1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Libya’da Bedel Ödemiş Bir Halkın Özgürlük Sevincine Şahitlik Ettik!

Libya’da Bedel Ödemiş Bir Halkın Özgürlük Sevincine Şahitlik Ettik!

Mayıs 2013A+A-

29 Mart – 1 Nisan tarihleri arasında Ulustan Ümmete Platformu tarafından Libya’ya düzenlenen ve dört gün süren geziye katılan dergimiz yazarı ve Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya ile devrim sonrası Libya izlenimlerini konuştuk.

Libya halkına yönelik olarak devrim öncesinde nasıl bir kanaate sahiptiniz? Ziyaretinizde edindiğiniz gözlemleriniz çerçevesinde devrimle birlikte Libya halkına yönelik kanaatlerinizde değişiklik oldu mu?

Uluslararası literatürde “Arap Baharı” diye adlandırılan intifada dalgasının Libya kıyılarına da ulaşmasından önce açıkçası Libya ve Libya’da İslami hareketler pek gündemimizde değildi. Bu ülkedeki gelişmeleri yakından takip etmiyor ve fazla bir şey de bilmiyorduk.

Geçmişe baktığımızda, Kaddafi’nin 1969’da askerî bir darbeyle iktidara gelmesinden hemen sonra geliştirdiği İslami söylemler nedeniyle Türkiye’de de Libya’ya yönelik önceleri ciddi bir ilgi ve sevgi atmosferinin oluştuğunu ama ardından Kaddafi’nin aykırılık dozu yüksek beyanları ve garip icraatları nedeniyle Libya’nın Müslümanların zihinlerinde bir belirsizliğe itildiğini görüyoruz.

Tutarlılık içermeyen ve zikzaklar çizen bir Batı ve İsrail karşıtlığı; cemahiriye adı verilen nevi şahsına münhasır bir devlet sistemi, daha doğrusu sistemsizliği; Kur’an’a gayrı sahih yaklaşımlar ve Sünnet’in reddi ve benzeri pek çok tutumuyla Kaddafi tam bir istikrarsızlık kaynağıydı. İmam Musa Sadr’ın kaybedilişinden Fethi Şikaki’nin şehadetine ve Batı ablukasına rağmen ülkesini ziyaret etme cesareti gösteren Erbakan’ın, çadırında maruz kaldığı kabalığa kadar yol açtığı bir dizi sorun Kaddafi’ye karşı güvensizliği daha da artırdı.

Bu durum Tunus ve Mısır ayaklanmalarının ardından Şubat 2011’de Libya’da da isyanın patlamasına kadar bu şekilde devam etti. Öyle ki, Kaddafi’nin zaman zaman çılgınlık boyutlarına varan aykırılıkları nedeniyle Libya halkına karşı bakışımızda da bir soğukluğun, bir mesafenin ortaya çıktığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu yönüyle yol açtıkları bu imaj kirliliği olgusunu da diktatörlüklerin halklarına reva gördükleri zulümler arasında ele almanın gerektiğini düşünüyorum.

Bu algı 17 Şubat 2011 tarihinde ilk kıvılcımı yakılan isyan ateşiyle köklü biçimde değişti. Libya halkının Kaddafi diktasına karşı Bingazi’de başlattığı kıyamla birlikte unuttuğumuz bir coğrafyamızı ve uzak düştüğümüz kardeşlerimizi hatırladık. 17 Şubat Devrimi ile birlikte Libya halkı adeta yeniden tarih sahnesine çıkarken, ümmet de Ömer Muhtar’ın torunlarıyla bir anlamda yeniden kucaklaştı.

Ziyaretimiz, devrimle birlikte zihnimizde Libya halkına yönelik zaten değişen imajı pekiştirdi. Tam 42 yıl boyunca Libya halkı üzerinde tahakküm kuran Kaddafi’nin çılgınlığına karşın gayet mantıklı, ağır başlı, ümmete katkıda bulunmak için fedakârlıktan kaçınmayan, İslami değerlere ve hedeflere bağlı bir halk gerçeğiyle karşılaşmaktan ötürü memnun olduk, Rabbimize hamd ettik! 

40 yıllık dikta rejiminin Libya’da oluşturduğu tahribata ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Maddi anlamda çok bariz bir çelişki, bir adaletsizlik kendisini her şeyiyle belli ediyor. Libya oldukça büyük topraklara, çok yoğun ve değerli petrol kaynaklarına ama aynı zamanda oldukça da küçük nüfusa sahip bir ülke. Petrol gelirinin büyüklüğü düşünüldüğünde hem kişi başına düşen gelir hem de ülkenin kalkınması, imarı açsından gelişmişlik seviyesinin çok ilerilerde olması gerekirdi. Ne var ki, pek çok açıdan geri kalmış bir ülke görünümünde. Kaddafi yönetiminin on yıllar boyunca Libya’nın kaynaklarını saçıp savurduğu, verimli bir çerçevede değerlendirmediği anlaşılıyor.

Elbette tahribat iktisadi alanla sınırlı değil. Tam 42 yıl süren diktatörlük toplumsal yapıda büyük acılara, kayıplara neden olmuş. Halkın uzun yıllar boyunca dikta yöntemleriyle bastırılması, susturulması, muhalefet cesareti gösterenlere karşı uygulanan şiddet politikaları Libyalıların benliğinde derin yaralar açmış. Mahpus yakınlarıyla dayanışmak ve sorunlarıyla ilgilenmek üzere faaliyet gösteren bir derneğin yetkilileriyle görüşmemizde, kendilerine artık cezaevlerinde siyasi kimliğinden ötürü kimsenin bulunmadığı, tüm mağdurların özgürlüklerine kavuştuğu bir ortamda faaliyetlerini neden sürdürme ihtiyacı hissettiklerini sorduğumuzda, tekrar aynı şeyleri yaşamamak için toplumun hafızasını canlı tutmayı hedeflediklerini söylediler. Yaşanan zulümlerin unutulmasının benzeri süreçlerin yeniden yaşanması riskine kapı aralayabileceği kaygısı taşıdıklarını ifade ettiler.

Libya’da yaşanan başlıca sıkıntılardan birinin de Kaddafi’nin eksantrik fikirlerini icra etme arzusu ve belki de tamamen kendi şahsına bağlı bir yapı inşa etme kaygısıyla Libya’da işleyen bir devlet sistemi inşasına izin vermemesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kaddafi döneminde belli ölçülerde kurumsallaşmış, iyi kötü yasal bir çerçeveye oturan bir sistemin mevcut olmaması nedeniyle Libya’da derin bir kaos hali yaşanmakta. Öyle ki, isyan dalgasının rejim değişikliklerine yol açtığı diğer ülkelerde temel sorun devlet yapısını önceki kirli, zalim, tağuti işleyişinden arındırmak iken; Libya’da devlet sisteminin adeta sıfırdan inşası için çaba sarf etmek gerekiyor. Bu da çok yönlü sorunlara yol açıyor.

Libya devriminin diğer Ortadoğu devrimleriyle benzeşen yönleri nelerdir?

Bazılarının “Ne oldu, ne değişti de…” diye başlayan ve Suriye devrimini töhmet altında bırakmak için sordukları mantıksız soruya çokça muhatap olmuşuzdur. Aynı soru, aynı basiretsizlikle Libya için de sorulacak olursa, beklenen cevap aynı olur: “Küresel güçler düğmeye bastı!”

Oysa bu takıntılı zihinler anlamakta zorluk çekseler de Libya’da başlayan isyanı Ortadoğu’nun bütününde yaşanan isyan dalgası içinde değerlendirmek gerekir. Mısır’da, bilahare Yemen’de, Suriye’de olduğu gibi, Libya’da da ciddi bir muhalefet potansiyeli vardı. Diğer beldelerde olduğu üzere burada da İslami hareketler uzun yıllar boyunca mücadele etmiş, çok ağır bedeller ödemişlerdi. Ne var ki, zalim rejimlerin ölçüsüz ve yoğun baskıları nedeniyle kitleleri harekete geçirmeye muvaffak olamamışlardı. Ne zaman ki, Tunus’ta halkın isyanı rejimi devirmeyi başardı, bu gelişme başta Mısır olmak üzere tüm Ortadoğu’da kitleleri heyecanlandırdı, cesaretlendirdi ve harekete geçirdi. Domino etkisi kuramı gerçekleşti.    

Libya’da da diğerlerinde olduğu gibi katı bir diktatörlük mevcuttu. Ülkeyi darbeyle iktidara gelmiş bir hanedan yönetiyor ve yaşlanmış diktatör yerine veliaht olarak oğlunu hazırlıyordu. Muhalefetin hiçbir türüne izin verilmiyor, ülke kaynakları hanedan ve yakınlarınca yağmalanıyordu. Kokuşmuşluk, çürümüşlük burada da rejimin baskıcılığına paralel gelişen en bariz özelliğiydi adeta. 

Benim açımdan en önemli benzerlikse Libya’da da İslami hareketlerin çok köklü bir mücadele geleneğinin bulunması ve bu geleneğin büyük fedakârlıklar ve bedeller karşılığında sürdürülmesiydi. Rabbimize hamd olsun ki, bu geleneğin taşıyıcıları isyan patladığında halka öncülük ettiler ve mücadele geleneğini devrimle taçlandırdılar. 

Ya ayrışan yönleri nelerdir?

İsyan sürecine baktığımızda Libya’nın Tunus ve Mısır’dan ziyade Suriye’ye benzediğini görüyoruz. Tunus, Mısır ve Yemen rejimleri, Libya ve Suriye’ye nazaran dışarıya daha açık, muhalefetin zayıf da olsa kendisini ifade edebildiği rejimlerdi. Tunus, Mısır ve Yemen’de Bin Ali, Mübarek ve Ali Abdullah Salih rejimleri iktidar aygıtı üzerinde güçlü bir kadrolaşma sağlamış olmakla birlikte, halkın geniş kitleler halinde sokağa çıkması karşısında otoritelerinin sarsılmasını ve devamında yıkılmasını engelleyemediler. Gidişatın önlenemeyeceğini gören ordunun tepe yöneticileri önlerinde iki seçenek belirdiğinde, katliam politikasına yönelmek yerine saf değiştirmeyi tercih ettiler.

Libya ve Suriye’de ise rejim tam tekmil bir güvenlik aygıtı şeklinde örgütlenmişti ve hanedanlar ile ordu ve istihbarat yapıları arasında organik bir ilişki mevcuttu. Nasıl Suriye’de ordunun omurgası Nusayri azınlığa dayandırılmışsa, Libya’da da Kaddafi’nin aşireti ordunun belkemiğini teşkil ediyordu. Bu durum rejim karşıtlarına karşı katliamcı bir tutum izlenmesini beraberinde getirdi ve dolayısıyla bu ülkelerde ayaklanma silahlı mücadeleye dönüşmek zorunda kaldı.

Libya’yı tüm diğerlerinden ayıran bir durum da uluslararası güçlerin bu ülkede rejimin ordusuna havadan müdahale ederek isyancılara destek olmasıydı. BMGK’nın kararıyla Kaddafi yönetimine yönelik alınan yaptırım kararları, Kaddafi’nin Bingazi’de tüm isyancıları imha edeceğini ilan etmesi üzerine önce Fransa’nın, ardından NATO’nun müdahalesine dönüşmüş ve rejim birlikleriyle isyancılar arasında yaklaşık 6 ay süren çatışma sürecinde Kaddafi güçlerinin askerî kapasitesi hava saldırılarıyla zayıflatılmıştı.

Libya devrimi ülkemizde bazı çevrelerce Batılı ülkelerin hava müdahalesi nedeniyle “NATO devrimi” şeklinde küçümsenmekte, tahfif edilmekte. Sizce bu yaklaşım haklılık payı taşıyor mu?

Doğrusu Libya’da Kaddafi rejiminin yıkılmasının NATO desteği olmaksızın gerçekleşmesini çok arzu ederdik. Mamafih sürecin nasıl geliştiğini hatırlayacak olursak, NATO müdahalesinin Libya halkı açısından ne ifade ettiğini daha sağlıklı değerlendirebiliriz. Kaddafi rejimi isyancı güçlerin ilk dönemde hızlı ilerleyişi karşısında düştüğü sıkışıklık durumundan sıyrılıp, karşı taarruza geçince isyancılar Bingazi’ye kadar çekilmek zorunda kalmıştı. Kaddafi ordusunun Bingazi’ye girmesi durumunda büyük bir katliam yaşanmasından korkuluyordu. Tam bu kritik aşamada Fransız hava kuvvetlerinin müdahalesi Bingazi halkına nefes aldırdı. Ardından gerek diğer Batılı güçler gerekse de önceleri NATO müdahalesine karşı çıkan Türkiye, gidişatın tek başına Fransa’nın inisiyatifiyle şekillenmemesi için sürece müdahil oldular.   

Burada birkaç hususun altını çizmekte yarar var. Libya’da isyan NATO müdahalesiyle başlamamış, halk hareketi ile gelişmiş, NATO müdahalesi ise isyanın belli bir aşamasında gerçekleşmiştir. Yani Kaddafi rejimine karşı savaşı başlatan ve sürdüren ve nihayette rejimi devirenler Libyalı devrimcilerdir. NATO belli hedeflere yönelik hava saldırılarıyla bu sürece destek olmuştur. Libya’da verilen binlerce şehide karşın, ölen ya da yaralanan tek bir Batı askeri yoktur.

Libya’da Batılı güçler sadece hava operasyonlarıyla müdahalede bulunmuşlardır. Libya topraklarında Batılı ülkelerin askerleri konuşlanmamıştır. Dolayısıyla Batılı askerî güçlerin Libya’dan çıkartılması diye bir sorun yoktur. Bazılarının “Girdikleri yerden imtiyazlar koparmadan gitmezler!” şeklindeki sözleri kuruntu olmaktan öteye gitmeyen temelsiz lakırdılardır.

Bu noktada elbette “Batılı güçler neden müdahale etmişlerdir?”; “İnsani kaygılarla hareket ettikleri söylenemeyeceğine göre, bu güçleri hangi saikler harekete geçirmiştir ve neticede bu desteğin Libya halkına faturası ne olacaktır?” türünden soruların cevaplarının verilmesi gerekir.

Açıkçası, ABD’siyle, Fransa’sıyla, İngiltere’siyle Tunus ve Mısır’da ofsaytta kalan Batılı güçler Libya’da da aynı hataya düşmek istememiş ve er ya da geç gideceği kesinleşen Kaddafi yönetiminin sonrasına yatırım yapmayı düşünmüşlerdir. Böylelikle hem uluslararası kamuoyuna insani değerlere ne kadar bağlı olduklarını gösterme fırsatını yakalamış ve aynı zamanda petrol zengini Libya’nın geleceğinde söz sahibi olmayı hedeflemişlerdir.

Amaçlarına ulaşabilmişler midir? Hayır! Çünkü Libya halkı, Batılı güçlere verdikleri destekten ötürü teşekkür etmeyi unutmamış ama bu desteği bağımlılık ilişkisine zemin kılacak tutumlara da kapalı olmuştur. Bugün Libya; Cezayir’den Mali’ye, Filistin’den Suriye’ye kadar farklı beldelerde İslami mücadele veren kadrolara geniş destek sunmakta, mücahidlere sunduğu silah desteğinden ötürü Batılı güçlerin tepkisini çekmektedir.

Libya’da görüşme imkânı bulduğumuz hemen herkese Batılı güçlerin sağladığı askerî desteği nasıl yorumladıklarını ve bunun bir bedelinin olup olmayacağını sorduk. Farklı İslami örgüt temsilcilerinin tümü ve hatta siyasi yelpazede “liberal” sıfatını taşıyan parlamento grubunun temsilcisi dâhil herkes NATO müdahalesinin Libya devriminde çok belirleyici bir faktör olmadığını vurguladılar. Libya’nın geleceğinde söz sahibi olma arzusu dışında, müdahalenin nedenleri arasında, Akdeniz’in güneyinde büyüyen bir istikrarsızlık ortamının oluşmaması için Batılı güçlerin Kaddafi yönetiminin devamını arzu etmediklerini ifade edenler de oldu. Kaddafi’nin geçmişte Afrika’dan Avrupa’ya göçmen akışını siyasi bir koz olarak kullanmasının meydana getirdiği rahatsızlığa vurgu yapanlar oldu. Ama nihai tahlilde bu temsilcilerin tümü herhangi bir yönetimin Batılı güçlere tavizkar bir tutumla yaklaşması durumunda Libya halkının çıkarlarını korumak için harekete geçeceklerini ve buna izin vermeyeceklerini net biçimde belirttiler.    

Libya’nın geleceğinin Batılı güçlerce belirlendiği, ipotek altına alındığı türünden yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunlar vakadan ziyade “teori”yi merkeze alan, çok abartılı değerlendirmeler. Bilindiği üzere teori, “her şeye muktedir emperyalizmin, zavallı, aciz ve de basiretsiz yığınlara karşı sürekli oyun kurup, istediği şekli vermekte sınırsız bir maharete sahip olduğu” kabulü üzerine kurulmuştur. Bu tepeden tırnağa acziyet pompalayan berbat teorinin müntesipleri açısından zaten dünyada iyi olan, hayırlı olan, Müslümanların, mazlumların lehine olan ne var ki? Her şeyin kötüye, daha kötüye gittiği bir ahir zamanda Cenab-ı Hakk’ın bir Mehdi göndermesi dışında bir umut ışığı da yok zaten!

Geziniz sırasında ziyaret ettiğiniz Ebu Selim Cezaevinde neler hissettiniz?

Ebu Selim Cezaevinde yaşananları devrim sürecinde duymuş ve öğrenmiştik. Libya’da farklı zeminlerde karşılaştığımız pek çok insan bir biçimde burayla irtibatlarından söz edince, Ebu Selim’in 29 Haziran 1996 yılında olmuş ve bitmiş bir katliam olmadığını, Kaddafi Libya’sının asıl yüzü olduğunu fark ettik. Bu arada Libya’da görüştüğümüz hemen herkesin 10 yıl, 15 yıl, bazıları 20 yıldan fazla olmak üzere cezaevinde kaldığını öğreniyorduk. Yine de Trablus’ta cezaevi içinde gezerken gerek cezaevi şartlarının korkunçluğunu gerekse de katliamın tüyler ürpertici boyutunu bir kere daha hissettik.  

Esir tuttuğu vatandaşlarını cezaevi şartlarını protesto ettikleri için gruplar halinde avlularda toplayıp üzerlerine kurşun yağdıran bir düzenin ardından neler söylenebilir bilmiyorum ama neler söylenmemesi gerektiğini bildiğimi sanıyorum. Bu noktada Libya devrimini Batılı güçlerin seçip, eğittiği ve silahlandırdığı işbirlikçilerin, taşeronlaştırılmış çapulcu takımının ayaklanması olarak yorumlayan üstatlara; 40 yıllık zulmü, katledilen binlerce masumu bir kenara bırakıp, Kaddafi’nin öldürülme biçiminden kalkarak Libya devrimini lanetleyen çok duyarlı ve de sanatçı ruhlu kalemlere selam gönderiyorum! Bu beylere bir şey anlatabilme ihtimalimizinse TKP’nin haber sitesinde 26 Eylül 2011 tarihinde yayınlanan “1270 cesetlik toplu mezar yalanı” haberini kaleme alan mantığı ikna etmekten kolay olmadığını düşünüyorum.  

Libya’da İslami hareketin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Umutluyum. Zorlu bir süreç yaşadılar, ağır bedeller ödeyip, uzun bir mücadelenin neticesinde zorbalık sistemini yıktılar. Önemli bir tecrübeye sahipler. İhvan kimliğine sahip Müslümanların sınırları aşan örgütlülükleri ve tecrübe birikimleri, aynı zamanda itidalli yaklaşımları önemli bir değer. Yine Selefi akıma mensup Müslümanların Afganistan’dan başlayıp tüm İslam coğrafyasına yayılan cihadi hareketlerle ilişkileri, irtibatları ve bu düzlemde geliştirdikleri mücadele birikimleri çok önemli bir tecrübe.

Fikrî planda çok derinlikli çalışmalara imza atmamış olabilirler ama Libyalı Müslümanların kendi aralarında tesis ettikleri verimli diyalog ve işbirliği olgusunun gelecek açısından çok belirleyici bir avantaj teşkil edeceğini düşünüyorum. Oldukça zorlu ve kanlı geçen devrim sürecinde İslami grupların birbirleriyle dayanışma içinde olmalarının ve herhangi bir saikle çatışmamalarının çok önemli bir olgunluk göstergesi olduğunu düşünüyor ve yarının Libya’sını inşa sürecinde de çok hayırlı sonuçlara vesile olacağına inanıyorum.

Libya’nın gündemi ne? Sizce Libya’da gündem ne olmalıydı?

Libya’da zaten oturmuş bir devlet yapısının bulunmayışı ve bu boşluğun üzerine oturan savaş konjonktürü ile birlikte ortaya çıkan kaotik halin giderilmesine yönelik çabalar bekleneceği üzere ülkenin en önemli gündemini teşkil etmekte. Devrim sürecine katılmış milis gruplarının orduya katılmaları ya da silahsızlandırılmaları çabaları henüz neticeye ulaşmış değil. Buna karşı özellikle ülkenin bazı yörelerinde ciddi bir direnç söz konusu ve bu durum ülkede asayiş sorununu doğuruyor.

Zaten yasal mevzuat açısından pek çok belirsizliğin mevcut olduğu ve üstelik de asayişin sağlanamadığı ve istikrarın görülmediği bir yerde içeriden ya da dışarıdan insanların yatırım yapmaları zor. Bu yüzden iktisadi açıdan ülke askıda bir görünüm veriyor. Bir an önce bu sorunun giderilip Libya halkının temel ihtiyaçlarının giderilmesine ve refah düzeyinin yükseltilmesine yönelik çalışmaların başlaması gerekiyor.

Siyasi açıdan henüz belirsizlikler giderilememiş. Seçimlerle ortaya çıkan parlamento yapısı çok kırılgan. Bu yüzden arka arkaya hükümetler kuruluyor ama bunlar uzun ömürlü olamıyor. Yeni anayasa hazırlıkları ve yeni anayasa yapım sürecine dair tartışmalar bir başka temel sıkıntı kaynağını teşkil ediyor. Kısacası çok fazla sorun ve belirsizlik var. Bununla birlikte uzun yıllar sömürgecilik, ardından koyu bir diktatörlük düzeni geçiren bir ülkede işlerin çok kolay rayına oturmasını beklememek gerektiğini hatırlatmakta da yarar var.

Tüm bunlara karşın Libyalı Müslümanların özgüvenleri, iyimserlikleri ve ümmetin sorunlarına olan duyarlılıkları güven verici. İnşallah bu zorlu süreci atlattıktan sonra Libya’nın dünya genelinde İslami hareketlere her açıdan katkıda bulunacak bir merkez olabileceğine inanıyorum.     

Libyalılar ülke nüfusunun tamamının Müslüman ve dindar olduğunu vurguluyorlar. Bu olgu Libya’nın geleceğinde diğer Ortadoğu ülkelerine kıyasla ne tür sonuçlar doğurabilir?

İnanç ve hayat tarzı açısından mevcut bulunan bu homojenliğin sağladığı avantajı örneğin Tunus ve Mısır’la kıyaslamak suretiyle değerlendirmek mümkündür. Mısır ve bilhassa da Tunus’ta farklı ideolojik anlayışlara mensup kesimlerin yaygınlığı ve örgütlülüğünün bu ülkelerde ne kadar derin sorunlara ve sarsıntılara yol açtığını izliyoruz. Bu ülkelerde rejim değişikleriyle birlikte iktidara tırmanan İslamcı kadroları zayıflatmak ve çökertmek için ne kadar kirli yıpratma taktiklerine başvurulduğunu görüyoruz. İslami kimlik ve değerlere açıktan cephe alamayanlar İslamcı kadroları başarısızlığa mahkûm etmek için düşmanlıkta sınır tanımıyorlar. Solcu, liberal ve milliyetçi unsurların neredeyse tümü bu düşmanlık potasında birleşmiş halde ve sürdürdükleri kampanyayla sadece devrim sürecine değil, bu ülkelerin geleceğine de büyük zarar veriyorlar. 

Bu noktada Libya halkının İslami kimlik ve değerlere bağlılık düzeyinin yüksekliği her açıdan büyük bir olumluluk teşkil etmekte. Örneğin yeni anayasa yapımına ilişkin tartışma sürecinde “liberal” olarak adlandırılan kesimlerin dahi İslam şeriatının temel referans kaynağı olması gerektiğini vurgulamaları dikkat çekiciydi. Aynı şekilde Suriye’de süregelen mücadeleyle ilgili olarak sadece İslami grupların değil, bu kesimlerin de Suriye kıyamını desteklemenin tüm Libyalılar için bir borç, bir yükümlülük olduğunu beyan etmeleri çok sevindiriciydi.

Libya’da Türkiye’ye yönelik sempatiyi nasıl karşılıyorsunuz? Türkiye örnekliği Libyalılar açısından ne anlam ifade ediyor? Türkiye’ye yönelik hayırhah yaklaşımın Libya devleti ve halkı açısından avantajları ve riskleri neler olabilir?

İslam dünyasının genelinde ve bilhassa İslami hareket kadroları arasında Türkiye çok olumlu bir konumda algılanıyor. Hatta bunun zaman zaman bizlerin de uyarmak ve bazı gerçekleri vurgulama ihtiyacı hissettiğimiz, bazen abartılı denilebilecek boyutlara varan bir olumlama olduğunu söyleyebiliriz. Libya’da da buna şahit olduk.

Türkiye’ye baktıklarında bazı Müslümanlar geçmişte Erbakan ve hareketini görüyorlardı. Şimdi de Tayip Erdoğan ve AK Parti’yi görüyorlar. Doğrusu 10 yılını dolduran bir iktidar sürecinin aktörleri olarak bunu biraz doğal karşılamak ama aynı zamanda Türkiye’nin bundan ibaret olmadığını da hatırlatmak gerekir.

Türkiye’ye yönelik bu hayırhah yaklaşımın arkasında belli saiklerin olduğunu düşünüyorum. Öncelikle Kemalist proje doğrultusunda devletiyle, toplumuyla sistematik bir İslam’dan uzaklaştırma kampanyasına maruz kalmış bir ülkenin yeniden İslami aidiyetini öne çıkartmasından duyulan sevinci anlamak lazım. Böylesi korkunç bir mirasın ardından, başbakanının, cumhurbaşkanının, dışişleri bakanının ağzından verilen İslami mesajlar doğal olarak yankı uyandırıyor.

Olayın elbette bir de sistem boyutu var. Şöyle ki, Türkiye doğal kaynak zengini pek çok Ortadoğu ülkesine nazaran sınırlı kaynaklara sahip olmasına rağmen güçlü bir ekonomiye sahip görünüyor. Aynı şekilde halkına kıyas kabul etmeyecek şekilde iyi işleyen bir devlet sistemi sunuyor. Tüm bunlar alt alta konulduğunda İslam dünyasının geneli açısından Türkiye’nin cazip bir konum arz etmesi kaçınılmaz.    

Bununla birlikte bu durum elbette Türkiye’nin aynı zamanda İslam dünyasının hiçbir ülkesiyle kıyaslanamayacak şekilde Batılılaşmış, hem siyasi-hukuki hem de toplumsal yapısında İslami değerlerden uzaklaşmış, ahlaki değerler itibariyle ileri derecede yozlaşmış bir konumda olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesini de getirmemeli. Nitekim görüştüğümüz yetkililerin hepsi Türkiye’nin bu yönünün kendileri açısından bilindiğini ve ciddi bir tehdit kaynağı olarak algılandığını belirtiyor; örneğin televizyon dizilerine yansıyan boyutuyla ciddi bir yozlaştırma sürecinin görüldüğünün altını çiziyorlardı.

Bu noktada İslam dünyasında “Türkiye’nin örnekliği sorunu”na iki farklı perspektiften bakılması gerektiğini düşünüyorum. Laik-Kemalist geleneğe ve sisteme rağmen olumlu anlamda atılmış ve atılmakta olan adımlar “kazanım” olarak görülmeli ve İslami referanslara sahip sistemlerin hâkim olduğu beldelerde yaşayan Müslümanlar açısından çok daha iyisi ve ilerisini yapma sorumluluğunu teşvik etmeli. Diğer yandan modernleşme-Batılılaşma zihniyetinin pratize edildiği bir model olarak Türkiye’nin siyasal siteminden toplumsal yapısına kadar yaşadığı kimlik krizi ve kirliliği, İslam dünyasındaki yöneticiler açısından bir uyarı işlevi görmeli ve neye dikkat edilmesi, neden kaçınılması gerektiği hususunda somut bir örnek olarak değerlendirilmeli.

Türkiyeli Müslümanlar olarak Libyalı kardeşlerimize ne tür mesajlar iletilmesini öncelediniz?

Açıkçası kendimizi bunca bedel ödemiş ve mücadelelerinin karşılığında izzeti hak etmiş Müslümanlara tavsiyede bulunma pozisyonunda görmenin haksızlık olacağını düşünürüm. Bununla birlikte kardeşlerimizle marufun emri ve münkerden nehiy bağlamında özellikle Batılı güçlere karşı tavizsiz olmanın gerekliliği; diktatörlük düzeninin yıkılmasının ertesinde ortaya çıkabilecek otorite boşluğu ortamında toplumsal yapının ifsadına yönelik tehlikeler hususunda dikkatli olmanın önemi; İslami kimlik ve kavramların eklektik anlayışlarla gölgelendiği günümüzde demokrasi vb. kavramlar ve anlayışlar hususunda sahih İslami çizginin korunmasının lüzumu vb. konular etrafında diyaloglarımız oldu.    

Türkiyeli Müslümanlar olarak Libyalı kardeşlerimizden neler öğrenebiliriz?

Yeryüzünün muhtelif bölgelerinde inançlarına ve kimliklerine uygun bir hayat yaşama uğruna sayısız kardeşimiz çok ağır sınavlardan geçmekte, sessiz sedasız büyük bedeller ödemekteler. Yaşadıklarımızla yaşadıklarını kıyasladığımızda şartların bizim açımızdan ne kadar rahat ve imkânlı olduğunu görüp, sorumluluğumuzun büyüklüğünü kavramalı ve çabalarımızı da o oranda artırmak gerektiğini fehmetmeliyiz. Libya’da karşılaştığımız ve kimisi İslami örgütlerin yöneticisi, kimisi parlamenter, kimisi grubumuza mihmandarlık eden, kimisi otobüsümüzün şoförlüğünü yapan, kısacası farklı görevlerde ve konumlarda bulunan pek çok Müslümanın her biri yıllarca hapis hayatı yaşamış kişilerdi. Rabbimiz onları ağır bir imtihana tabi tutmuş, bunun karşılığında ise sabredenleri bu dünyada da mükâfatlandırmıştı.

Bazen yaşadığımız ülkede basit sınavlar karşısında ayakları birbirine dolaşan, kimliğine, değerlerine sırt dönen, basit menfaatler uğruna farklı İslami mücadeleden uzaklaşan kardeşlerimizin ahvalini düşününce insan Hz. Ali’nin şu sözünü tekrar etmekten kendisini alamıyor: “Ah! Azık ne kadar az, menzil ne kadar uzak ve yol ne kadar ıssız!” 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR