1. YAZARLAR

  2. Muhammed Abduh

  3. Keşşaf Tefsiri’nin Çevirisinden Örnekler

Keşşaf Tefsiri’nin Çevirisinden Örnekler

Mart 2015A+A-

Mahmud b. Omer ez-Zemahşeri (H. 467-538) tarafından Hicri 526 (M. 1131) senesinde yazılmaya başlayan ve iki yıl içinde bitirilen Keşşaf Tefsiri, Kur’an’ın icazını, taşıdığı edebi üstünlüğü ve erişilmez nazım güzelliğini ortaya koymuş, el-Meânive’l-Beyân ilimlerinde kendinden sonra gelen yazarların temel kaynaklarından birisi olmuştur.

Dirayet ekolüne bağlı olarak yazılan bu tefsirde müşkil ayetlerin te’vili ve nüzul sebepleri üzerinde durulurken hadislerden ve sahabe sözlerinden de yararlanılmış; zayıf rivayetler, kıraat farklılıkları ve nesh ile ilgili konular etraflıca işlenmiş; müteşabih ayetler muhkem ayetlerle açıklanmaya çalışılmıştır. Amelde Hanefi, kelami konularda Mutezili eğilimli olan Keşşaf’ın bu çalışmasının Kur’an araştırması ve tetkiklerine yönelen Türkçe okuyucuya önemli katkısının olacağı düşüncesindeyiz. Çevirisi sekiz cilt tutacak ve her iki ayda bir cilt yayınlanmaya çalışılacak bu tefsir hakkında, okuyucuda bir kanaat oluşturması amacıyla, bazı ayetlerin tefsirini alıntıladık. [Haksöz]

***

Kıblenin Değişimi ve Şahidlik/Şehidlik

2/142

سَيَقُولُ السُّفَهَٓاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّت۪ي كَانُوا عَلَيْهَاۜ قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُۜ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ

اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ

2/143

 وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ

عَلَيْهَٓا اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِۜ وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً اِلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ وَمَا كَانَ

 اللّٰهُ لِيُض۪يعَ ا۪يمَانَكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ

“Bir takım beyinsiz insanlar: ‘Onları daha önceki kıblelerinden çeviren nedir?’ diyecekler. De ki: Doğu da Allah'ındır, batı da. O dilediğini doğru yola yöneltir.” (Bakara, 2/142)

Böylece biz sizi, insanlara şüheda (örnek) olmanız için orta bir ümmet kıldık; Resul de üzerinizde bir şehid olsun. Senin üzerinde bulunduğun (yönü, Kâbe’yi) kıble yapmamız, elçiye uyanları, topukları üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırdetmek içindir. Doğrusu (bu,) Allah'ın hidayete ilettiklerinin dışında kalanlar için büyük (bir yük)tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir.” (2/143)

142- “سَيَقُولُ السُّفَهَٓاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّت۪ي كَانُوا عَلَيْهَا” “Bir takım beyinsiz insanlar: “Onları daha önceki kıblelerinden – Ki önceki kıbleleri Beytu’l-Makdis idi, bu kıbleden- çeviren-döndüren- nedir?” diyecekler.” Bu ayette geçen, “السُّفَهَٓاءُ” kelimesi “Beyinsiz takımı, sıradan basit kimseler, aklı hafif olanlar” demektir. Bunlar da elbetteYahudilerdir. Çünkü Yahudiler kıble olarak Kâbe’ye yönelmekten hoşlanmamışlar, bundan ötürü huzursuz olmuşlardı. Zaten Yahudiler, nesh olayını kabul etmezler.

Bir başka yoruma göre burada söz konusukimseler münafıklardır. Çünkü münafıklar birilerine dil uzatma, laf atma ve insanlarla alay edip eğlenme gibi ahlaki olmayan bir hırs içinde olan kimselerdir. Gerçi ayette geçen kimselerin müşrikler olabileceği de söylenmiştir. Zira müşrikler, Resulullah (s) için: “O, atalarının dinini terk etmişti de, sonradan yeniden onların dinine, kıblesine yöneldi. Allah’a yemin olsun ki, o, yakın bir gelecekte yeniden atalarının dinine dönecektir” diyorlardı.

Denilir ise: Henüz gerçekleşmemiş ve ileride olabilecekbir şeyi önceden haber vermenin ne gibi bir yararı olabilir?

Deriz ki: Bunun şöyle bir yararı vardır: Eğer bir şeyi, birdenbire ortaya çıkarırsan, bu, o toplum üzerinde bir şok etkisi yapabilir ve bu, toplum için çok ağır gelebilir. Oysa olay gerçekleşmeden önce, onun hakkında bilgi sahibi olunması, meydana geldiğinde oluşabilecek huzursuzluktan çok daha az bir rahatsızlıkla geçiştirilmesini sağlar. Çünkü önceden böyle bir olayın gerçekleşeceğinden haberdar olanlar, artık psikolojik olarak kendilerini ona hazırbulurlar. Kaldı ki, bir şeye ihtiyaç duyulmadan önce o şey konusunda cevap verilmesi, hasmın saldırganlığını azaltır ve huzursuzluğunu da fazlasıyla önler. “Ok atılmazdan önce, yay kurulur” sözü unutulmamalıdır. Gelecek olan soruya bugünden cevabı hazır olarak verilmelidir.

قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُۜ” “De ki: “Doğu da Allah'ındır, batı da.” Yani tüm doğu beldeleri olsun, batı beldeleri olsun yeryüzünün hepsiAllah’a aittir, hepsiO’nundur. O, bunda dilediği gibi tasarruf eder. “يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ” “O –bu beldelerde olanlardan dileyenlerden- dilemeleri halinde onları doğru yola yöneltir.” Elbette bu da, hikmetinin ve maslahatının bir gereği ve icabı olarak meydana gelecektir. Çünkü Yüce Allah, onları kimi zaman Beytu’l-Makdis’e yöneltir ve kimi zaman da Kâbe’ye yöneltir.

143- “وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ” “Böylece –şaşkınlık ve hayret uyandıran bu fiilimiz gibi- biz sizi, insanlara şüheda (örnek) olmanız için orta –hayırlı- bir ümmet kıldık;” Burada yer alan ve “Orta” anlamına gelen “Vasat” kelimesi, ismin sıfatı konumunda olup, bu da “Bir şeyin ortası, normali” demektir. İşte bu nedenle, “أُمَّةً” kelimesinin tekili de, çoğulu da, erili de, dişili de eşittir, ikisi arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır. Nitekim Resulullah’ın (s) şu hadisi de buna güzel bir örnek oluşturmaktadır. Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: “أنْطواالثّبجة” “Zekât olarak uygun olanını, orta durumda bulunanını verin.”Resulullah, burada şunu demek istiyor, kendilerinden zekât alacağınız kimselerin mallarından ne en iyilerini ve ne de en işe yaramazlarını alın, onlardan orta durumda olanlarını zekât olarak alın. Bu nedenle, zekât olarak alınacak hayvanı, “Sebec” diye nitelemiştir ki, bununla orta durumda olanını kasdetmiştir. Hadiste de, “الثّبجة” kelimesinin müenneslik işareti olan “Te” harfiyle getirilmesi, vasfın/sıfat olmanın hakkına riayet içindir. Çünkü semiz ile zayıfın ortası, “Sebec” kelimesiyle nitelenmiştir. Bir yoruma göre de, hayırlı olanlar için “Vasat/orta” kelimesi kullanılmıştır. Çünkü uç noktalarda ve uç organlarda zedelenme çok daha hızlı olur, gözler daha çabuk şaşılaşabilir. Oysa orta halli olan ifadesiyle, bu tür aşırılıklardan ve problemlerden kaçınılmış olunur. Nitekim Şair Tai şöyle diyor:

كانتْهى الوسطَ المحمىَّ فاكتنفت

 بها الحوادث حتى اصبحت طرفا

“Korungan orta bir noktada iken

olaylar onu uçlara itti”

Mekke’de hacc için bir bedevinin devesini kiraladım. Bunun üzerine bedevi bana şöyle dedi: “اعطنى من سِطاتِهِنَّه” “Sakın bana kalb/geçmez para vermeyesin, orta hallisinden veresin.” Çünkü bedevi, kendisine kira karşılığı verilecek olan dinarın/paranın geçer akçe olmasını söylüyor, aldatılmamasını dile getiriyor. Zira “vasat” demek, uç noktalarda olmamak, adil davranmak, birilerine yakın olurken, diğerine uzak durmamak demektir.

لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِİnsanlara şüheda (örnek) olmanız için” ifadesindeki şehidlik konusuna gelince, rivayete göreYüce Allah, gerçeği en iyi bilen olduğu halde Resullerinden, tebliği yaptıklarına dair, inkârcılardan da tebliğ yapılmadığına dair beyyine, delil ve kanıt isteyecektir. İşte bu durum karşısında, Muhammed’in(s) ümmeti getirilecek ve onlar bu olaya şahitlik edeceklerdir. Bu olay karşısında ümmetler, “Siz nerden biliyorsunuz?” diye itiraz edeceklerdir. Muhammed’in(s) ümmeti de biz bunu: “Yüce Allah’ın konuşan Kitabında, doğru ve dürüst olan Resulünün dilinden bize haber vermesiyle öğrenmiştik” diyeceklerdir. Bunun üzerine Resul huzura getirilir, ona ümmetinin hali sorulur. O da ümmetini tezkiye eder, onların adil olduklarına şahitlik yapar.”1 İşte: “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve onların üzerine seni şahit olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak?2 mealindeki bu ayet, bu gerçeği dile getiriyor.

Denilir ise: Size tanık olarak” diyemez miydi? Çünkü Rasulullah’ın şehitliği onların lehine olacaktır, aleyhlerine değil, buna ne diyeceksin?

Deriz ki: Tanık olan bir kimse, hakkında tanıklık ettiği kimseyi tıpkı gözeten, murakabe altında tutan gibidir. Bu nedenle cümlede isti’la yani عَلَى kelimesi kullanılmıştır. Nitekim Yüce Allah’ın “وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ۟Allah, her şeye şahit olandır.”3 kavli de böyledir. Yine Rabbimizin şu ayeti de bu gerçeği dile getiriyor: “كُنْتَ اَنْتَ الرَّق۪يبَ عَلَيْهِمْۜ وَاَنْتَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌÜzerindeki gözetleyici sendin. Sen her şeyin üzerine şahit olansın.4 Yani diyor ki, bu ayette önce tahsis ile “الرَّق۪يبَ” vasfını zikretmiş, ayetin sonunda ise ikinci olarak genel manasıyla“شَه۪يدٌ” vasfına yer vermiştir.

Bir yoruma göre de, “Dünyada, uygun olmayan fiilleri sebebiyle insanlar üzerinde şahit olmanız için. Bu da ancak verdiği haberlerde adil olanın şahitliğiyle mümkündür.” Anlamını taşımaktadır.

وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ“Resul de üzerinizde bir şehid olsun.” Sizi tezkiye edip temize çıkarsın ve adil olduğunuzu size bildirsin diye onu da üzerinizde şahid kıldık.

Denilir ise: Ne diye şehidlik olayının sılası/ilgi cümleciği ilkinde sonradan geldi de sonuncusunda öne alındı?

Deriz ki: Çünküilkinde hedeflenen şey, onların diğer ümmetler üzerinde şahitlik etmeleridir. Diğerinde ise, Rasulullah’ın şahidliğinin/şehidliğin sadece ümmeti üzerinde ve ümmeti için gerçekleşmesi durumu söz konusudur.

Yani burada وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًاۜ” “Resul de üzerinizde bir şehid olsun” kavlinden önce, شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ” “insanlara şüheda” kavline yer verildi. Birincisinde, “النَّاسِعَلَى” kavli, “شُهَدَٓاءَ” kelimesinden sonra geldiği halde, ikincisinde ise “عَلَيْكُمْ” kavli, “شَه۪يدًا” kelimesinden önce gelmiştir.

وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓاSenin üzerinde bulunduğun (yönü, Kâbe’yi) kıble yapmamız,” Burada geçen, “الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا” kavli, kıble kelimesinin sıfatı değildir. Ancak bu, “جَعَل” fiilinin ikinci mefulüdür. Bu itibarla burada istenen şey, “Senin kıble olarak üzerinde bulunduğun şeyi/tarafı kıble kılacağımız yer Kâbe’dir. Çünkü Resulullah (s), Mekke’de iken Kâbe’yi kıble edinerek namaz kılardı. Hicret olayından sonra ise, Beyt-i Makdis’e doğru namaza durup o cihete doğru namaz kılması emredildi. Ki böylece Medine’de ehli Yahudilerinin kendisine meyli sağlasın istenmiştir. Daha sonra kıble, Mekke’de bulunan Kâbe’ye doğru çevrildi. Burada denilmek istenen şey şudur:

İlk önceleri Mekke’de bulunuyorken yönelip namaza durduğun Kâbe’yi, kıble olarak yönelmen için gerekli ve farz kılmamızın sebebi, yani bizim seni oraya çevirmemiz sadece insanları denemek ve imtihan etmektir yani böylece: “اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلٰى عَقِبَيْهِ” “Elçiye uyanları, topukları üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırt etmek içindir.” İslam Dini üzerinde kimler samimi olarak sebat edip kalacaklar, kimler de gerisin geri topukları üzerinde dönüp eskiye yönelecekler, bütün bunlar bilinsin diyedir. Kimler bundan böyle rahatsızlık gösterip irtidat edecekler, anlaşılsın diyedir. Bu, aşağıdaki ayette geçen ifadeye benzer bir anlatım gibidir: “وَمَا جَعَلْنَا عِدَّتَهُمْ اِلَّا فِتْنَةً لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا” “Ve onların sayısını inkâr edenler için yalnızca bir fitne yaptık.

Yine deniliyor ki: “Ayette yer aldığı gibi, bu durum, Beytu’l-Makdis’in Resulullah(s) için kıble yapılmasındaki hikmetin açıklanması içindir. Yani burada demek istenen şey, aslında biz, senin işinin esası olarak Kâbe’yi sana kıble etmişizdir. Oysa senin Beytu’l-Makdis’e doğru namaz kılma işin, arızi bir şeydir ve bir amaca yönelik içindir. Yoksa sürekli kıble olsun diye değildir. Senin şu ana kadar yöneldiğin kıbleyi -ki bu, Beytu’l-Makdis’tir- kıble kılışımız, asli değildir, geçici bir süreye hastır. Böylece insanları deneyelim ve bunların içinden Rasule kimler tabi oluyor ve kimler olmuyor, ondan nefret edip kaçıyor, bunu görelim istedik.”

İbn Abbas’tan (r) rivayete göre: “Rasulullah’ın (s), Mekke’de iken de, kıblesi, Beytu’l-Makdis idi. Ancak Rasulullah, Beytu’l-Makdis ile arasına Kâbe’yi de yerleştirirdi” diye söylemiştir.6

Denilir ise: Nasıl oluyor da Yüce Allah, “لِنَعْلَمَ” “Bilelim, öğrenelim” diye bir ifadeye yer veriyor. Bildiğin gibi Allah, ezelden beri hep alimdir, bilendir, ne diyeceksin?

Deriz ki: Bunun manası: “Ceza ve ödüle taalluk eden şeyleri ilim ve bilgi olarak bilelim diyedir. Bu da, Allah’ın ona, var olup böylece meydana gelmiş olanı öğretmesidir. Bu tıpkı şu ayette geçen ifade gibidir: “Yoksa siz, Allah, içinizden cihat edenleri belirtip-ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?7

Bir yoruma göre de Rasulullah ile mü’minler bilsinler anlamındadır. Ancak Yüce Allah’ın, onların bilgisini, ilmini zatına isnad etmesi, o kimselerin kendisinin has kulları ve katında kendisine en yakın olanları olması hasebiyledir. Bir başka yoruma göre ise, Rasule uyan ile uymayan ayırt edilsin diyedir. Bu, tıpkı Rabbimizin şu buyruğuna benzer: “Bu, Allah’ın murdar olanı, temizden ayırt etmesi içindir.8

Bu durumda ilmi/bilgiyi temyiz/ayırt etme konumunda değerlendirmiştir. Çünkü temyiz ve ayırt etme sadece ilim sayesinde mümkün olabilir.

وإِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةً إلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ” “Doğrusu (bu,) Allah'ın hidayete ilettiklerinin dışında kalanlar için büyük (bir yük)tür.” Burada yer alan “إنْ” harfi, şeddeli olan “إنَّ” harfinin hafifletilmiş, şeddesiz halidir. Harf olduğundan, bundan sonra gelen kelimenin başına, farika lamı denilen bir lam harfinin gelir. Burada da bunu görmekteyiz. Çünkü “لَكَب۪يرَةً” kelimesinin başında bu “Lam” harfini görmekteyiz. “كَانَتْ” kelimesindeki zamir, “وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّت۪ي كُنْتَ عَلَيْهَٓا” kavlindeki zamirin delalet ettiği şeylerdir. Burada ya riddet, dinden dönme vardır, ya kıblenin eski yerine döndürülmesi yer almaktadır ya da Kâbe’nin kıble olmasıdır. Gerçi zamirin kıbleye raci olması da mümkündür. لَكَب۪يرَةً” kelimesi, “Ağır gelir, büyük bir yüktür, zor gelir” demektir. Yani ayette anlatılanlar, doğrusu büyük bir yüktür. Bu sadece: “إلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ” “Doğrusu (bu,) Allah'ın hidayete ilettiklerinin dışındakiler için büyük bir yük ve vebaldir.” Resulullah’a samimi ve dürüst bir şekilde tabi olup sebat edenler için bir yük değildir. Çünkü bunlar, Allah’ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimselerdir. Zaten Allah’ın lütfuna ehil olanlar da bunlardır.

وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُض۪يعَ إيمَانَكُمْۜ” “Allah, imanınızı –imanda sebat etmenizi- boşa çıkaracak değildir.” Çünkü siz sapmadınız, şüpheye düşmediniz. Aksine, bu, Allah’ın sizin yaptığınıza karşı, bir ikramdır. Çünkü Allah, sizin için büyük bir ödül hazırlamıştır.

Bu ayetle şu da murat olunabilir: “Allah, sizin kıble yönüne dönmeniz sebebiyle, önceden işlediğiniz amellerinizi boşa çıkaracak, terk edecek değildir. Çünkü Allah, ilmiyle; sizin bu halinizin bir bozgunculuk olmadığını, imanınızı boşa çıkarmayacağını biliyor. Çünkü asıl terk, yeni kıbleyi dikkate almadan eski hali sürdürenler açısından bir bozgunculuk ve imanın zayi oluşu gerçeğidir.”

Öte taraftan kimileri de, kıble tahvilinden, değiştirilmeden önce, Beytu’l-Makdis’e doğru kılınan namazlar boşa gitmiştir, diye söylentiler çıkarmıştı.

İbn Abbas’tan (r) rivayete göre, Rasulullah (s), Kâbe’ye döndürüldüğünde, şöyle demeye başladılar: “Kıblenin Mekke’ye doğru tahvilinden önce ibadetlerini Kudüs’e, Beyt-i Makdis’e doğru yapan kardeşlerimizin durumu nasıl olacak?” diye bir endişeye kapılanlar olmuştu. İşte bu ayet bu sebepten ötürü inmiştir.

إنَّ اللّٰهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ” “Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir.” Allah, onların ecirlerini zayi edici değildir. Onların ıslahına yarayacak şeyleri de terk edecek değildir.

Haccac’tan hikâye edildiğine göre, Hasan(r): “Ebu Turab hakkındaki görüşün nedir?”9 diye sorar. Hasan(r) da ona: “إلَّا عَلَى الَّذ۪ينَ هَدَى اللّٰهُۜ” ayetini okur. Sonra da: “İşte Ali de, bu hidayette kılınanlardandır” der. Ali(r), Rasulullah’ın (s), hem amca oğludurhem de damadıdır. İnsanlar içinden Rasulullah’a en yakın olanı ve onun tarafından en çok sevileniydi.

Ayette geçen, “إلَّا لِنَعْلَمَ” kavli, meçhul olarak, “إلاَّلِيُعْلَمَ” diye de okunmuştur. Marifet de ilimden gelir, ondan kaynaklanır. Ayette yer alan, “مَنْ” harfinin, ilim ile bağlantısı hasebiyle soru edatı manasını içermesi de caiz olabilir. Örneğin: “علمت ازيدٌ فى الدار ام عمرو”“Evdekinin Zeyd mi yoksa Amr mı olduğunu öğrendim” gibi

İbnEbi İshak, “عَلٰى عَقِبَيْهِۜ” kavlindeki “Kaf” harfini, sükûn hareke ile “عَلَى عَقْبَيْهِ” diye okumuştur. El-Yezidi ise “لَكَب۪يرَةً” kelimesini merfu olarak “لَكَبِيرَةٌ” diye okumuştur. Bunun sebebi de burada bulunan, “كَانَ” fiilinin mezid kabul edilmesi görüşüdür. Bu da Şairin şu dizesine benzer bir anlatımdır: “وَجِيرانٍ لَنَا كَانُواكِرَامٍ” Bizim, öyle komşularımız vardı ki saygındılar.” Bu, aslında: “لَكَب۪يرَةًوَإنْ هِىَ” demektir. Bu ise: “وَاِنْ كَانَتْ لَكَب۪يرَةًإنَّ زَيْدٌلَمُنْطَلِقٌ ثَمَّ” ifadesi gibidir. “لِيُض۪يعَ” kelimesi de, şeddeli olarak, “لِيُضَيِّعَ” olarak okumuştur.

Âyetleriİnkâr ve Tahfif Edenlere Tavır

4/140

وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ أَنْ إِذَا سَمِعْتُمْ آيَاتِ اللّهِ يُكَفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَأُ بِهَا فَلاَ تَقْعُدُواْ مَعَهُمْ حَتَّى يَخُوضُواْ فِي

 حَدِيثٍ غَيْرِهِ إِنَّكُمْ إِذًا مِّثْلُهُمْ إِنَّ اللّهَ جَامِعُ الْمُنَافِقِينَ وَالْكَافِرِينَ فِي جَهَنَّمَ جَمِيعًا

Allah, kitapta şunu da indirmiştir: Allah'ın ayetlerinin inkâr/ küfredildiği ve ayetlerle eğlenildiğini işittiğiniz zaman bir başka konuya geçene kadar onlarla oturmayın. Eğer oturursanız siz de onlar gibi olursunuz. Allah, bütün münafıkları ve kâfirleri cehennemde toplayacaktır.” (Nisa, 4/140)

وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ أَنْ إِذَا سَمِعْتُمْ آيَاتِ اللّهِ يُكَفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَأُ بِهَا فَلاَ تَقْعُدُواْ مَعَهُمْ حَتَّى يَخُوضُواْ فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ إِنَّكُمْ إِذًا مِّثْلُهُمْ”“Allah, kitapta şunu da indirmiştir: Allah'ın ayetlerinin inkâr/ küfredildiği ve ayetlerle eğlenildiğini işittiğiniz zaman bir başka konuya geçene kadar onlarla oturmayın. Eğer oturursanız siz de onlar gibi olursunuz.

Burada yer alan “أَنْ إِذَا سَمِعْتُمْ” kavlindeki “أَنْ” harfi, sakileden yani şeddeli halden, tahfif edilmiş, şeddesiz duruma getirilmiştir. Manası da“işittiğiniz zaman” demek olup yani: “durum şu halde iken” anlamındadır. Durum ve vaziyet cümlenin şart ve cevabıyla ifade ettiği anlam çevresinde” demektir. Buna göre “أَنْ” harfi ve ona bağlı olanlar irap bakımından “نُزِّلَ”“nuzzile” meçhul fiiliyle raf’ mahallindedir. Ya da “نَزَّلَ” “nezzele” malum fiiliyle nasb mahallinde gelmiştir. Bunun Nasb halinde gelmesi, sözkonusu kelimeyi malum fiil olarak okuyanlar açısındandır. Kitapta belirtildiği gibi kendilerine indirilenleri inkâr edenler, Mekke müşrik toplumudur. Ki hicret öncesinde orada bulunanlar hakkında şu mealdeki ayet indirilmişti:

6/68

وَإِذَا رَأَيْتَ الَّذِينَ يَخُوضُونَ فِي ءَايَاتِنَا فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتَّى يَخُوضُوا فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ وَإِمَّا يُنْسِيَنَّكَ الشَّيْطَانُ

 فَلَا تَقْعُدْ بَعْدَ الذِّكْرَى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşanları gördüğün zaman Kur’an’dan başka bir söze dalana kadar onlardan yüz çevir.”(En’am, 6/68)

Çünkü müşrikler o dönemde, Müslümanlarla bir arada oturduklarında Kur’an hakkında ileri-geri laflar ediyorlardı ve Kur’an ile alay ediyorlardı. İşte bu yüzden Müslümanların müşrikler bir arada oturmaları yasaklanmıştı. Bu yasaklama, müşrikler o tavırlarını sürdürdükleri sürece devam ederdi. Nitekim Medine’de Yahudi bilginleri de bu şekilde hareket ediyor, müşriklerin Mekke’de Müslümanlarla ve onların kitabıyla alay ettikleri gibi Yahudi bilginleri de Medine’de aynı şekilde Müslümanlarla ve Kur’an ile alay edip eğleniyorlardı. Bu sebepten ötürü nasıl ki Mekke’de Müslümanların müşriklerle bir arada oturmaları yasaklanmışsa, Medine’de de bunlarla bir arada böyle bir durumda oturmaları yasaklanmıştır. Yahudi bilginlerinden oturup da Kur’an hakkında ileri-geri konuşanlar ve onlara katılanlar münafıklardı. Bu açıdan Yahudi bilginleriyle birlikte oturup kalkanlara: “Siz de bu halinizle küfürde onlarla beraber olursunuz” deniliyordu. “إِنَّ اللّهَ جَامِعُ الْمُنَافِقِينَ وَالْكَافِرِينَ فِي جَهَنَّمَ جَمِيعًا” “Şüphesiz Allah, bütün münafıkları ve kâfirleri cehennemde toplayacaktır.” Yani oturanları da onlarla birlikte o oturuma katılanları da Allah, cehennemde toplayacaktır.

Denilir ise: Ayette geçen (فَلاَ تَقْعُدُواْ مَعَهُمْ) kavlindeki zamir kimlere racidir?

Deriz ki: Yine bu ayette yer alan: (يُكَفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَأُ بِهَا) (Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiği ve ayetlerle eğlenildiği) kavlinin mana olarak içerdiği herkese racidir. Sanki burada: ‘Kur’an’ı inkâr eden ve onunla alay edenler kim olursa olsun, onlarla hiçbir zaman bir araya gelmeyin.’ deniliyor gibidir.

Denilir ise: Onlar Kur’an hakkında ileri-geri konuştukları sırada onlarla beraber oturanlar ne diye onlar gibi olsunlar ki?

Deriz ki: Onlarla beraber oturan Müslümanlar, eğer olaya müdahale etmezlerse, tavır sergilemezlerse, bu demektir ki, onlar da yapılan bu alaylı konuşmalardan hoşnut kalıyorlar. Oysa küfre rıza göstermek, küfür karşısında sessiz kalmak küfürdür.

Denilir ise: Mekke’de iken müşriklerle birlikte oturup onların Kur’an aleyhindeki konuşmalarını dinlediklerin de, müşriklerin yaptıklarına ses çıkarmadıklarında, onlar da münafık konumuna düşmüyorlar mı?

Derim ki: Mekke’deki Müslümanların müdahalede bulunamamaları, onların zayıf ve güçsüz olmaları sebebiyle idi. Onlar karşısında aciz olduklarından bir şey yapamıyorlardı. Oysa Medine’de olanlar, güçleri olduğu, aciz olmadıkları halde karşı koymuyorlar, tavır sergilemiyorlardı. Bunların tepki göstermemeleri, yapılanlardan hoşnut oldukları anlamı çıkar, başka değil.

Adanmışlık

6/162

قُلْ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

De ki: Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am, 6/162)

قُلْ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي” “De ki: Benim namazım, ibadetlerim,” Allah’a yaklaşma anlamında olan her şeyim, kurban kesmem, namaz ile kurban arasında yaptığım, yapacağım her manadaki kulluk ve ibadetlerim, aslında bu ibare aynen “فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ” “Öyleyse sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.10 ayeti gibidir. Bir yoruma göre de manası: “Namazım ve hac ibadetleriyle ilgili tüm menasikim, ibadetlerim” demektir. “وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي” “hayatım ve ölümüm”, hayatta iken yaptıklarım, iman üzere ölmem halinde böylece sunmuş olduğum iman ve salih amelim “لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ” İhlâs ve samimiyetle sadece “âlemlerin Rabbi olan Allah içindir” asla başkası için değil.

Oysa siz, (Uhud'da) ölümle karşılaşmadan önce (Allah yolunda) ölmeyi arzuladınız. İşte şimdi onu gözlerinizle gördünüz.”(Âl-i İmran, 3/143)

وَلَقَدْ كُنْتُمْ تَمَنَّوْنَ الْمَوْتَ مِنْ قَبْلِ اَنْ تَلْقَوْهُ” “Oysa siz, (Uhud'da) ölümle karşılaşmadan önce (Allah yolunda) ölmeyi arzuladınız.”Bu ayete muhatap olanlar, Bedir savaşına katılmayıp da, Resulullah (s) ile birlikte bir savaşa katılıp, Bedir savaşına katılıp da şehit düşenler gibi şehit düşme arzusunda olanlardır. İşte bunlar, Resulullah’a, “müşriklerden oluşan düşmanları, Medine dışında karşılayalım” diye çok ısrarcı olan kimselerdi. Oysa Hz. Muhammed, Medine içinde kalmak suretiyle düşmanla savaşı bu şekilde sürdürme arzusundaydı. Yani ayette deniliyor ki; “sizler ölüm alanını görmeden, savaş meydanına çıkmadan, oradaki şiddetin ne oradan bir şiddet olduğunu görmeden, orada çekilecek ve karşılaşılacak sıkıntı ve güçlükleri yaşamadan ölümü arzulayan kimselerdiniz.

فَقَدْ رَاَيْتُمُوهُ وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ” “İşte şimdi onu gözlerinizle gördünüz.” Yani işte şu anda her şey gözleriniz önünde cereyan edip durduğu halde, kardeşlerinizin gözleriniz önünde şehit düştüklerini, akrabanızın ölüm uçurumunun kenarına geldiğini, ölümle yüz yüze olduklarını görüp yaşadınız, demek isteniyor.

Aslında bu, ölümü temenni etmeleri sebebiyle onları bir bakıma uyarma ve yermeyi içeren bir anlatımdır. Bir de Allah Resulü, buna rıza göstermediği halde ısrarları yüzünden Medine dışına çıkmasına sebep olmalarından ötürü de, onlar için bir uyarı ve ihtar içermektedir. Zira Resulullah’ı (s), dinlememekle sonuçta hezimete uğramışlar ve bu sırada Resulullah’ın yanında, onu savunmak için sebat edip kalanlar ise, oldukça az sayıda olan kimselerdi. Çoğunluk panik sonucunda kaçmaya ve dağılmaya başlamıştı.

Denilir ise: Nasıl oluyor da, Müslümanlar bu manada bir şehadet temennisinde bulunurlar? Çünkü böyle bir temenni içinde, kâfirlerin Müslümanlara galebe çalmaları, üstün gelmeleri manası yatmaktadır.

Derim ki: Şehit olmayı arzulayanları amacı, böylesine önemli bir şerefe ermektir, yoksa amaçları sadece ölüp gitmek değildir. Hedefleri ve niyetleri bu olduğundan mana bir başka yöne çekilemez. Örneğin hasta bir Müslüman düşünün, bu adam gayri Müslim bir doktora gidip muayene oluyor, doktor da ona bir ilaç veriyor. Hasta gayri Müslim doktor tarafından verilen ilacı alıp kullanırken, amacı o ilaç sebebiyle şifaya ermektir. O, bunu yaparken, hiçbir zaman bu davranışıyla gayri Müslim olan doktora, bir menfaat ve çıkar amacını gütmeyeceği gibi, bunu aklından bile geçirmez. Amacı Allah düşmanı olan bu gayri Müslim doktora bir ihsanda bulunmak değildir, sadece sanatını icra etmesi sebebiyle, ona ücretini vermekle yetinmiştir.

Allah ve Resulüyle Harp Edenlerin Cezası

65/33

نَّمَا جَزٰٓؤُا الَّذ۪ينَ يُحَارِبُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الْاَرْضِ فَسَادًا اَنْ يُقَتَّلُٓوا اَوْ يُصَلَّبُٓوا اَوْ تُقَطَّعَ اَيْد۪يهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ اَوْ يُنْفَوْا مِنَ الْاَرْضِۜ ذٰلِكَ لَهُمْ خِزْيٌ فِي الدُّنْيَا وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۙ

Allah ve Resulüyle harp edenlerin ve yeryüzünde bozgunculuğa gayret edenlerin cezası; öldürülmek, asılmak, çaprazlama el ve ayaklarının kesilmesi ya da yerlerinden sürgün edilmektir. Bu, onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette daha büyük bir azap vardır.” (Maide, 5/33)

اِنَّمَا جَزٰٓؤُا الَّذ۪ينَ يُحَارِبُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الْاَرْضِ فَسَادًا” “Allah ve Resulüyle harp edenlerin ve yeryüzünde bozgunculuğa gayret edenlerin cezası;” Evet, Allah’ın Resulüne karşı savaşıyorlar. Nitekim Müslümanlara karşı savaşmak da, Resulullah’a karşı savaşma hükmündedir.

Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, orada ifsada yol açacak işler yapmaktır. Ya da onların yeryüzünde gayret göstermelerinin, koşuşturmalarının amacı fesada götüren bir yol içinse, bu takdirde o da “yeryüzünde fesat çıkarıyorlar, yeryüzünü ifsat ediyorlar” hükmündedir, demektir.

Ayetteki “فَسَادًا” kelimesi mana açısından mansub kılınmıştır, gerçi bunun aynı zamanda mefulü leh olması da caiz olabilir. Bu durumda mana: “Fesat çıkarmak için, düzeni sarsmak için, bozgunculuk için” tarzında olur.

Ayet, Hilal b. Uveymir’in kavmi hakkında nazil olmuştur. Bu zat ile Resulullah (s) arasında bir sözleşme vardı. Bir kavim, bunların bulundukları yol üzerinden Resulullah’a gitmek istiyorlardı. Ancak bunlar, gelenlerin yollarını kestiler. Gerçi bu ayetin Ureneliler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Bunun üzerine Resulullah’a vahyolundu. Vahye göre bir kimse eğer hem adam öldürmüş ve hem de mal gasp etmişse, bu kimse, ceza olarak öldürülür ve arkasından da asılır. Eğer sadece adam öldürmüşse, bu kimse de öldürülür. Şayet sadece mal alıp gasp etmişse, malı alması sebebiyle eli kesilir ve yolu kesmiş olması, yol güvenliğini sarsmış olması hasebiyle de, yolkesenleri korkutmak için ayağı da ayrıca kesilir. Bir kimse sadece etrafa korku salmış ve yol güvenliğini sarsmışsa, bulunduğu bölgeden bir başka yere sürgün edilir. Deniliyor ki bu ceza uygulaması ister Müslüman, ister kâfir olsun, tüm yolkesenlere uygulanır.

اَنْ يُقَتَّلُٓوا اَوْ يُصَلَّبُٓوا اَوْ تُقَطَّعَ اَيْد۪يهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ اَوْ يُنْفَوْا مِنَ الْاَرْضِۜ” “Öldürülmek, asılmak, çaprazlama el ve ayaklarının kesilmesi ya da yerlerinden sürgün edilmektir.” Burada geçen “اَنْ يُقَتَّلُٓوا” kavlinin manası, eğer sadece adam öldürmüşlerse, bu kimseler ayrıca asılmaksızın sadece öldürülürler, demektir. “اَوْ يُصَلَّبُٓوا” kavlinin manası, eğer hem adam öldürmüş ve hem de mal almışlarsa, o takdirde öldürme ile asılma cezası birden verilir, öldürülür, sonra da peşinden o haliyle dara çekilir. Ancak Ebu Hanife ile İmam Muhammed’e (rh) göre henüz yaşıyorken, öldürülmezden önce diri olarak asılır ve ölene dek, kendisine (mızrak) sokulur. “اَوْ تُقَطَّعَ اَيْد۪يهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ” eğer sadece mal alıp götürmüşlerse, el ve ayakları çaprazlama kesilir. “اَوْ يُنْفَوْا مِنَ الْاَرْضِۜ” Eğer aşırı derecede bir terör estirmemişlerse, çevreye korku salmamış ve güveni sarsmamışlarsa, o takdirde bu durumda olanların da cezası sürgündür.

İçlerinde Hasan Basri’nin ve İbrahim en-Nehai’nin de bulunduğu bir cemaate göre, devlet başkanı, burada öngörülen cezalardan herhangi birini tercihte muhayyerdir. Yol kesen biri, ne türden bir şekilde böyle bir yol kesme işine katılırsa katılsın, detaya bakmaksızın, sözkonusu cezalardan herhangi birini uygulayabilir.

Ayette yer alan “Nefiy-sürgün” kelimesinden kasıt Ebu Hanife’ye göre hapsetmektir. İmam Şafii’ye göre ise, bir yerden bir başka yere sürgüne göndermektir. Sürekli olarak peşine düşülmek suretiyle, onun da korku ve ürperti içinde hep kaçmasını sağlamaktır. Bir yoruma göre de, o kişi, kendi beldesinden bir başka beldeye sürgün edilir. Eskiden bu uygulama, Tihame’nin en uç noktasındaki uzaklıkta bulunan Dahlek beldesine bu durumda olanları sürgün ederlerdi. Bir de Habeşistan beldelerinden olan “Nası’” beldesine sürgün gönderirlerdi.

ذٰلِكَ لَهُمْ خِزْيٌ فِي الدُّنْيَا وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ” “Bu, onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette daha büyük bir azap vardır.” Ayette geçen “خِزْيٌ” kelimesi, rezil ve rüsvah olmaktır.

 

Dipnotlar:

1- Bu, mevkuf bir hadistir. Taberi bu hadisi Zeyd b. Eslem’den mevkuf olarak tahric etmiştir. Hadis farklı lafızlarla Buhari’de ve Beyhaki’de de yer almaktadır.

2- Nisa,4/41

3- Mücadele,58/6

4- Maide, 5/117

5- Müddessir,74/31

6- Bu hadisi İshak, İbn Sa’d ve Bezzar tahric etmişlerdir. Taberani de Mücahid tarikiyle İbn Abbas’tan tahric etmiştir.

7- Ali İmran,3/142

8- Enfal,8/37

9- Ebu Turab: Birçok sahabinin lakabıdır. Ancak daha çok Ali’nin(r) lakabı olarak geçer. Bu lakabı ona, bizzat Rasulullah’ın (s) kendisi vermişti. Çünkü bir keresinde Rasulullah, onun yanına vardığında, onu, toprağa bulanmış vaziyette yatıp uyuduğunu görür. Bundan böyle ona bu lakabı verir. Şüphesiz, Haccac, hepAli’nin(r) çocuklarının durumu ile meşgul oluyordu. Çünkü onlardan yana büyük korku ve endişesi vardı. Kendisi Ümeyye oğulları hanedanının emrinde ve onlara kullukta devam ettiğinden, Rasulullah’ın torunlarından yana hep korku içindeydi. Belki de Hasan’a(r) babası Ali’yi(r) sorması da bu endişeden kaynaklanıyordu.

10- Kevser, 108/2.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR