1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Kızlarımızın Hak ve Onurlarının Çiğnenmesine İzin Vermeyelim!

Kızlarımızın Hak ve Onurlarının Çiğnenmesine İzin Vermeyelim!

Ekim 2011A+A-

Okulların açılmasıyla birlikte karşılaştığımız başörtüsü yasakları sayesinde, Başbakan Erdoğan’ın Mısır halkına tavsiye ettiği laikliğin nimetleriyle bir kere daha ve yoğun biçimde yüz yüze gelmiş olduk. Çocuklarımızın daha çok erken yaşlardan itibaren Kemalist sistemin baskıcı yüzüyle tanışmalarına vesile olan bu uygulama, belki de nasıl bir ülkede yaşadığımızı unutanlar için bir tür hafıza tazeleme fırsatı olarak da görülebilir! Laiklik tavsiyelerine Mısırlı kardeşlerimizin şaşkınlığı ve tepkileri bir yana ama biz gerçekten bu zorbalıktan, saçmalıktan, tutarsızlıktan fena halde bıktık, usandık!

Her Şey Değişir, Yasakçı Kafa Değişmez!

Bir yandan çocuklarımız zorunlu eğitim gerekçesiyle okula mecbur tutulmakta ama aynı zamanda da başörtüsüzlük dayatmasına muhatap olmaktalar. İyi ama neden? 28 Şubat’ın izlerinin üniversitelerden silinmeye çalışıldığı, devletin sağlıktan tarıma, sosyal ihtiyaçlara kadar çeşitli alanlarda vatandaşların kamu hizmetinden yararlanması önündeki engelleri kaldırma çabası içinde göründüğü, örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin azaltıldığı, hatta MİT yetkililerinin PKK yöneticileriyle görüşmeler yaptığı bir vasatta bu yasakçılık neyin nesidir? Bu iflah olmaz, dinmez başörtüsü tahammülsüzlüğünün ardında nasıl bir mantık ve ruh hali var?

Başörtüsü yasakçılığı konusundaki bu ısrar gerek ideolojik keskinlik gerekse de kadrolar itibariyle ciddi bir geri çekilme sürecine girmiş olmasına rağmen Kemalist anlayış ve tutumun bu ülkede hegemonyasının sürdüğünün en ciddi göstergelerinden birini teşkil etmekte. Bu eğitim-öğretim döneminin başında Hükümetin bir kararname ile eğitim sisteminin yapılanmasına yönelik önemli değişiklikler gerçekleştirmiş olmasına karşın Kemalist hegemonik söylemin ve bundan kaynaklanan alışkanlıkların kolay terk edilmeyeceği anlaşılıyor. Bu yüzden Kemalist ideolojik tutumun çeşitli alanlarda gerileme süreci içerisine girmiş olmasına rağmen daha uzun bir süre statüko muhafızlığını ve dolayısıyla can yakmayı sürdüreceğini tahmin etmek zor değil.

Bu durumu kolaylaştıran etkenler ise çeşitlilik arz ediyor. Öncelikle mevzuat fetişizmi her zaman olduğu gibi ön planda. Okullarda öğrencilerin ve öğretmenlerin kılık kıyafetleriyle alakalı yönetmelik ve benzeri kurallar adeta değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez yasa muamelesi görüyor. İlginç olan şu ki, aslında okul kıyafetleri okula göre, bölgeye göre, öğrenci ve öğretmenlerin mensup oldukları gelir grubuna göre çeşitlilik arz ediyor. Bu yönüyle okulların iddia edildiği gibi homojen bir görüntü sergilediği tezi kesinlikle doğru değil. Bilakis çok genel bazı kurallar haricinde herkes farklı görünüm içinde. Mamafih bu çeşitlilik kadın öğretmenler ve kız çocukların başörtüleri söz konusu olduğunda bir anda ortadan kalkıyor ve tek-tipleştirme çabası devreye giriyor.

Bunun iki açıdan itiraz edilebilecek bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Öncelikle kılık-kıyafet konusuyla ilgili olarak var olan esnekliğin başörtülüler söz konusu olduğunda neden anında katılaşma, donma tavrına yol açtığını sormak lazım.

Daha önemlisi de temel bir hakkın ihlali anlamına gelen bu uygulamanın, velev ki yasal birtakım dayanakları bulunsa bile asla hukuki bir temelinin olamayacağını, kısacası bu yasağın meşruiyetinin bulunmadığını net bir biçimde haykırmak gerekiyor. Değil basit bir yönetmelikle, insanların temel haklarını ihlal eden, inançlarını, kimliklerini, özgürlüklerini yok sayan bir uygulama anayasa maddesiyle dahi korunsa hiçbir şey ifade etmez. Olsa olsa orada despotizmin hükümferma olduğunu gösterir.

Zorbalığa Son Vermenin Tam Fırsatı

Bu noktada Hükümetin ve Eğitim Bakanlığının bu yakıcı sorunun ortadan kaldırılması için gereken adımları atmaktan imtina etmesinin affedilemez bir suç olduğunun altını çizmek gerekir. Haksızlık yapmayalım, başörtüsü sorunu bir biçimde AK Parti’nin hep gündeminde oldu. Bu yüzden Anayasa Mahkemesi tarafından yargılandığını ve kapatılma kararının direkten döndüğünü de unutmuş değiliz. Ama şu anda konjonktürün son derece müsait hale gelmiş olmasına rağmen adım atmakta hâlâ bu isteksizlik ya da cesaretsizlik neyin nesi, anlamak zor!

Laiklik kalesinin yılmaz bekçisi CHP’nin dahi süngüsünün düştüğü bir ortam söz konusu. Öyle ki, 28 Şubat alçaklığının ürünlerinden biri olan Kur’an eğitimi ile ilgili yaş sınırının kaldırılmasına dair kararnameyi CHP AYM’ye götürmeyeceğini açıklıyor. MİT yetkilileriyle PKK yöneticileri arasında uzunca bir süredir müzakere formunda görüşmeler yürütüldüğünün ortaya çıkmasının bile kamuoyunda büyük bir gürültü koparmadığı bir konjonktür mevcut. Böylesi bir vasatta temel insan haklarıyla ilgili atılacak adımların ciddi bir muhalefetle karşılaşmayacağını görmek ve atılması gereken adımları daha fazla geciktirmemek gerekir.

Geciktirmemek gerekir çünkü mağduriyet yaşanıyor, insanlar acı çekiyor. Genç kızlarımız, çocuklarımız yaşıtlarının güler yüzle karşılandıkları okul kapılarında vicdansız emir erlerinin insansızlığıyla yüz yüze geliyor, baskıya, hakarete, şantaja maruz kalıyorlar. Aileleriyle birlikte inançlarına, kimliklerine, onurlarına uygun bir tutum sergileme tercihleri nedeniyle dağ gibi bir yükü yükleniyorlar. Kimin ne hakkı var, bu çocuklara bu zulmü dayatmaya?

Gereken düzenlemeyi muhayyel anayasa değişikliğine endeksleyerek topu taca atmanın âlemi yok. Hükümet ve Bakanlık iki yoldan birini acilen tercih etmeli. İlkin mevzuatta (bilahare hizmet vermeyi de kapsayacak şekilde) başörtülü eğitim görmeyi engelleyen hükümleri kaldırmalı. Geçen yıl 12 Eylül tarihinde gerçekleştirilen referandumun neticesi olarak AYM ve Danıştay’ın eski kronik yasakçı tutumunun değiştiği görülmekte. Dolayısıyla bu yönde bir çabanın üst yargıdan veto yemesi ihtimali zayıf, dolayısıyla yasal düzlemde sorun çözülebilir.

Yok, yine de bu tür bir adım riskli görülüyorsa, en azından yasakçı tutum takınan yöneticilere ve tüm uygulayıcılara önceliğin insanların kılık kıyafetleri ile uğraşmak olmadığı, çocukların sudan sebeplerle eğitim hayatlarının aksatılmaması gerektiği net biçimde hatırlatılmalı.

Aslında 19 Eylül tarihinde okulların açılması dolayısıyla yaptığı bir açıklamada Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in bu tür bir mesaj verdiği de görülmekte. Saçları uzun olan erkek öğrencilerle ilgili olarak okul müdürlerine yaptığı ikazla bir anlamda yasakçılığı iş edinmişleri uyarmakta. Bakan’ın “Öğrencinin saçı ile kıyafeti ile değil, kişisel ve zihinsel gelişimi ile ilgilenelim.” şeklindeki sözlerini normal bir zihin yapısına sahip herkesin okullarda özgürlükçü bir tutum geliştirme uyarısı olarak anlaması gerekir. Ne var ki, bazı okul yöneticileri yasakçılığı o kadar içselleştirmişler ki, kulakları bu tür şeyleri duymuyor. Bu yüzden bu yasağın nasıl bir zulüm olduğunun farkında olması gereken Başbakan ve Bakan’ın çok daha açık ve dolaysız bir tavır ortaya koyması ehemmiyet arz ediyor.

Başörtüsü Yasağı: Sessiz ve Derinden

Bu zorbalığa dur denilmesi noktasında Hükümetin sorumluluğu çok açık. 28 Şubat sürecinde kesintisiz eğitime geçiş bahanesiyle imam hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmasıyla birlikte ilköğretimde yaşanmaya başlanan bu yasakçılık tam 14 yıldır kesintisiz sürmekte. Mevcut hükümet kadrolarının önemli bir kısmı kesintisiz eğitim dayatmasının icraya konulduğu süreçte ciddi tepkiler sergilediler, bu yapılanın zulüm olduğunu haykırdılar. Ama aradan geçen zaman içinde nasıl olduysa, kesintisiz eğitim uygulamasına yönelik itirazlarını unuttular ve uygulamayı aynen sürdürdüler.

Neden? Uygulamanın doğruluğunu mu fark ettiler, ikna mı oldular? Yoksa kanıksama hastalığına mı yakalandılar? Düne kadar bizzat kendi aile mensupları bu yasağın mağdurları olan ve sorunu birebir teneffüs eden bu siyasi kadrolar nasıl böylesine duyarsız hale geldiler?

Görünen o ki, başörtüsü yasağı konusunda dün gösterilen hassasiyetin bugün aynı yoğunlukta sürdürülmemesinde çeşitli sebepler rol oynamakta. Bazı siyasiler açısından başörtüsü eskisi kadar vazgeçilmez değil, nitekim eşleri için olmasa da bu kişilerin kızları, gelinleri arasında başörtüsüzlük göze çarpacak şekilde yaygınlaşmakta. Çocuklarının başörtülü biçimde okul hayatını sürdürmesi konusunda ısrarlı olanlar açısından ise dün üniversite bağlamında çıkış yolu olarak görülen “yurt dışı” seçeneğine benzer biçimde bugün de özel okullar vasıtasıyla başörtüsü yasağı aşılmakta. Ve böylece yasak adeta kendileri ve yakın çevreleri açısından görünmez hale gelmekte. Oysa bu yolun çok “dar” olduğu ve yüz binlerce, milyonlarca aile açısından takip edilmesinin mümkün olmadığı aşikâr.

Ortada akıl almaz bir manzara var. Türkiye devletinin kuruluş felsefesini ve Kemalist sistemin başından itibaren İslam’a ve Müslümanlara karşı izlediği düşmanlık siyasetini bir an için paranteze alın ve mevcut uygulamayı anlamlandırmaya çalışın! Mümkün değil! Neredeyse dünyanın hiçbir yerinde olmayan kendine özgü bir yasak bu! Hiç kimse örtünen kızların tutumunun dinî gerekçeleri olduğunu yadsımıyor. Bu ülke halkının büyük bir çoğunluğu örtünmenin İslami bir emir olduğunu biliyor ve buna böyle inanıyor. Gerek yapılan anketler gerekse de siyasi parti tercihleri göz önünde bulundurulduğunda halkın ekseriyetinin yasağa karşı olduğu biliniyor. Ve tüm bunlarla beraber bu vahşilik, bu zalimlik sürüp gidiyor.

Hiç kuşkusuz ortada aynı zamanda büyük bir zulüm var, ayıp var. Ve bu ayıp, bu günah öncelikle devleti yönetme iddiasındaki hükümet kadrolarının hanesine yazılması gerekmekle birlikte, tek suçlunun, sorumlunun siyasi kadrolar olmadığı da görülmek durumunda. Onları vurdumduymazlıkları dolayısıyla eleştirmeliyiz, çözüm üretmeye yönelik yeterli çaba sarf etmediklerinden ötürü kınamalıyız, zulme aracılık ettikleri durumlarda teşhir etmeliyiz, gerektiğinde hesap da sormalıyız ama eksikliklerimizi, zaaflarımızı da görmezden gelmemeliyiz.

Sessizlik Duvarının İçeriden Örülmüş Tuğlaları  

Kabul edelim ki, bu sıra dışı zorbalığın, bu firavunvari dayatmanın muhatabı olan İslami camia kesinlikle gerektiği biçimde tepki geliştirememiş, yüzde yüz mağdur ve yüzde yüz haklı olduğu bu konuyla ilgili talebini net biçimde haykıramamış, kitleselleştirememiştir. Karşılaştırma yapmak maksadıyla değil elbette ama mahallemize yansıyan zaafı net vurgulayabilmek için özür dileyerek şu manzara üzerinde düşünmeye çağırıyoruz. Homoseksüel, travesti vb. adlarla tanımlanan sapkın unsurların dahi başlı başına bir çirkinlik, azgınlık sayılması gereken talepleri etrafında kamuoyu oluşturma çabaları içerisinde göründükleri ve bunda maalesef belli ölçüde başarılı da olabildikleri bir ülkede yaşıyoruz. Ve böyle bir vasatta biz başörtüsü yasağı adı verilen inancımıza yönelik saldırganlığı, bu yok sayma tutumunu gündemleştirme, taleplerimizi kamuoyuna yansıtma ve zorbalık düzeninin sahiplerini ve icracılarını lanetleme konusunda yeterli bir çaba ortaya koyamıyoruz.

Ne yazık ki, yüz yüze olduğumuz bu büyük haksızlığa, İslami kimliğimize ve değerlerimize yöneltilmiş bu sistematik düşmanlığa karşı kendisini dindar olarak tanımlayan kitlelerin dahi dikkatini çekmeyi başarabilmiş değiliz. Bu yüzden bu mücadele hâlâ belli bir kesimle sınırlı kalmakta. Öyle ki, aslında tek bir vaka söz konusu olduğunda dahi kıyametin kopartılmasını hak eden bu uygulama, şimdiden Türkiye’nin dört bir yanında sayısız mağdur üretmiş olmasına rağmen yeterince tartışılmıyor, gündemleşmiyor, hatta görülmüyor!

Hiç şüphesiz Türkiye’de sadece resmi düzlemde değil, toplumsal zeminde de eğitim olayına adeta kutsamaya yakın bir tutumla yaklaşılması; zorunlu eğitimin kuşatıcılığı ve yaygınlığı gibi faktörler göz önünde bulundurulduğunda ilköğretimde başörtülü okuma mücadelesi vermenin zorlukları görülmek durumunda. Üstelik bu mücadelenin fiilî yürütücülerini düşündüğümüzde, pek çok yerde küçük yaşta öğrenciler üzerine çok ağır bir yük yükleme durumunun ortaya çıktığı anlaşılıyor. Bu itibarla imkânı olan kimi ailelerin bireysel çözümlere yönelerek çocuklarının sıkıntı ile karşılaşmayacakları özel okulları tercih etmeleri ya da doktor raporu ve benzeri formüller üretmeleri anlaşılabilir şeyler. Öte yandan pek çok aileninse çocuklarının çok ağır bir yükü sırtlanmak durumunda kalacakları endişesiyle okul içinde başörtüsüz olmalarını kabullenme eğilimi içerisine girdikleri ve bu tutumlarını henüz çocuklarının tesettür emriyle mükellef sayılmayabilecekleri şeklindeki yorumlarla destekledikleri de biliniyor.

Tüm bunlar tartışılabilir, anlaşılabilir tutumlar. Bilhassa kolektif bir irade ortaya koyup, topyekûn bir mücadele içerisine girilmediğinde, Müslümanlar olarak güç birliği içinde haklarımıza sahip çıkma ve sorumluluklarımızı yüklenme tavrı geliştiremediğimizde bireysel çözüm ya da fetva arayışlarının yaygınlaşmasından şikâyet etmeye pek hakkımız olmasa gerek!

Çocuklarımızı, Geleceğimizi ve Kimliğimizi Zorbaların Ya da Boş Vermişlerin İnsafına Terk Edemeyiz!

Karşı karşıya kaldığımız şey basit bir ihlal, sıradan bir hukuksuzluk değil. Çocuklarımızı ve çocuklarımız üzerinden geleceğimizi baskı altına almaya, sindirmeye yönelik sistemli bir saldırganlıkla yüz yüzeyiz. Birileri acımasızca, edepsizce kimliğimizi ve onurumuzu tahkire yönelirken, bir yandan da sorumluluk konumunda bulunanların vurdumduymazlıkları ile kuşatılıyor, camiamızın yetersiz tepkileri ve duyarsızlığıyla da pasifize ediliyoruz. Bundan dolayı, bu vahşi zulmü gündemleştirmeye çalışan, yasakçıları geriletmek için mücadele edenlerin sesi kısık çıkmakta.

Oysa en azından sesimizin gür çıkması için çabalarımızı artırmalıyız. Sesimiz gürleşir, tepkilerimiz yaygınlaşır ve süreklilik kazanırsa, öncelikle bu büyük sorunu, bu acımasız zulmü unutmaya, görmezden gelmeye, kanıksamaya başlayanlara tutumlarının yanlışlığını, kabul edilemezliğini hatırlatmak mümkün olacaktır. Sonrasında ise zaten bir hayli aşınmış, incelmiş yasak duvarlarını yıkıp geçmek zor olmayacaktır inşallah!  

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR