildi.

15 Temmuz sonrası daha yoğun bir biçimde gündemleştirilen, en temel ayrışma ölçütü haline getirilen yerlilik ve millilik kriteri Kemalist anlayış ve çevrelere yönelik yakınlaşma halinin daha da belirginleşmesinin zemini oldu. Gerek iç ve dış düşmanlar kategorisinde gerekse de dostlar listesinde ortak pek çok unsur arz-ı endam etmekteydi. FETÖ’den PKK’ya, ABD’den NATO’ya, AB’ye kadar düşman kategorisinde sıralananlara karşılık, İran’dan Rusya’ya ortak dostlar dikkat çekmekteydi. İşgale karşı vatan savunması, kurtuluş savaşı vb. mistifikasyona uğratılmış kavramsallaştırmalarla yeni bir milliyetçilik geliştiriliyor, buna paralel olarak yeni ortak paydalar tesisine girişiliyordu. Bu süreçte öne çıkan refleksler ve tanımlamaların kısa süre öncesine kadar ‘ulusalcı’ diye tabir edilen ve AK Parti politikalarına karşı kıyasıya mücadele veren çevrelerin söylem ve beklentilerine ne kadar denk düştüğünün görülmemesi ciddi bir hata olur.

Kemalizm’e Selam, Yola Birlikte Devam!

Buraya kadar çizilen tablo 15 Temmuz sonrasında inşa edilmeye çalışılan devletçi-milliyetçi ideolojik zeminin tahlilini içeriyor. Buna ilaveten sistemde yapılan değişikliğin getirdiği kaygı ve beklentileri de ayrıca değerlendirmek gerekiyor. Şöyle ki 2019’da yapılması planlanan cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetme korkusunun politik düzeyde farklı kesimleri kuşatma eğilimini beslediği görülmekte. MHP ile kurulan ilişki de Atatürkçü kesimlere selam göndermelerin sıklaşması da bu ihtiyaçla alakalı şeyler.

Bununla birlikte Atatürk vurgularının doğrudan Kemalist tabanın oy eğilimini değiştirmesi pek muhtemel gözükmüyor çünkü söz konusu kitle bu ülkede ideolojik manada en katı toplumsal kesimi teşkil ediyor. Bu gerçeğe rağmen yeni geliştirilen bu söylemle ne yapılmak isteniyor diye sorulacak olursa öncelikle yukarıda değinilen yakınlaşma olgusunun göz önünde bulundurulması gerekiyor. Aynı minvalde muhatap kitlenin Kemalist tabandan ziyade Kemalist bürokratik kadrolar olduğu, bu şekilde söz konusu kesime yönelik bir yumuşatma politikası izlendiğini düşünmek daha mantıklı olur.

En temelde tüm bu olan biten ilkeli, kimlikli bir tutum almak yerine pragmatik, oportünist bir siyaset mantığının zaaflarını ve konjonktürel tavırlarla yoğrulmuş bir siyaset tarzının çelişkilere boğulma halini yansıtmakta.

Hesaplaşmak Yerine Uzlaşmak Çelişkilere Boğulmak Demektir!

Ne yazık ki resmi ideolojik şablonları sorgulamaktan, dayatmalarla hesaplaşmaktan kaçınanlar bu çelişki denizinde yüzmeye mahkûm olurlar. Mustafa Kemal’i atlayıp tek parti diktatörlüğünü eleştirmek; Dersim’i tartışmak; CHP’yi, İnönü’yü suçlamak ne adil ne de mantıklıdır! Bir yandan Atatürk güzellemeleri yapıp öte yandan Kur’an yasağından, ezan yasağından söz etmek tutarsızlıktır. Bir yandan İnönü döneminde belki de atılan en mantıklı siyasal adımlardan biri olan banknotlardan Atatürk resminin çıkartılmasını ısrarla suçlama konusu yapıp diğer yandan kişi putlaştırmasını, ulu önder kültünü eleştirmek çelişkili bir yaklaşımdır. 

15 Temmuz’da Gülen yapılanmasının kalkıştığı darbe her düzeyde lanetlenirken, her şeyiyle bir darbe ideolojisi olan Atatürkçülüğün tezkiye edilmeye çalışılması olacak şey midir? Evet, Kemalistlerle FETÖ’cü darbeye karşı çıkmanız, onunla mücadele etmeniz mümkündür ama Kemalist kadrolar ve Kemalist anlayışla darbeciliğe karşı çıkmanız imkânsızdır.   

Atatürkçülük en somut manada bu ülkede toplumsal ve siyasal yapıyı İslami köklerinden koparıp Batıcı, laik, Türkçü temelde bambaşka bir zemine oturtma projesinin adıdır, bu yönüyle bir beyin operasyonudur! Halkı ümmet kimliğine yabancılaştırma eyleminin adıdır. Bu köklü değişim modelini, İslami terminolojiyle ilhad ve ifsad projesini şu veya bu gerekçeyle, tevil yoluyla aklamaya, meşrulaştırmaya yönelik her tür girişim ancak köklü bir inhiraf çabası olarak nitelenmeyi hak eder.   

İlhad ve İfsad Projesine Karşı Çıkmak Tercih Değil, Zorunluluktur!

Genel manada iktidarın içine girdiği farklı siyasi hesapları, politik karar ve uygulamaları değerlendirebilir, tartışabiliriz. Buralarda gördüğümüz zaafları, çelişkileri tespit edebilir, bunlarla ilgili yaklaşımlarımızı, eleştirilerimizi ifade edebiliriz. Doğrudan Müslümanların maslahatını ilgilendirmeyen gündemleri görmezden de gelebiliriz. Ama akidevi temelde açık, net bir sapma içeren bir tutum ve eylemi mazur ve meşru göstermeye yönelik bir sürece hiçbir şekilde göz yumamaz, kimliksel bir kaos doğurmaya matuf tavırlara itirazımızı asla gizleyemeyiz.

Bu noktada iktidarın tavrından, neyi hesap ettiğinden, ne kazanıp ne kaybedeceğinden öte Müslümanlar olarak İslami kimlik ve hassasiyetlerin bulandırılmasına, içeriksizleştirilmesine, saptırılmasına yönelik girişimler karşısında duyarlı olmalı, tavır geliştirmeliyiz. Kimin ne hesap yaptığından, hesabını ne ölçüde tutturup tutturamayacağından ziyade, Rabbimize vereceğimiz hesap gündemimizi ve tutumumuzu belirlemelidir.

İslami camia çok boyutlu siyasi gelişmeler karşısında takındığı edilgen ve atıl tavırla şahitlik sorumluluğunu ifa etmekten uzak bir tutum içindedir. Yerlilik ve millilik diye bir kriter üretildi, tevil edildi. 15 Temmuz direnişi milliyetçi bir forma dönüştürüldü itiraz edilmedi. Darbeci zalimlere karşı Allah için canlarını veren kardeşlerimiz ‘demokrasi şehidi’ ilan edildi karşı çıkılmadı. 15 Temmuz sonrası süreçte yapılan devasa haksızlıklar ‘geçici aksaklıklar’ diye geçiştirildi, görmezden gelindi. Tescilli İslam düşmanlarıyla ittifak ve işbirlikleri ‘konjonktürel zorunluluklar’ şeklinde aklandı. Ve şimdi bu ülkenin, hatta İslam coğrafyasının gördüğü en köklü kimlik başkalaştırma operasyonunun adı olan Kemalizm’in tezkiyesine sıra geldi! Burada da sessizlik, geçiştirme, bir biçimde ‘anlama’, mazur görme tavrı geçerli kılınacak olursa açıkçası varlığımızın bir anlamı kalmayacak, eriyeceğiz!

İşte bu yüzden itiraz etmeliyiz, bu yapılanın zulüm olduğunu haykırmalıyız. Dün “Atatürk yaşasaydı bizden olurdu!” söylemiyle pragmatizmin kapısı aralandığında sessiz kalmanın maliyetinin ne olduğu; hakkı açıkça ortaya koyma yerine, yanlışları tevil etme, örtme-geçiştirme mantığının kimleri nerelere sürüklediği net olarak görülmedi mi? Aynı yanlışa tekrar tekrar düşmek Müslümanlara yakışır mı?   

Başkalaşmamalı, Kendimiz Olarak Kalmalıyız! 

Bizim için belirleyici olan, esas alınması gereken şey ‘Ne kazanır, ne kaybederiz?’ sorusu değil, ‘İslami kimliğimizi nasıl korur ve sürdürürüz?’ sorusu olmalıdır. Daha önemlisi ‘Kimliğimizi, ilkelerimizi, çizgimizi nasıl savunmalıyız?’ sorusu öne çıkmalıdır!

Ne getirir ne götürür meselesi politik zemine sıkıştırılmamalı; öncelikle kimlik temelli, akide temelli bir yaklaşım ortaya konmalıdır! Mesele kimlik perspektifinden, akide temelinden ele alınıp yorumlanmalı, tavır da mutlaka bu zeminden neşet etmelidir. Ve yine kimliğimizi korumanın ve netleştirmenin bir varoluş sorunu olduğunu göz önüne bulundururken, bilhassa bizden sonrakilere, gelecek nesillere nasıl bir miras devrettiğimizi de çok iyi hesap etmeliyiz!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR