1. YAZARLAR

  2. Ahmet Cibril

  3. İntifada, Gerici Arap Rejimleri ve FKÖ

İntifada, Gerici Arap Rejimleri ve FKÖ

Ocak 1990A+A-

George Habbaş'ın liderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nden ayrılarak Ahmed Cibril'in liderliğinde kurulan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi - Genel Komutanlık örgütü geçmişte sol tandanslı bir yapı arz etmekteydi. Bugün ise örgütte İslami temalar ağırlık kazanmıştır. Bu gelişmede İran İslam Cumhuriyeti ile yoğun ilişkilerin de etkisi olmuştur. Körfez'de (3 Temmuz 1988) Amerikan uçaklarınca sivil bir İran uçağının düşürülmesine misilleme olarak gerçekleştirildiği öne sürülen bir Pan-Amerikan uçağının İskoçya'nın Lockerbee kasabası üzerinde düşmesiyle sonuçlanan sabotaj olayı ile ilişkili olduğu iddia edilen örgüt bu olaydan sonra Amerikan yönetimi ve Batılı ajansların gündeminde uzun müddet yer almıştır. Geçtiğimiz aylarda, örgütün, İmam Humeyni'nin Selman Rüşdü hakkında verdiği hükmü infaz etmeye hazır olduğunu açıklaması tekrar Batılı ajansların dikkatinin Örgüt üzerinde toplanmasına neden olmuştur. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi - Genel Komutanlık örgütünün lideri Ahmed Cibril'le İmam'ın vefatının 40. günü dolayısıyla Tahran'da bulunduğu sırada yapılmış bir söyleşiyi sunuyoruz.

Sayın Cibril, Orta Doğu'daki bunalıma son vermek için uluslararası bir konferans düzenlenmesi hususunda görüşleriniz nedir? Sizin Suriye politikalarına taraftar olduğunuz herkesçe bilinmekte. Acaba bu hususta Suriye'yle ne ölçüde mutabıksınız?

Siyasi tüm çabalar karşısında "Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık"ın tavrı gayet nettir. Görüşlerimiz; yazdıklarımızla, söylediklerimizle yeterince aydınlanmıştır. Yaptığımız açıklamalarda çelişkiye asla düşmedik. Bizler Halk Cephesi olarak, böyle bir konferansa karşı tavrımızı, tümüyle red şeklinde ortaya koyduk. Orta Doğu'daki bunalımın halli için düzenlenecek uluslararası bir konferans, Filistin toprakları üzerindeki siyonist varlığı güçlendireceğinden bu tür bir girişimi onaylamıyoruz. Tüm Filistin kurtarılana değin silahlı mücadeleyi sürdüreceğiz. Bu konferansın düzenlenmesi hususuna gelince, Suriye ya da Lübnan toprakları üzerinde oluşumuzun, tüm meselelerde onlarla mutabık olduğumuz anlamına gelmeyeceğini söylemeliyim. Bizim bir mesele üzerinde Suriye politikasına denk düştüğümüz doğrudur. Fakat bir başka mesele de ona muhalefetimiz de mümkündür ve çok sayıda konu üzerinde ihtilafımız da olmuştur. Düşmana karşı stratejik bir dengenin oluşturulması hususunda Suriyelilerle ittifak halindeyiz. Fakat bunalıma çözüm bulunması hususunda şimdiye dek birçok defa olduğu gibi karşı karşıya gelmemiz ihtimali de mevcuttur. Örneğin; Ekim Savaşı sonrası, 1974-75 yıllarında savaş ordugahı hususunda Suriye'yle anlaşmaya varamadık. Şimdi de konferansın düzenlenmesi meselesi Suriye'ye muhalefetimize neden oldu. Şunu da söylemeliyim, Suriye ve konferansın toplanmasına taraftar bazı kimseler, bunun Amerikan komplolarını kolaylaştıracağını biliyorlar. Ve bu ülkelerden bazıları, Arafat'ın ve bazı gerici rejimlerin izledikleri politikaların kendileri için daha avantajlı olduğunu gördüklerinde de konferansın düzenlenmesi fikrinden vazgeçtiler. Suriyeliler bize, bir devlet olduklarını, seyirci olarak kenarda kalacaklarını ve sadece görüş belirtmekle yetineceklerini söylediler.

Örgütünüz, FKÖ'yü uzlaşmacılıkla itham ediyor. Bu örgüt sizce bu noktaya nasıl geldi?

Şüphesiz, FKÖ liderliği bu noktaya bugün gelmedi. Bu siyasi sapma, on dört yıllık bir sürecin sonucudur. İtiraf etmeliyiz ki, bizler Kurtuluş Örgütü'nün bir parçasıydık. Biz, devrimci bir örgüt olarak, Ekim Savaşı sonrasında Kurtuluş Örgütü'nde başlayan bu sapmayı durdurmayı bir görev bildik. Bu konuda oldukça duyarlı davranıyoruz. Bazen politik çıkışlarımızla, bazen de Siyonistlere karşı düzenlediğimiz eylemleri arttırmak suretiyle, FKÖ'yü zor durumda bırakıp onu bu sapmadan alıkoymak istiyoruz. Hatırlarım, 1974 yılında (Ekim Savaşı sonrası), Filistin dahilinde "Halese" ve "Um-el-Garb"ın da aralarında olduğu, büyük çaplı feda saldırılarına başladık. Bu eylemlerle diğer grupları da benzeri eylemlere şevke muktedir olmuştuk. İsterdik ki FKÖ'de böyle bir yola meyletsin. Fakat maalesef, FKÖ lideri, İsrail 1982 yılında Lübnan'a girinceye dek gözü kapalı, tavrını sürdürdü. Biz, bu saldırıdan sonra tehlikenin farkına vardık. Zira FKÖ'deki sapmanın demokratik yollardan gideremeyeceğimiz bir hal aldığı neticesine varmıştık. 1983 yılında onlardan ayrıldık. Bu örgütte kalmamız bizleri yalana şahitler konumuna düşürüyor. FKÖ liderinin uzlaşmacı programına ortak ediliyorduk. Binaenaleyh onlardan ayrıldık ve tüm gücümüzle bu liderliği karşımıza alıp yenilgiye uğratmaya gayret ettik.

FKÖ'nün bugüne kadar ki gerileyişine işaret ettiniz. Sizce bu gerileyişin delilleri nelerdir?

Yerinde, fakat sınırlı bir söyleşide cevaplanması oldukça güç bir soru sordunuz. Fakat bir kaç delil getirebilirim. Birincisi; Arafat, Örgüt politikasını gerici Arap rejimlerinin politikalarına bağladı. Binaenaleyh Arafat ve onun lider kadrosu gerici Arap rejimlerinin bağımlı politikalarını yerleştirdiler. Gerici rejimler de harici programların (Amerika, İngiltere, Avrupa) bağlılarıdır. Binaenaleyh FKÖ'nün lider kadrosu, gerici Arap rejimlerinin baskılarına boyun eğdiler.

İkinci olarak; FKÖ ve el-Fetih'in yapısı devrimci bir yapı değildir. Şöyle söyleyeyim, el-Fetih ve bizler ortak hareket ettiğimiz zamanlar FKÖ'yü oluşturmuş, az ya da çok onları tanımışızdır. Bundan dolayı, bu liderliğin uzun süreli bir mücadeleyi sürdüreceklerinden şüpheliyiz. Biz baştan beri onların devrimci bir yapıya sahip olmadıklarının, zaafiyetlerinin farkındayız. Binaenaleyh onlar gerici rejimlerin istekleri uğruna kendilerini vermeğe can attılar.

Üçüncüsü; Filistin Devrimi, İsrail'in saldırılarına ve bazı gerici Arap rejimlerinin tuzaklarına maruz kaldı. FKÖ lideri bu saldırılar ve tuzaklarla silahlı mücadeleden meyus oldu. Binaenaleyh Arafat, iki yıl önce silahlı mücadeleyi durdurduğunu duyurdu ve bugüne kadar da sözüne bağlı kaldı. Yine bu sıralar, Arafat'ın "Ebu Mazen Eba" adlı bir arkadaşı, İspanya'da bir gezide FKÖ'nün artık silaha sarılmayacağını resmen açıkladı. Gazetecilerin, "Varsayalım ki, İsrail size bir şey vermese, yine silaha sarılmayacak mısınız?" şeklindeki sorularının cevabı aynen şu oldu: "Evet, hiç bir şey vermese dahi silaha sarılmayı, İsraillileri öldürmeyi istemiyoruz." Bunu söyleyen örgütün lider kadrosundan birisiydi.

Bu üç delil sonuçta öyle bir noktaya vardı ki onlar başkalarının çözümlerine boyun eğdiler. Ama biz devrimci bir örgüt olarak bu savaşın bir kaç kuşak boyu uzayabileceğini olası kabul ediyoruz. Belki şu anki kuşak sonuca ulaşamayacak. Fakat gelecek kuşaklan mücadeleyi sürdürecek şekilde eğitecekler. Çünkü bu, onlarca yıl sürmesi mümkün bir mücadeledir...

Filistin bizden önce de miladi 9. yüzyılda haçlılar tarafından işgal edildi. Beyt'ül-Mukaddes yüzyıldan fazla düşman elinde kaldı. Fakat Müslümanlar umutsuzluğa kapılmadılar ve yüzyıllık bir savaşın sonunda Kudüs'ü kurtarabildiler. Bizler kurtuluşu bu tarz düşünüyoruz.

Sizler, siyonist işgalcilere karşı silahlı mücadeleden yanasınız. Fakat biz, "Havatme" ve "Habbaş"ın gruplarının da silahlı eylem yolunu benimsediğini işitiyoruz. Örgütünüz bu meyanda neler yapıyor?

Halk Cephesi, Filistin'in özgürlüğü için silahlı mücadele taraflısıdır. Bu örgütü geçmişten beri izleyenler, yirmi beş yıldır bu yolda olduğumuzu ve siyonist düşmanla olan kavgamızı yakinen bilirler. Eğer Filistinlileri ve Filistinli örgütleri anlatan İsrail kaynaklı bir kitap okursanız; bizim "en büyük düşman" ve "en fanatik" sıfatlarıyla vasıflandırıldığımızı ve İsrailliler için tüm örgütlerin en tehlikelisi olarak bizlerin gösterildiğini görürsünüz. Eğer İsraillilerin kayıplarından söz edecek olsak kesinlikle söyleyebilirim, bu kayıpların yüzde yirmi beşi diğer örgütlerin eylemleri sonucuysa, yüzde yetmiş beşi de bizim eylemlerimizin sonucudur. Binaenaleyh mücadelemizi ve eylemlerimizi sürdürüyoruz. Fakat eylemlerimizi icra ederken hesap kitap gözetiyor, zamansız ve hesapsız işten kaçınıyoruz.

Sorunuzda silahlı eylem icra ettikleri iddiası olan örgütlerden söz ettiniz. Bunlar ne yapmışlar da, biz de varız diyebiliyorlar? Bunlar balon uçuruyorlar, üstelik iyi balonlar değil bunlar. Örneğin; bunlar güvenlik sınırına bir grup gönderiyorlar. Onları gören İsrailliler saldırıyorlar. Tüm macera bundan ibaret. Fakat bizler siyonist düşmana karşı gerçekleştirdiğimiz eylemlerde başarıya götürecek yolda olmaya gayret ediyoruz. Nedenine gelince; eylemlerimiz önemli eylemlerdir. Şimdi size siyonist düşmanın saldırıları hakkında bilgi vermek istiyorum: Geçen yıl Lübnan topraklarında bombardımana hedef olan mevzilerin üçte ikisi bize ait mevzilerdi. Bu yılki bombardımanların büyük çoğunluğu da bizi yani, "Halk Cephesi"ni hedef aldı. Siyonist rejim bize göz açtırmama çabasındadır. Biz kutsal addettiğimiz silahlı mücadeleye devam edecek ve politik çözümlerin ikamesine asla izin vermeyeceğiz.

Diğer sorumuz işgal altındaki topraklarda gerçekleşen kıyam üzerine olacak. Olayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce kıyamda hakim fikirler ve gruplar nelerdir?

Şüphesiz, işgal altındaki topraklarda gerçekleşen kıyam, bu toprakların tarihinde bugüne dek görülmemiş, önemli bir olaydır. Biz bu kıyamı Orta Doğu'daki hareketlerin meşru çocuğu sayıyoruz. Biz 1982'den sonra siyonistleri ve NATO güçlerini yenme başarısını gösterdik. İsrailli askerler bu yenilgiyi kabul ettikten sonradır ki "süpermen" imajını yitirdiler. Halkımız bu askerlerin yenilmez olduğu yanılgısından bu şekilde sıyrılabildi. Başta İslam Cumhuriyeti olmak üzere Arap ve İslam ülkelerinin yardımı ve Filistinli, Lübnanlı devrimci güçlerin ortaklığıyla 17 Mayıs antlaşması fesholdu, yenilgiye uğradı. İsrailli askerler acizane geri döndüler. Bir başka güzel örnek de, İslam Devrimi'nin İran'daki başarısı ve Şah rejiminin düşmesi oldu. Bu halk, onun rehberliğinde eli boş insanların, tepeden tırnağa silahlı bir orduya nasıl karşı koyacağını, taş ve sopayla sokaklara dökülerek şah rejimini ve onun güvenlik güçlerini nasıl bertaraf edeceğini öğrendi. Bunlar halkımız için çok diri örneklerdir.

Elbette biz "Halk Cephesi" olarak kıyamdaki rolümüzle -ki bunu "el-Celil" operasyonuyla ifa ettik- iftihar ediyoruz. Bu tür eylemlerde çok sayıda esir aldık ve İsrailli düşmanla esir değişimini düşündük. Biz onları buna mecbur bırakarak İsrail zindanlarındaki yüzlerce savaşçımızın ordugahlarına, şehirlerine, köylerine dönmelerini sağladık. Onlar ayaklanmanın ön hazırlıktan esnasında büyük roller üstlendiler. Biz silahlı mücadeleyi zirveye çıkarmakla övünüyoruz. Savaşçılarımız planörlerle "el-Celil"e kadar giderek önceden belirlenen hedefleri tahrip etmeyi başardılar. Bundan amacımız halkımıza silahlı mücadeleyi seçiş nedenimizi anlatmaktı. Bu eylem için Kuzey Filistin'de bir garnizonu seçtik. Ona İbranice "Gibor" yani, "Kahramanlar" adını vermişlerdi. Bir meydan okumaydı ve bu kahramanları(!) savaşa davet etmiştik. Gerçektende bir savaş oldu ve siyonist askerler gerisin geriye kaçmağa başladılar. Onlardan onlarcasını öldürdük ve bir o kadarını da yaraladık. Bu eylemler bir açılışta kurdela kesme törenine benzer bir rol ifa ettiler. Gerçi Arafat ve bazı uzlaşmacı örgütler kıyamın önderliğinin kendilerine ait olduğu iddiasındalar. Fakat bu açık bir yalandır. Bunların kıyamdan haberleri bile yoktu. Kıyam Umman görüşmelerine ve bu insanların geçici politikalarına bir başkaldırı, programlarına büyük bir darbedir.

Elbette biz Arafat derken sadece Arafat'ı ve örgütünü değil tüm gerici Arap ülkelerini kastediyoruz. Kıyamdan yirmi ay geçmiş olmasına rağmen Arafat, liderliği eline geçirmeğe çalışmakta ve kendi programı doğrultusunda denetlemek istemektedir. Fakat kıyamın ne uzlaşmacı örgütlerin, ne de Arafat'ın malı olmadığı gün be gün açıklığa kavuşmaktadır. Olsa olsa işgalci siyonist güçlerin karşısında yalnız başına savaşıp kendi hakkını isteyen Filistin Halkının malıdır. İşgal altındaki topraklarda gerçekleşen son olaylar kıyamın Arafat'ın programında yer almadığını açıkça gösteriyor. 1948'de işgal edilen Tel Aviv ve el-Celil'de bombalar patlamaktadır. Arafat bu bölge insanları için "İsrailli Araplar" tabirini kullanıyor. Filistinli gençlerin anmadan İsraillileri öldürdüğünü gördüğünüzde onların uzun süreli bir programları olduğunu anlayabilirsiniz. Hiç de Arafat'ın söylediği gibi kısa süreceğe benzemiyor. İsrailli Siyonistlerin aleyhine yapılan eylemleri tırmandırmak Arafat'ın işine gelmiyor. Dört ay önce Gazze'den Tel Aviv'e gelen bir genç hançeriyle dört siyonisti öldürdü. Acaba bu, eylemleri tırmandırmak değil mi? Mücadeleyi yüksek bir tempoda tutmak Arafat'ın programından mı sayılıyor? Tabii ki hayır! Kadir Gecesi'ni el-Aksa Camii'nde geçirerek sabah Kudüs caddelerinde altı kişiyi yaralayıp üç kişiyi öldüren Müslüman Filistinli, Arafat'ın uzlaşmacı politikalarına en büyük darbeyi vurmuş olmuyor mu? Gazze Hattı'nı aşıp Mesirat Ordugahı'nda bir otobüsü derin bir dereye yuvarlayarak feda eylemini gerçekleştiren bir Filistinlinin yaptığı ne ölçüde Arafat'ın programından sayılıyor? Arafat, gerici rejimlerin paralarıyla ve olanaklarıyla halkın kıyamına kanca atmaktadır. O, onları bazen aç bırakmakta, bazen de yorgun düşürmekte, sonra da bunu İsrail'in saldırılarını hafifletmek için yaptığını söylemektedir. Tek kelimeyle söyleyebiliriz ki; Arafat'ın politikaları halkın kıyamına büyük darbeler indirmektedir. Arafat ve yandaşları, İsraillilere ve Amerikalılara, "Eğer payımızı vermezseniz ipin ucunun bizim elimizden çıkma ihtimali var" deme çabasındalar. Yani, Amerika ve İsrail uyarılmaktadır.

Arafat ve yandaşları, kıyamı bir güne mahsus durdurmak istemişler, bir gün vermişlerdi. Ama biz bu günün çok daha hareketli oluşuna tanık olduk. Arafat bir ara da işgal edilmiş topraklarda, halkın mücadele tarzını değiştirmek istedi. Yani halk taş, sopa, molotof kokteyli yerine eline Avrupai tarzda pankartlar alsın ve sokaklarda sükunetle yürüsündü. Gerçekten de bir kesim insanı bu şekilde sokağa döktü. Ama devrimci halk, taşlarla onları kovaladı ve yürüyüşçüler pankartlarını atarak kaçtılar. Söylemek istediğimiz, bu topraklardaki kıyamın liderinin bu kahraman halk olduğudur. Bu kıyam, tüm devrimci Müslümanların ve yurtsever Filistinlilerin arzularının bir nişanesidir. Hiç kimse, bu kıyamdan kendine pay çıkarma hakkına sahip değildir. Söylenecek tek şey, bu kıyamın tüm devrimci Filistinlilerin emellerinin bir aynası olduğudur. Arafat'ın etrafında, İsraillilerin propaganda yapmalarına icazet verdikleri, Kral Hüseyin'le alış veriş yapanlardan arta kalan bir takım insanlar var. Bunlara gazetecilerle ve basınla ilişki kurma olanağı verilmiş. Ama gerçek devrimciler hapishanelere atılıyor, takibata uğruyor. Mesela; siz "Demokratik Cephe"den söz etmiştiniz. Bir süre önce "Ömer Kasım" isimli bir üyesi İsrail hapishanelerinin birinde ölmüştü. İsrailliler tarihlerinde ilk kez resmi cenaze töreni için izin verdiler, ilginç olan, törende bazı İsrail parlamentosu üyelerinin de olmasıydı. Yürüyüşün lafı bile yoktu. Ama diğer yandan ayaklanma başlangıcından bu yana 600 Filistinli şehid olmasına rağmen bunlardan birinin dahi cenaze töreni için izin verilmedi. Neden böyle olsun? İsrailliler savaş meydanında bu örgütlerin çok köklü bir yeri olmadığını, onların ne ölçüde uzlaşmacı olduklarını çok iyi biliyorlar ve gizlice temaslarını sürdürüyorlar. Bu örgütün eylemleri propaganda balonlarından ibarettir, hiç bir değeri de yoktur. Bunlar daha dün bir heyetle Kahire'de, Camp David'in kalıntısı üzerinde, Mısır Dışişleri Bakanı Butros Galiyle bir araya gelerek barışçı yollar aradıklarını ifade ettiler. Gerçekten Filistin'de sahne iki kısma bölünmüştür. Birinci kısım, silahlı mücadeleyi ve onun yücelmesini istiyor. Filistin kıyamı da bu silahlı mücadelenin bir parçasıdır. Bu grup Filistin'in kurtuluşunu istemekte, asla orta yol kabul etmemektedir. Gazze Hattı ve Batı Filistin hakkında hiç bir antlaşma ya da görüşmeye tarafgirlik etmeksizin şartsız, İsrail'in bölgeden çekilmesini istemektedir. Arafat ve diğer uzlaşmacılardan oluşan öbür grup İsraillilerle konuşmaktan ve masa başında toplanmaktan yanadır. Defalarca barıştan, İsrail'i tanımaktan, ilişkileri normalleştirmekten yana olduklarını açıkça duyurmuşlar batta Arafat, İsraillilerle bir ortak pazar kurmaktan söz etmiştir. Gene dönüp soruyoruz, bu kıyam kimindir? Cevap bellidir. Kıyam, devrimci grupların arzularının bir ifadesidir.

Siz en iyi yolu silahlı mücadele olarak benimsiyorsunuz. Bunu ne zamana kadar sürdürmeyi düşünüyorsunuz?

Biz, siyonist düşmanla savaşın kolay olmadığını biliyoruz. Emperyalizmin, sömürünün Arap ve Müslüman halka en aşırı hamlesi Filistin topraklarında siyonist devleti kurmaktı. Biz Filistinliler, mücadelenin sürmesinden yanayız. Bunu da yalnız başımıza başarabileceğimizi sanmıyoruz. Çünkü bu varlığı, dünya sömürge güçleri yaratmıştır. Filistin'in ancak bütün Arap ve İslam güçleri bir araya geldiği takdirde kurtarılabileceğine inanıyoruz. Bu, aynen, onuncu yüzyılda Haçlılara yapılan muameledir. O zaman, Haçlılar, haçı getirmek için sadece Filistin'i değil, Suriye ve Mısır sahillerini de işgal ettiler. Arap olmayan bir Müslüman, Selahaddin Eyyubi, İslami güçleri bir araya getirerek, Kudüs'ü kurtarma mücadelesinde Haçlıları yenilgiye uğrattı. Binaenaleyh bizim politikamız da, silahlı mücadelenin devamı için İslam ve Arap güçlerini bir araya getirerek Emperyalistlerin Filistin topraklarındaki tecavüzüne karşı koymaktır. Filistin toprağı sırf Arapların veya Filistinlilerin yurdu değildir. Allah, Kur'an-ı Kerim'de biri Mekke, diğer Kudüs olmak üzere iki beldeden söz eder. Allah bu kitapta defalarca savaş ve cihad etmemizi istemiştir. Öyleyse bu Müslümanların görevidir. Biz eline silah almayıp Yahudilerle savaşmayanı Müslüman değil, münafık sayıyoruz. Bilmeliyiz ki, İslam sadece Allah'la kul arasında bir ilişki olarak değil, toplumsal boyutuyla da algılanmalıdır. Batı ve Amerika onu sınırlamak istiyor. Arabistan ve Mısır gerçekte İslami değillerdir ve bizim istediğimiz İslam'ı temsil etmiyorlar. Biz, devrimci İslam'ı istiyoruz. İstiyoruz ki, Müslümanlar her taraftan Filistin'e gelsin. Müslümanlar her taraftan gelerek Afgan mücahitlerinin yanında savaştılar, bununla iftihar ediyoruz. Bizler Filistin'in Afganistan'dan bin kat daha kutsal olduğunu söylüyoruz. Eğer binlerce Müslüman, dünyanın dört bir tarafından Afganistan'a gelerek onların savaşına ortak olmuşsa onun yanında Filistin'in İslam'ın kucağına dönmesi için Filistin'e milyonların gelmesi gerekir. Filistin'in kurtarılması yalnız Filistinliler'in ve Arapların topraklarına dönmesi anlamına gelmiyor. Bizler, siyonist düşmanla savaşımızda İslami kimliğimizden uzaklaştırılmaya haince bir plan olarak bakıyor ve arkasında dünya sömürge güçlerinin olduğunu biliyoruz. Gerçekten, bizle düşman arasındaki çekişmenin düşmanı yenilgiye uğratmadan hallolabileceğine inanmıyoruz. Yahudilere emperyalizmin planları sonucunda gaflet zamanında bu topraklara girdiklerini ve geldikleri yoldan gideceklerini anlatmalıyız. Filistin'in işgalinden Hadislerde ve Kur'an'da da söz edilmiştir: "Sizler el-Aksa Camiine geri döneceksiniz, başta olduğu gibi." Haçlı işgalinden sonra Siyonistlerin işgali de haber verilmiştir. Müslümanlara el-Aksa Camii'ne ikinci kez gireceklerinin müjdesi verilmiştir. Bu bahis Peygamber'in hadislerinde de mevcuttur. Yahudiler Filistin'i işgal edecekler, Doğu'dan askerler gelecek Yahudileri öldürecekler ve sağ kalanlar ağaçların ve taşların ardına gizlenecek, fakat ağaçlar ve taşlar, "Burada gizlenen Yahudidir, gel ve öldür ey Müslüman!" diye sesleneceklerdir. Biz silahlı mücadeleye kendimiz için başlamadık, Araplar ve İslami bir toplumda devrimci bir başlangıç yaptık.

Binaenaleyh güç düşmandan yanayken masa başında onunla konuşacak neyimiz var? Filistin'i mi satacağız, yoksa kendimizi mi? Bugünkü güç dengeleri bu tür tavırlara, programlara elverişli değil. Çünkü bu program ve planların tamamı Filistin idealinin aleyhine yapılmıştır ve haincedir.

Orta Doğunun geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bölgenin geleceğini devrimci güçler belirleyecek. Eğer bölge durağan ve sessiz kalırsa doğal olarak sömürgeci güçlerin, siyonistçe planlarının uygulama alanına dönüşecektir. Fakat devrimci güçler kendi seslerini duyurabilirlerse bana göre bu bölge insani potansiyelini, çok önemli coğrafi konumunu göz önünde bulundurarak dünyadaki büyük güçlerden biri olabilecek.

Binaenaleyh geleceği bu güçler belirleyecek. Çok açık bir delilimiz var. Bu da İran'da gerçekleşen olaylardır. İran halkı, Şah rejimini devirmeyi başardı. Bu halk kendi devrimci ilkelerini korumak için uzun süre savaştı. Bu savaşta Doğu ve Batı'nın sömürgeci güçleri ve Arap gericiliği İran halkı aleyhinde birleştiler. Fakat devrim savaştan başarıyla çıktı. Emperyalistlerin planı devrimin ilkelerini yenilgiye uğratmak ve ardından temsilcilerini Tahran'a göndermekti. Bölgedeki tüm devrimci güçler İran'daki olaydan ders almalıdırlar. Biz devrimin tüm İslam ülkelerini kuşatmasını ümit ediyor, o günü bekliyoruz. Bu milletlerle, İslam'ın devrimci bayrağı altında kardeşlik bağı kurarak tarihsel rolümüzü ifa edecek, dikkate değer bir güce dönüşeceğiz. İslamiyetin başlangıcında olduğu gibi.

Son olarak eklemek istediğiniz:

Tahran'da İmam Humeyni'nin ölümünün 40. günü nedeniyle -gerçi ilk gelişim değil- bulunuyorum. Biz Tahran'a üzgün bir vaziyette acılarımızı paylaşmak için geldik. Siz kahraman halkla ve İmam'la iftihar ettiğimizi baştan söylemek istiyorum. O, yaşamı mücadeleyle doluyken öldü. Bu da şehadettir. O hiç bir zaman Allah'tan başka kimsenin önünde boyun eğmedi. Bizler, devrimci İran halkının ve yeni İmam'ın, O'nun yolunda gideceklerine inanıyoruz.

Şunu da bilmelisiniz ki Allah saklasın, bir gün eğer devrimin ilkelerine sırt çevirirseniz, Devrim öncesinde olduğu gibi, İran, Batı tüketiminin ve sömürüsünün otlağı olacaktır.

Yeni İmam'a sonsuz güvenimiz var. O, İmam Humeyni'nin necip bir talebesi olmuştur ve olmağa devam edecektir. Yahudilerle savaşmak ve Filistin'i kurtarmak ilahi bir tekliftir. Kur'an, Peygamber'in Hadisleri ve İmam'ın vasiyeti, Filistin hususunda gerçekleşmelidir. Çünkü bu, Müslümanların meselesidir. Gerçekten de biz rehberliğin tabileri, sıradan askerleri olacak, dünya sömürücüleriyle karşı karşıya geleceğiz. Humeyni'nin yokluğu büyük kayıptır. Biz, O'nu yıllarca yanımızda görmeyi umut ediyorduk. Ama bu Allah'ın takdiri idi. İslam Cumhuriyeti'ndeki devrimciler bu boşluğu doldurmağa gayret etmelidirler. Selam üzerinize olsun.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR