1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. İktidar Eksenli Bakmanın Körlüğü Merhaleci Mücadelenin Hasbiliği

İktidar Eksenli Bakmanın Körlüğü Merhaleci Mücadelenin Hasbiliği

Haziran 2020A+A-

Kur’an’ın sosyal ve şer’i hayatla ilgili hükümlerini “Niçin yeterince uygulayamıyoruz?” sorusu, ister istemez önümüze “durum muhakemesi” meselesini getiriyor. Konunun yatay boyutu sosyal yapımıza bakıyorsa, dikey boyutu ise mecbur kaldığımız iktidar yapısına bakıyor. Yatay ve dikey iki boyut. Kastettiğimiz daha çok toplum/ümmet merkezli bakış ile iktidar merkezli bakıştır.1

Kullandığımızyatay ifadesiyle “Sivil İslam”, dikey ifadesiyle “Siyasal İslam” tanımlamasını ayrı ayrı bağdaştırarak tasnife gidenler de olmaktadır. Oysa metodik ve stratejik bağlam nedeniyle İslam’ın hayatla ilgili bütünsel yaklaşımı ayrıştırılamaz. Ayrıştırılmak istenen siyasal güç ile ilgili husus ancak tedriçle yani merhale fıkhıyla alakalı olabilir. Bu ayrıştırma tasnifi bizi siyasal olana karşı çıkma gibi bir pozisyona götürmemelidir; zira siyasal olan sevk ve idare sanatını ifade eder. İslam kelimesinin yanından siyasal veya siyasi kelimelerini kenara itmek hevesi daha ziyade terk-i dünya ehliyle oryantalist zihnin çabası olarak belirginleşmektedir. Yatay toplumsal alanda olsun dikey iktidar alanında olsun siyaset sanatını Allah rızası için kullananlar da hukuk ve adalet arayışı için kullananlar da vardır. Siyasette ihtirasa kapılıp zalimleşenler tarihte cahilî asabiyelerine güç devşirebilmek için siyaseti istismar etmişlerdir; ayrıca uluslaşma sürecinde Makyavelist veya pragmatist amaçlarla politika yapılmıştır ve yapılmaktadır.

Yönetilenler ile yönetenler arasında uyum var ise zaten iki tarafın siyasetinin de uygunluğu öne çıkar. Ama resullerin uygulamaları ve çok az istisna dışında bu yatay tarih akışıile adalet beklediğimizdikey iktidar akışı çoğu zaman uyum içinde olmamıştır, olamamıştır. Adaletten uzaklaşan dikey tarih akışı çoğu kere yatay tarih akışıylazıtlaşmış ve üzerinde hegemonya kurmaya çalışmıştır. Yönetimde veya muhalefette iken imkânlarıyla birlikte iktidar merkezli bakış, genellikle toplumsal değişim ve dönüşüm sürecine karşı körlük içinde olmuştur.

Müslümanlar olarak, yatay tarihimizin konusu olan sosyal yapımızın nicel boyutu gösterişlidir. Zira resmî kimliğinde İslam yazan bir buçuk milyarı aşkın Müslüman söz konusudur. Ama bu eksende nitel boyut o kadar güçlü değildir. Bu sayının ağırlıklı kesimi rehberlerinin aydınlığından oldukça uzaklaşmıştır. Kur’an rehberliği doğrultusunda ümmet zindeliğine ulaşabildikten ve yeniden Kur’an ümmeti olarak dirilebildikten sonra sosyal hayatta hakkı ve adaleti tevzi etmenin en önemli aracı ise demir sahibi yani güç sahibi olabilmektir. Kuvveti ifade eden bu güç Kur’an’da “ulu’l-emri” veya imamlığı ya da melikliği diğer bir ifadeyle İslami yönetimi temsil eden halifeyiifade eder.

Rabbimiz tabii ki insanların melikidir.2 İnsanlar arasında siyasete hükmedenlere de alt bir sıfat olarak “melik” ismi verilmiştir. Kitab-ı Kerim’de bir topluluğun öne geçirilmiş ve önder kılınmış kişisine de “Biz ise istiyorduk ki ülkede güçsüz bırakılanlara lütfedelim, onları imamlar yapalım, hem onları varis kılalım.”3 ve şer üzere ümmetlerini ateşe sürükleyen yöneticilere de4 “imam/imamlar” denir. İnsanlar için kullanıldığında “melik” hem olumlu hem olumsuz bir kelime olarak anlam kazanabilen bir kavram olsa da Ümeyyeoğulları ile birlikte saltanat sistemlerinin başındaki insanlara daha çok melik denilmeye başlanmıştır. Ama bu kavram Müslümanların tarihinde Ümeyyeoğulları ile birlikte saltanat ve zulüm sistemleri için kullanılmaya başlanmıştır.

Hz. Muhammed’in (s) “nebiliği” ve “ imamlığı / devlet adamlığı” aynı şey midir yoksa farklılaşan boyutlarıyla bu ikilem ele alınmalı mıdır alınmamalı mıdır? Bu soru erken dönem fıkıh tartışmalarına konu olmuştur. Hukukçular nebilerin, hâkimlik, başkanlık ve resullük sıfatları üzerindeki anlaşmazlıkları nispetinde, ele aldıkları meselelerde ihtilafa düşmüşlerdir. Mesela bu ihtilaflardan biri ölü (istifade edilmeyecek durumda olan) bir toprağı çalıştırıp diriltmeye dairdir: Böyle bir toprağı çalıştıran kimsenin, dirilttiği toprağa sahip olması için imamın/başkanın izni şart mıdır, değil midir? Hepsinin dayanağı bir hadis-i şeriftir: “Kim ki ölü bir toprağı diriltirse, o toprak kendisinindir.”5 Ancak hadisin Nebi’nin hangi sıfatına bağlanacağı aralarında tartışma konusu olmuştur. Bir kısmı hadisin kendisinden nebilik sıfatıyla sadır olduğunu kabul etmiştir ki buna göre: Devlet başkanı izin versin veya vermesin, toprağı işlemek herkesin hakkıdır. Şafiî ve Malikî mezhebi bu görüştedir. Bir kısmı devlet başkanlığı sıfatıyla yapılmış bir tasarruf olduğunu, dolayısıyla ölü toprağı işleten kimsenin, o toprağa malik olması için başkanın izninin şart olduğunu savunmuşlardır: Bu da Ebu Hanife mezhebinin görüşüdür.6

Müslümanların sosyal yapısında iktidar gücüne hükmedenlere şer’i ölçü ve kimlikleri açısından “Nasıl bir imam, nasıl bir melik?” diye sorulmuştur ve sorulmalıdır. Çünkü Müslümanlarla ilgiliher tip ve her tür yönetim mekanizmasına gelen yetkili kişi için Resulullah’ın (s) temel uyarısı belirleyicidir: “Masiyette itaat yoktur.”7

İktidar eksenli tarihlerinde değil ama yatay eksenli tarihlerinde her zaman sünnetullah eksenini takip eden bir çizginin veya ümmet nüvesinin olduğunu Rabbimiz A’raf Suresi’nde Musa (a) ümmeti için de Muhammed (a) ümmeti içinde -genellik ifade ederek- belirtmektedir: “Musa’nın kavminden doğru yolu gösteren ve doğrulukla adalet yapan bir ümmet de vardır.”8 ve “Yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki hakka ulaştırırlar ve onunla adaletle hükmederler.”9 Geçmişte de bugün de her türlü tuğyan karşısında hakkın sesi ve İslam’ın yaşayan gücü olmaya çalışan müminler olmuştur. Ve onlar, yaşadıkları safhanın gereklerini inşa etmeden merhale sorumluluklarını terk etmemişlerdir ve etmeyeceklerdir.

Allah-u Teâlâ, Muhammed ümmetine, önce Musa kavmi içinden “hakka ulaştıran ve adaletle hükmeden” ümmet nüvesini nasıl örnek gösterdi ise Ehl-i Kitab içinden de tevhidî ilkeleri yaşatan az sayıdaki topluluğu örnek göstermektedir:

“Hepsi bir değildir. Ehl-i Kitab içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerinden okurlar. Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten menederler; hayırlı işlere koşarlar. İşte bunlar iyi insanlardandır.”10

Fatır Suresi’nde geçen ayet-i kerimedeki hitap asıl görevimizi göstermelidir: “Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık.”11 Müslümanların tarihî süreçlerinde, güçsüzken de kuvvetli oldukları dönemde de çeşitli imtihanlar karşısında sabırlı ve istikametlerini gözeten nebilerin, sıddıkların, şühedanın, Salihlerin varlığı bu konudaki en sahici örnektir. Yaşadığımız süreç gereği toplumsal alanda öncelikli hedefimiz devlet kurmak veya iktidar olmak değil, hakkın sesi, adaletli ve ıslah edici sosyal bir nüve veya güç olabilmektir. Böyle öncü bir model tevhidî mesajın kitleleşmesi için örnek alınacak bir uygulama olarak büyük bir ırmağa kanal açıp debisini yükseltmek gibidir. Allah’ın dinini yeryüzünde ikame etmenin ya da bu uğurda iktidar olmanın merhaleci yürüyüşü de önce bu alt yapıyı kurabilme becerisine ve Rabbimizin gaybi yardımına müstahak olabilmemize bağlıdır.

İslam hukukçularınınMüslümanların yönetimiyle ilgili ortak ifadeleri “Dâru’l İslam” terkibi olmuştur. Ki bu terkip, gündemimize sonradan giren ‘İslami devlet’ tanımı ile anlatılmaya çalışılmıştır. Ama son yüzyıllarda kullanılan devlet ifadesi daha ziyade ulus devlet formu çerçevesinde ele alındığı için İslami olan ile ulusal olan devlet kavramları arasında zihinlerde algılama kargaşası oluşturmaktadır. Bu kargaşayı gidermeye çalışan Abdulkerim Zeydan şöyle bir tahlilde bulunmaya çalışmaktadır:

“ ‘Dâru’l İslam, Müslümanların eli altında bulunan yere verilen isimdir.’ Bu tanım, ülke ve hâkimiyet unsurlarını açık olarak zikretmekte; nizam (statü) ve yerleşiklik (meskûniyet) gibi devletin diğer öğelerini zımnen ifade etmektedir. Çünkü idareci durumda oldukları zaman İslam hukukunu uygulamaları Müslümanlara farzdır. Diğer bir tanıma göre: ‘Dâru’l İslam, İslam prensiplerinin Müslümanların hüküm ve kuvvetiyle korunduğu müessesedir.’ Burada da devlet statüsü ve hâkimiyet açıkça belirtilmekte, ülke ve yerleşik unsurları zımnen anlaşılmaktadır. Bununla beraber yerleşme unsurunun, vatandaşları Müslümanların tekil etmesi şeklinde anlaşılması gerekir. Vatandaşların bir kısmı gayri Müslim olabilir. Bunun içindir ki fakihler ‘zımmî’lerin (gayri Müslim vatandaş) Dâru’l İslam halkından olduğunu açık olarak belirtmişlerdir. Zaten halkın tamamını Müslümanların teşkil etmesi şart değildir. Şart olan, İslam hukukunu uygulamak için idarecinin Müslümanlardan olmasıdır.”12

Zeydan gibiler keşke İslam’ın yaşanılırlığını tarihî tecrübelerimizi de eleştirel bir ayıklamayla ele alıp değerlendirebilseler; günümüz zaman ve mekân şartları içinde nass temelli ve kendi ıstılahlarımızı yeniden güçlendirerek egemenlerin uygulamalarını ölçüt almadan tanımlayıp her birinin yerini tedriç basamaklarında gösterebilseler.

Tabii ki sünnetullaha aykırı, tepeden inmeci aceleciliklere aldanmayan ve ıslah çizgisini basamak basamak takip eden, nefsine ve şeytana uymayan, her daim hakkı ön planda tutan ve insanları hakka ulaştırmaya çalışan, adaleti ikame etmeye uğraşan sahabeden, tabiundan, tebe-i tabiundan bugüne kadar gelen ve kıyamete kadar devam edecek olan hattımız asıldır. Bu sıddıklardan, salihlerden, İslam’ın yaşayan şehitleri olmaya çalışanlardan oluşan bir hattır. Sosyal dokumuzda kalın veya ince izler bırakan bu hat, bu çizgi, bu tevhidî uyanış ve uyandırma mücadelesi hep gerçekleşmiştir. İnşallah bundan sonra da gerçekleşmelidir.

Osmanlı saltanat rejiminin son dönemlerinde ve yeni kurulmakta olan Türkiye’de tevhidî bilgi ve bilinçlenme düzeyi, Sebilürreşad mecmuası çevresinin ve ıslah kaygılı öncülerimizin çabalarıyla tohumunu toprağa ekmeğe çalışıyordu. Ama bu çizgi, inisiyatifi 1920’lerde ele geçiren Türkçü-Batıcı kadroların radikal tasfiyesinden sonra süreç itibariyle kimlik olarak ancak 1970’li yılların ikinci yarısında yeniden mayalanma imkânı bulabilmiştir. Bu sürecin ele alınması ve geliştirilmesi de özgün müzakerelere açık bir alandır.

Merhalede Basamaklar

Vahiy ile bildirilen ve Resulullah’ın örnekliğinde İslami yaşama modelinin kuruluşu, iktidar öncelikli ya da dikey temelli değildir; yatay, yani ümmet bazlı bir oluşumu öncelemektedir. İktidar özlemi özellikle toplumsal alanda merhalecilik basamaklarından çıkacak olan bir “biz” bilinci ve tanıklığını ortaya koyma şiarına bağlıdır. Bu konuda tedriç ve merhale önemlidir. Ve yine önemli olan, her şarta rağmen iktidar olma hedefindeki pragmatizm değil, ümmetçe İslamlaşma sürecimizdeki dayanışmayı şura organizasyonlarıyla yüklenebilmektir.

İslam, müminlerin içinde bulundukları sosyal ve siyasal safhaya göre yaşamlaştırılması gereken bir dindir. Asıl olan iktidara gelmeyi mutlaklaştırmak değil; kuşatma içinde, oluşum aşamasında, muhalefette, direnişte veya iktidarda örnek alınacak fikrî ve sosyal bir örneklik göstererek tevhid ve adaletin tanıklığını gerçekleştirebilmektir.O, mutlak iktidar bağımlılığı olan bir din değildir. Ama o dönüştürme ve değiştirme eksenli devrimci bir dindir. O, Müslümanlara ahireti kazandıracak olan ifsada, bozulmaya, zulme, yabancılaşmaya ve her türlü şirke karşı; bu dünyada tevhid ve adaleti yeniden ikame edecekleri ve vahyin tanıklığını yapacakları ıslah/düzeltme sorumluluğu veya ibadeti yüklemektedir.

İslam, hudutlarını belirleyerek cahilî sistem içi araçların kullanılmasına cevaz verebilir ama muhalefeti cahilî sistem içi bir muhalefet değildir. İslami muhalefet her zaman sistem üstü, yani cahilî sistemin bütün kurumlarını dönüştürmeyi hedef alan bir muhalefettir. Dolayısıyla İslami muhalefet, cahilî sistemin içinde A'nın iktidarına karşı iktidar bağımlısı B değildir. İslam, cahilî yapı içinde iktidarı kullanmayı bir kaynak değiş tokuşu olarak görmez. Bu nedenle İslam, iktidar bağımlılığı ve hedefi içinde değil, Allah'ın rızası çerçevesinde sünnetullah gereğince davranılmasını ister.

Kur’an’ın ilk müminlerinin cahilî toplum ve değerlerden ayrışıp örnek bir Kur’an ümmeti haline gelmesi, Rabbimizin ön açtığı ve Resulullah’ın örneklik yaptığı merhaleci fıkıhla alakalıdır. Bizler de yeniden İslamlaşma beklentimiz için zaaflar içindeki ümmet yapımızın ve birikimimizin düzeltilmesini merhale boyutunu atlayarak tasarlayamayız.

Çağdaş Müslüman toplumları -tedricî yönteme dikkat etmeden- yukarıdan aşağıya değiştirebileceğimiz vehmine düşmemeliyiz. Bu yanlışa nasıl düşüldüğünü 20. yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşen İran Devrimi sürecinde de 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Irak ve Suriye’de geniş bir alan bulan “küresel cihad”cı ve acilci zihniyetin IŞİD’le hilafet devleti ilan etme süreçlerinde de gördük. Daha önceden de İran’da Şah rejimini deviren kitlesel devrim/darbe, iktidar erkiyle toplumu yukarıdan aşağıya dönüştüreceğini zannediyordu. Ama itikadi yanlışların düzeltilmesi, gündemlerinin alt maddelerine kaydırılmıştı. İran toplumunun zaafları ve “ahbari” kültürü daha sonra devrim söylemini de iktidarı da kuşattı; sonra da adaletin tevziinden, daru’t-takrib anlayışından, vahdet namazlarından yana olan kadro tasfiye edildi. Diğer bir ifadeyle “Devrim,evlatlarını yedi.” IŞİD aceleciliği ile dünya gündemine gelen vahyin muhkem ayetleriyle çelişen “hattabi” ve anarşist tutum ise dünya kamuoyunda İslam’ın nefret objesi haline gelmesine vesile olurken dinî duyarlılıkları kendi çukuruna emdi ve Müslümanlar arasındaki eminlik ve aidiyet duygularını oldukça parçaladı.

Toplumsal yasaları dikkate almayan hatta tahfif eden bu tecrübeler bizlere bir kere daha dağılıp parçalanan ümmetimizin arınması süreci için Kur’an’daki ve Siret-i Resul’deki tedriç yöntemini iyi kavramamız gerekliliğini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma Kur’an ve Sünnet kaynaklıdır.

Kur’an ve Sünnet’e yani kaynaklara dönmeyi gelenekten bir kopuş olarak suçlayan ve tahfif eden gelenekçilik veya milli dindarlık, öncelikle neyin “sahih gelenek” neyin “muharref gelenek” olduğunun ayırdında olmalıdır. Muharref gelenekle mücadele de aslı Kur’an’da olan mütevatir sünneti, muhkem nassla çatışmayan sahih hadisleri, zaman ve mekân sınırlılığını aşan sahih örfüyani sahih geleneği savunmak da tevhid-tenzih akidesinin esaslarını oluşturmaktadır.

Rabbimizin muhkem ve mubin olan Kitabımızdaki şu beyanlarını hatırlayalım: “Oysa biz onu senin kalbine yerleştirmek için böylece azar azar indirdik ve ağır ağır okuduk.”13 “Onu bir Kur’an olarak ayet ayet ayırdık ki insanlara dura dura okuyasın ve biz onu gerektikçe indirdik.”14 Bu ayetlerde olduğu gibi vahiyle inzal olan tevhidî mananın idrakinde Rabbimiz tedricî yolu önemsemiştir. Ümmet olma yolunda tevhidin sosyalleştirilmesi merhalelerine de yine Kitab-ı Kerim’den şu örnekleri verebiliriz:

Hatırlayacağımıza göre vahiy, Muhammed ümmetinin inşası sürecinde içkiyi (şarabı) dört aşamada yasaklamıştı. İlk olarak içkinin nimet olarak hurma ve üzümden yapıldığı anlatılmıştır. Sonra “içki ve kumarın günahının faydasından daha büyük” olduğu ayetle hatırlatılmış; ardından “sarhoşken namaza yaklaşmama” ölçüsü bildirilmiş; en son olarak da konuyla ilgili yasaklayıcı ayet Medine döneminin son yıllarında inzal olmuştur.15

Hırsızlık ile ilgili hüküm de Kur’an’ın nüzul tarihi itibariyle Medine döneminin son yıllarına yakın bir zamanda inzal olmuştu.16

Kur’an’ın Mekke dönemindeki zina ile ilgili beyanı daha çok ahlaki bir nitelik taşımaktaydı.17 Vahyin zina ile ilgili kesin tavrı ise Medine döneminde erkekle kadının ilişkisi,18 diğer taraftan kadının kadınla (sahhâklil/sevicilik) ve erkeğin erkekle ilişkisi (homoseksüellik)19 şeklinde farklı perspektiflerle ele alınıp hayâsızlıkla tavsif edilen zinanın cezası da ortaya konmuştur.

Faiz/ribâ da içkide olduğu gibi dört aşamada yasaklanmıştır. Mekke döneminde faizli malın bereketsizliğine vurgu yapılmış; yasaklandıkları halde faiz alan Yahudiler kınanarak Müslümanların dikkati çekilmiş; sonra birleşik faizin yenilmemesi emredilmiş; en sonunda da faiz ebediyen yasaklanmıştır.20

İçki ve zinada olduğu gibi ribânın da tedricen yasaklanması, onun da diğerleri gibi kolay kolay vazgeçilemeyecek bir fiil olmasıyla irtibatlandırılmıştır.21 O zaman günümüz Müslümanlarının da asırlardan buyana devraldıkları kötü uygulamalardan ve din adına yanlış telakkilerden bir-iki anlatımla hemen vazgeçmeyeceklerini kavrayabiliriz.

İlk Kur’an öğrencilerini tedriç konusuna hazırlayan Kalem Suresi’ndeki “Bu sözü (vahyi) yalan sayanları bana bırak.”22 ilahi uyarısı da öğreticidir. Hemen kâfirlerin helâkini isteme aceleciliğini de Rabbimiz tedriç uyarısıyla terbiye etmektedir. Dönüşüm süreçlerinde olgunlaşan Müslüman bir şahsiyet, yeni İslamî şahsiyetlerin hazırlayıcısıdır.

Dolayısıyla hakkın sürekli tanıklığına yani şehitlik düzeyine yükselmekte, istişâri birlikteliğimizi kurmakta, tebliğimizi ve mesajımızı yaygınlaştırmaktaki talim ve ıslah gayretlerimiz birincildir. Bu gayretlerimizde veya cihadımızda zaman ve üslup tarzına da dikkat ederek tebliğ ve inşa görevinde ısrarcı olmak gerekliliği ve bilincine göre bir istikamet tutturmalıyız.

Toplumsal alanda dağılma sürecini yaşayan Kur’an ümmetinin yeniden ıslah ve ihyası, merhalecilik şiarıyla yeniden ortaya konacak “biz” bilincine bağlıdır. İktidar olarak yukarıdan aşağıya oluşturulacak bir toplumsal dönüşüm tasavvuru veya darbeci yaklaşımlar çok hamasi ve iyi niyetlerle gündeme getirilse de 20. yüzyıl tarihî deneyimleri olan İran ve Sudan İslami hareketleri örneklerinde olduğu gibi sünnetullahı bütünsel olarak değerlendirememekle maluldürler. Ve hepsi de başarısızlıkla yüzleşmişlerdir; şer’i olarak da ne yönetimsel ne de toplumsal bir örneklik/model oluşturamamışlardır.

Oysa tutarlı bir siyasal iktidar, toplumsal yapının örgütlenmiş halidir. Bizler tarihî süreç içinde zindeliğini kaybetmiş bir ümmetin çocuklarıyız. Ümmet aidiyetini yeniden İslamlaştırmak ve diriltmek merhalesini gerçekleştirmeden, İslami bilince dayanan bir kitle tabanı oluşturmadan tasavvur edilen veya ihtilalci yöntemlerle kurulan İslamilik iddiasındaki bir yönetim veya devlet ya da ele geçirilen bir devlet erki, temelsizdir ve sahte bir görüntüdür. Sünnetullah toplumla ilgili ilahi yasalardır ve hak olan istikameti gösteren sünnetullah ile ilgili ayetlerden çıkartılacak toplumsal dönüşümün seyri ise istikamet üzere aşağıdan yukarıya yükselen bir dalgadır; yani kitleleşerek iktidara hatta ondan da önce ümmet dayanışmasına, diriliğine ve birliğine doğru yürüyüştür. Son resul olarak tedricî ve inkılabi bir dönüşüm ve inşa hareketi olan Muhammed’in (s) ‘siret’i buna en iyi örnektir.

Sünnetullah ile ilgili Kur’an’da geçen ayetlere baktığımızda onları Allah’ın evrendeki fizik yasaları (adetullah) olarak değil, insan ve toplumla ilgili olumlu veya olumsuz istikametle ilgili değişmez yasalar olarak değerlendirebiliriz. Yani Rabbimiz, irademizi nasıl yoğunlaştırır ve hangi istikamette kullanırsak bunun sonucunu halk eder.23 Rabbimizin “Dilediğini hidayete erdirir, dilediğini delalette bırakır.”24 tarzındaki ayetlerini de bu çerçevede anlamak gerekir.

Sünnetullah, Allah-u Teâlâ’nın insanla, toplumla, tarihle ilgili yasalarını gelişigüzel değil, bireysel ve toplumsal iradelerle irtibatlı olarak çalıştıran keyfiyettir. Toplumsal yasalarla buluşan irade ve emek hak yol çizgisinde de olabilir batıl çizgide de.

Müslümanların kitleleşmesi ve yeterlilikleri, yaşadıkları coğrafi toplum içinde oran veya sayı olarak ne düzeyde olacağı tartışılsa bile, söz konusu kitleleşme Rabbimizin emri ve ölçüleri çerçevesinde nasıl bir nitelik taşıyacaktır? Yani bizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıracak olan aramızdaki faal, şüheda ve muslih “ümmet” birimi25 nicelik ve nitelik itibariyle nasıl bir düzeyde olmalıdır? Bazı İslami çalışmaların, bırakın ümmet aidiyetini, şer’i bilinç düzeylerini bile yeterli bir nitelik seviyesine yükseltemeden, ilk elde düşmanı cezalandırmak istemeleri ya da iktidar olma acelecilikleri merhaleci Rabbani eğitimi anlamamışlık halini ya da güç olma hırs, kibir ve enaniyetini ifade etmektedir. Sünnetullah veya toplumsal değişim yasaları her din veya ideoloji için geçerlidir. Bu gerçek çerçevesinde davranansosyalist lider Lenin bile kendi aceleci romantik mensuplarını uyarmak için 1920’de bir kitap yazmıştır.26 Bu tür aceleci tutum ve sığlıklar, merhale sünneti karşısında körleşen “ihtilalci devrimcilik, radikal İslamcılık” gibi acilci tutumları köpürtmüştür. Oysa ulusal ve küresel sistemin kimliksel kuşatması içinde Müslümanlığımızın anlatımında güçlendirici bir vasıf olarak kullandığımız “İslamcılık” kavramı, İslam ile ilgili zaaflı veya dar zihinlerin ya da oryantalist İslamiyatçıların gösterdiği gibi parçacı veya ek bir anlatımı değil, ed-Din’in bütününü ifade eden içtihadi bir kullanımdır.

Bizler önceki merhaleleri kazanmadan ve o merhalelerinin topyekûn cihadını üstlenmeden, bir sonraki merhaleye geçilemeyeceğini vahyin kitabında anlatıldığı üzere tüm resullerin örnek kıssalarından çıkartabilmeliyiz; çünkü onların sireti sünnetullahla mutabık olan bir hayat serüvenidir.

Kur'an eksenli inşacı bir sosyal oluşum, Kur'an'ın ilk inzal olan surelerinde gördüğümüz ve Siret-i Resul'ün örnekliğinden anladığımız kadarıyla, hayatın içinde, Kur'an'la eğitimini pekiştiren, başından itibaren kimliğini gizlemeyen ve her türlü zulüm ve şirke "hayır" diyen, akidevi ve siyasi uzlaşmacılığı aşan, gücü oranında egemen münkeri değiştirmeye çalışan istikrarlı, kararlı ve adanmış bir çabayı ifade eder.

Bütün bir ümmet olarak coğrafyamız, bölgemiz ve yörelerimizdeki dağınıklığımız ortada. Bir bölge veya yörede Kur'an eksenli bir oluşum veya yenilenme, bilinçli bir Müslümanın veya bilinçli Müslümanların öncü girişimleriyle başlar. Bu hale, doğal liderlik diyebiliriz. Kur'an neslini inşa etme veya sosyal planda bir Kur'an nüvesi oluşturma çabası, birbirini besleyen aşamalara bağlıdır:

İlk olarak; hakkı ve adaleti talep eden bireyler arasında hayatı ve Kur'anî bildirimleri anlayacak, ortak kimlikle ilgili değerleri, normları ve şiarları kavrayıp kendisine mal edecek bir nüveleşme veya sosyal bütünleşme sağlanır.

İkinci olarak; Kur'an'da belirtilen müminlerin özelliklerine ait bildirimler içselleştirerek bir kardeşlik paylaşımının ortak eylemliliğin, kültürün ve tahsiniyat anlayışının biyografik ve manevi kazanımları zenginleştirilir. Ziyaretler, yardımlaşmalar, kültürel etkinlikler, ortak marşlar, tutarlı cemaat düğünleri, bayramlaşmalar, taziyeler, sanat faaliyetleri gibi.

Üçüncü olarak; artık bu çabalar sonucu oluşacak sosyal nüveler, doğal liderlik veya oluşum aşamalarını geride bırakıp ahengi sağlanmış ve tanımlanmış bir iş bölümü aşamasına geçebilmeli ve katılımcılar, aralarında şura işleyişini kurumlaştırabilmelidirler. Bu aşamaya nizami örgütlenme veya cemaatleşme aşaması da denilebilir.

Sonraki aşamalar ise Kur'an nesli nüvesinin olgunlaşma aşamasıdır; beraberliği yönlendirecek olan kuralların, yükümlülüklerin ve ortak beklenti sistemlerinin belirlenme sürecidir. Aynı zamanda benzer eğilimde olan teşebbüslerle koordinasyonun gerçekleştirilmesiyle birlikte, başka bölge, yöre veya alanlarda ümmetin dirilen halkalarına katkıda bulunulur ya da oluşmuş diğer İslam ümmeti nüveleri ile fikrî ve metodik konularda istişâri diyaloglarla yakınlaşmaya, ortak problemlerin çözümlenmesine gidilmeye çalışılır.

Bu düzeyde gerçekleştirilecek ilişkilerde ortak inanç, usul, metot ve hedefkaygısını taşıyan sosyal nüveler arasında ciddi bir sorun yoksa, irtibatları derinleştirip karar süreçlerinde üst istişâri düzeyler oluşturulmaya çalışılır.

Kur'an esaslı bir aynılaşmada dört esas öne çıkmalıdır: 1) Gaybi konularda veya akaid alanında Kur'an'ın delaleti açık nasslarının belirleyici olması. 2) Hadisten fıkıh ve kelam ilmine kadar içtihadi olan İslam kültürünün Kur'an'ın hakemliğinde tenkide-değerlendirmeye tabi tutulması. 3) Tarih ve toplum analizinde ve metodik ilkeleri değerlendirmede Kur'an bütünlüğünden kalkılarak içtihadi çözümlemelerle icmâ edilmeye çalışılır; ittifak olmuyorsa oy çokluğu gözetilir ya da birbirine katlanan muhayyerlik söz konusu olabilir. d) Ortak sorunlara üst çözümlemeler için yapılan istişâri toplantılar, “Ulu’l-Emr Meclisi”ne taşınmaya çalışılır. Ancak ümmet veya ıslah, ihya, inşa hareketi için oluşturulacak şura içtihadı meclisleri için de görüntüyü yakalamaya çalışan bir acelecilik içinde olunmamalıdır; alanlardan, yörelerden, bölgelerden gelen bilinçli toplumsal taban, hikmet ve liyakat düzeyi kalpleri teskin edecek bir düzeyde olmalıdır.

Zemini Çürük İktidarlar

Sünnetullah merdivenlerinden yürüyebilmek şüheda kimliğini ve takva elbisesini kuşanmakla mümkündür. Müslümanların yeniden zinde ümmet yapısına kavuşması ya da iktidar nimetini ele geçirmeleri zaman ve zemin şartları üzerinde yükselecek böyle bir nitelik toplamına ve şura temelli ulu’l-emr gücüne bağlıdır.

Emzikteki bebek için evleneceği eşi seçmek sağlıklı bir örf ve psikoloji değildir. Geçmişte kalan ve yaygın kullanımıyla hilafetya da İslami yönetim meselesi, onun dayanacağı zinde ve yeterli ümmet zemininin oluşması ve buna bağlı olarak da ilahi nass’ın gösterdiği esaslar doğrultusunda zaman ve mekâna göre içtihadi olarak biçimlenecektir. İktidar biçiminin başkanlık sistemiyle mi meclisle mi konseyle mioluşacağının tespiti, bireysel tasarımlara değil, ümmetin tümünü temsil etmeye çalışan şura içtihadına / ulu’l-emr’e kalmış bir haldir. Bu konularda alternatif tasarılar hazırlamak,yapılabilecek olana ulaşacak merhaleci mücadelenin yükü üstlenilir ve mücadele safları paylaşılırsa İslamcılık çerçevesinde anlam bulur ve müzakere bağlamında içten karşılık görür.

Yatay mücadeleyi kazanmadan, dikey alanı kuşatmamızın imkânı mümkün değildir, dediğimizde şu soru anlamlı olmalıdır: Çağımız içinde siyasetimizin önceliği iktidara ulaşmak mıdır, ümmeti yeniden ıslah ve inşa mıdır?

Tabii ki iktidar merkezli dikey mücadele, mevcut halimize baktığımızda ümmet için sünnetullah çerçevesinde yaşadığımız bir merhale değildir. Çünkü zaafa uğrayan ve seküler ulus toplumlara bölünen ümmeti ıslah edip diriltmeden, gereğince vahyî ölçü ve sahih örfe göre uyarmadan, ulusal safların asabiyesini bozup ümmet safları oluşturmadan İslami ilkelere dayanan bütünsel bir iktidar kurulamaz. İslam’ın yaşanılırlığı için muhtaç olduğumuz öz, ulus ile İslam’ın sentezi değildir. Önceliğimiz, sosyal ve siyasal bir bütün olarak ed-Din’i yaşayabilmektir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi zeminsiz ve temelsiz binalar ya hayalidir ya da malzemesi bozuk ve eksiz binalar gibi çökme namzedidir.

Yaşadığımız süreçte reel siyasette rol alan Müslümanları kendi kimliğine benzetmeye çalışan seküler ulus devlet anayasası ve mer’i kanunlar, bu alanın sınırlarını da oluşturmaktadır. İslami olmayan ölçülere mahkûm bugünkü reel siyaset alanına yönelenlerimiz, birincil görevlerine nispetle ikincil gündem konularının heyecanını yaşamakta ve yaşatmaya çalışmaktadırlar.

Zemini çürük alana duyulan heyecan veya özellikle bu alana katılım; diğer imtihanlar dışında bilinci, direnişçi bir sabrı ve şuraya ehil insanları oluşturma heyecan ve hasbiliğini kuşanamamak veya acil olanı istemekle alakalı bir körlükten kaynaklanabilir.

İdeal siyaseti örneklendirmek için elde edilen kazanımların yine acilci yaklaşımlarla küresel kapitalist sisteme alternatif üretilememesi veya kazanımların arkaik heveslerin aracına dönüştürülmesi nedeniyle merhaleci mücadele hattından kopup reel siyaset alanına atılan ya da başka yabancılaşmalar yaşayan insanlarımız da olabilmektedir. Bu konuda öncelikli hedef yanlışları dolayısıyla yaşanan kırılma ve çözülmeler de söz konusudur.

Ağır bedeller ödemiş ve İslami duyarlılığı ön plana çıkartmış olan 1979 İran Devrimi İslami bütünlük konusunda temel nizalaşmalar ve merhalede acelecilikler nedeniyle çökme namzedi olarak en somut ve yakın dönem örneği olmuştur. Toplumun mezhepçi, batini, ulusalcı zaaflarını ıslah etme tasavvurunu taşımadan; mezhepçi ve ulusalcıritüellerin taklitçiliğinden arınacak bir eğitim ve ıslah sürecini gerçekleştirmeden varlığını “İslam Devrimi” ve “İslam Devleti” olarak ilan edebildi. Böylece gerçekleştirilmesi gereken görevi ile Şah’ın rejimini devirme olayının anlamını “devrim/inkılâp” kavramıyla iç içe geçirdi. Devrimin önderlerinden Ayetullah Humeyni bile “en az 20 sene geçmeden bir İslami devletten bahsetmenin mümkün olamayacağı”nı ifade etmişti. Sünnetullahtan kopuk bir dönüşüm fikri, devlete dönüşen devrim sürecini ve iktidarını muhafaza edebilmek için, kitle desteğini sağlamak amaçlı cahilî Nevruz kutlamalarından Ayetullahların gayba taş atarcasına irtibat ve ittifak kurma iddiaları içindeki “Mehdi” ile diyalog seanslarına kadar tevhid algısından kopuk bir çürümeye maruz kaldı.

Vahyî ölçülerden, şura içeriğinden ve ümmet merkezli siyasi iktidar ufkundan uzak olan bugünkü ulusal siyaset sahneleri, vahiy dışı veya karşıtı siyasi örgütlenmelere dayanmaktadır. Çünkü günümüzde “reel siyaset”, modernitenin hâkim olduğu küresel sermaye ve mantalitenin döşediği raylar üzerinde ilerlemek; ayrıca ulusal çıkarların dayandığı siyaset sahnesindeki yürürlükteki anayasalar ve politik kurallar çerçevesinde faaliyet göstermek zorunluluğu demektir.

Coğrafyamızda da “reel siyaset” en baştaİslam adıyla Suudi yönetimi olarak işbirlikçi ve münafıkça aldatıcı icraatlar veya son dönemlerde de İran yönetimi gibi mezhepçi-ulusalcı asabiye ile zalimliğini topraklarının dışına da taşıran operasyonlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Batılılaşma ve uluslaşma akımının rol modeli laik Türkiye’den sonra; coğrafyamızdaki bu iki kirli kutup seküler-ulus sistemlerin dayattığı diktatörlük/krallık ve cumhuriyet kuralları içinde yaşamaktadır. Bu devletlerin tümü, örtülü veya açık Fransız veya ABD tipi laik sistemlerdir. Suud ve İran laikliği, kendi topraklarında ve siyasi dış nüfus alanlarında din anlayışlarını jakoben tarzda zorla dayatmakta, kendi ezberleri dışında Kur’an bütünlüğüyle ve Resulullah’ın uygulamasıyla çatışan “masiyet” üzere kararlar almakta dolayısıyla da şer’i hükümleri bölmektedirler. Türkiye laikliğinden daha fazla rahatsızlık veren bu iki siyasi kutup, işledikleri cürümlerine, fahiş sapkınlıklarına ve zulümlerine İslami kılıf bulma iddiası içindedirler.

17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan Ortadoğu ülkelerindeki devrim süreçlerini yakından takip için 46 kişilik “Ulustan Ümmete Diyalog Grubu” adı verdiğimiz gönüllü bir heyetle ilkin Ocak 2013’te Tunus’a gitmiş, en başta Nahda hareketi lideri Raşid Gannuşi ve hareketin örgütlenme başkanı Amir el-Ureyd’den devrim sürecini dinlemiş ve sorularımızla süreci ayrı ayrı müzakere etmeye çalışmıştık. Yaptığı konuşmasında Amir el-Ureyd’in not ettiğimiz dikkat çeken ifadeleri şunlardı:

“Tunus’taki diktatörlük rejimine karşı haklar ve özgürlükler doğrultusunda farklı bileşenlerle birlikte bir devrim gerçekleştirdik. Yasakçı barikatları kırdık. En güçlü kitle tabanı bizimdi. Zeynelabidin Bin Ali’yi devirdik. Bundan sonra devleti, seçimle, devrime katılan grupların halktan aldıkları oy oranına göre temsilen yöneteceğiz.

Bazı gençler İslam şeriatının uygulanması ve anayasanın kaynağı olmasını istediler. Biz de sürecimiz itibariyle bu mümkün değil dedik. Şeriat herkesin üzerine ittifak ettiği bir konu değildir. Kimine göre İslam’ın bütün kuralları şeriatı ifade eder. Kimine göre ise bir kısmı. Şeriat kavramını anayasaya bu şekilde koyarsak insanlara karşı bir haksızlık yapabilir ve insanları da düşman kılabiliriz. Bundan çekiniyoruz. En büyük parti (Nahda’nın genel seçimlerde aldığı oy oranı yüzde 44 ile yüzde 33 arasında değişmektedir.) olarak biz de şu garantiyi verdik: Şeriatı teşri kaynağı olarak koymayacağız ancak hiçbir kanun da İslam’a aykırı olmayacak (‘Medine Sözleşmesi’ni hatırlatan bir yaklaşım).

Diktatörlüğü devirerek söz ve inanç serbestisi tanıyan bir ortama kavuştuk. Devrim demek İslam’ın hâkimiyeti demek değildir. Devrim, baskıcı ve yasakçı yönetimin devrilmesi demektir. Toplumun İslami uyanışı ise ıslahtan geçer ve ıslah süreci uzun erimlidir ve tedricî olarak kazanılacak bir konudur. Asıl olan halkın kültür ve alışkanlıklarında kalın kabuk bağlayan yabancılaştırıcı ağır koşulları merhale merhale aşabilmektir.”27

Peki, tevhidî bir mücadele süreci için hakka yöneltme, adaletle hükmetme gayreti içinde olan ve ümmet olmayı önceleyen bir çizgi, Rum Suresi’nin girişinde gördüğümüz küresel siyaseti takip etme örnekliği28 gibi kendi çizgisi dışında şartları iyileştirici gelişmelere ilgisiz kalabilir mi?

Ayrıca ümmetin miras kalan gücünü ve imkânlarını korumak için gücü oranında ‘kıtal’a başvurmak zorunda bırakılan Gazze, Afganistan, Suriye, Libya direnişleri gibi vakıaların söz konusu olabileceği yaşadığımız bir gerçektir. Bu cihadi hareketler darbeci ve tedhişçi eğilimler bağlamında değil, zaruret-i hamse ekseninde değerlendirilmelidir.

Tevhidî mücadelede, ıslah ve inşa çizgisinin reel siyasetle ilgilenmesi, mevcut ulusal yapılarda iktidara gelip kandırmacalı olarak şeriatı tatbik etmek için değildir. Müminlerin reel siyasetle ilgilenmesi ancak mefsedeti engelleme çabalarına katkı sağlamak ve hakka ulaştırıp onunla adaletle hükmedecek bir ümmet inşası önündeki engelleri zayıflatmak için olabilir. Reel siyasetle ilgilenmek yatay mücadelemizi yani ıslah ve inşa mücadelemizi sürdürürken Mümtehine Suresi’nde belirtildiği gibi bizimle “din konusunda savaşmayacak, yurtlarımızdan sürüp-çıkarmayacak” kimselerle hukuki bir ortam oluşturabilmek; ayrıca “tüzel kişilik” olarak Ebu Taliplerimizi gözetip irtibat kurabilmek için olabilir.29

Ümmetçe mağlubiyet ve dağılma süreçleri yaşayan bizler, genelde cemaatsel zindeliklerimiz açısından zulme cevap vermek için coğrafyamızı yeniden fiilî ve askerî olarak fethetmek aşamasında değiliz. Ama toparlanıp bilinçlenme sürecinde sabretme, ıslahçı tutum içinde tebliğ etme ve gerektiğinde safhamızı bilen bir direnişi örgütleme merhalesindeyiz.

Reel Siyaset ve Vicdan

İfade ettiklerimizden anlaşılacağı gibi “reel siyaset” ile ilgilenmemiz ikincildir. Birincil gündemimiz ise -tekraren- vahyî bilgi, iman ve amel yolunda “biz” olabilmektir. Çünkü Rabbimizin sürekli okumamızı istediği Kitab-ı Kerim’den de çıkartacağımız gibi “şüheda” olmamız, yani yaşayan şehitler/şahitler olmamız istenmektedir. Hak ile bütünleşen ve ölçülenen “biz” olma, “şüheda” olma yolunu bilinçte ve eylemde inşa edip yaşadığımız toplumda hissedilir şekilde tanıklaştırmadan dikey hedefleri öncelemek, sünnetullahı okuyamamak, masalımsı ve delişmen heyecanlardan kurtulamamaktır.

Dava adamı olarak ister saltanat-diktatörlük rejimlerinde olsun, ister ulusal-seküler sistemlerde olsun, sistem içinde rol almış doğal hukuku ve adaleti gözeten erdemlilerle veya hasbelkader iktidar mevkilerine gelen Müslümanlarla gerekli diyaloglar kurmamız, çözülmüş ümmet yekûnunun bireyleri gibi sistem içinde mevki kapmak veya çıkar kanalları oluşturmak için olmamalıdır. Fıkhen haram gördüğümüz veya tartıştığımız mevzuları içselleştirme hâli, ıslah ve inşa sürecimiz ve özgünlüğümüz adına kabul edilemez. Siyasi sistem içinde rol alan vicdan sahipleriyle ilişkimizin türü, doğal hak ve özgürlükleri sağlamak; ümmeti yeniden diriltecek ve Müslüman toplumu yeniden İslamlaştıracak mücadele süreçlerine yol açmak kabilindendir.

Resullerin vahiyle bildirilen siretlerine baktığımızda, en başta Yusuf (a) gibi cahilî sistem içinde hayra hizmet niyeti taşıyan yetkililerin, vahiy ümmetini inşa etmeye çalışanlarla kalbî ve istişari irtibat sorumlulukları olmalıdır. Bunlar hakkında kanaatlerimiz bu sorumluluklarını yerine getirip getirmemeleriyle ilgili oluşmaktadır. Rabbani ilkeleriyle birlikte sistem içi araçlarla ilgili hem îlaf anlaşması, Habeş hicreti gibi Kur’ani örnekliklerin; ayrıca hem Siret-i Resul’deki himaye, davet, panayır, eman örfleri gibi imkân ve araçların değerlendirilmesi örnekliğinin illetleri bağlamında nasıl güncellenebileceği istişarî müzakerelerimizin konusudur.

Ümeyyeoğullarının saltanat sistemi içinde iktidar mevkiine getirilen Ömer b. Abdülaziz’in (ö.720) ıslah çabaları ve konumu, maslahatı celb ve mefsedeti def açısından oldukça önemli örneklerden birisidir. İslami mücadele için dikey eksende üzerine düşeni yapmaya çalışan Ömer B. Abdülaziz, saltanat sistemini değiştirmeye zaman ve imkân bulamasa bile çok kısa süren iktidarı döneminde idari, askerî ve sosyal konularda adalet ilkeleri çerçevesinde birçok iyileştirme yapmış; cuma hutbelerinin sonuna Ali (r) ve evladına sövme bidatini kaldırıp yerine “Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, yakınlara yardım etmeyi emrediyor, fahşayı, münkeri ve bağyi yasaklıyor…”30 ayetini yerleştirmiş ve bu hasen tavır da süreç içinde örfleşmiştir. Ama tarihî süreç içinde hem Kur’ani ölçüleri mahcur bırakma hem de ümmet olarak ulus toplumlara bölünmüşlük zafiyeti içinde, sâlihat çizgisinin kurmaya çalıştığı dikey eksen ile yatak eksen uyumu hepten bozulmuştur.

Günümüzde dikey eksen, kuralları İslam’a göre belirlenmeyen ulusal çerçevedeki reel siyaset alanıdır. Reel siyasette baskılara karşı alan açma iradesi veya açılan alanları ümmet maslahatı adına değerlendirme bilinci dava adamlarımız ve istişare ehlimiz açısından henüz nitel ve nicel kıvama gelmemiştir. Bu kişiler arasında kendince gördüğü yarar gereği iktidarda veya muhalefette reel siyaset içinde yer alan insanlarımızın kararı, merhaleci mücadele stratejisi üzerinde yürüyenlerin hem istişari kararına dayanmaz hem bu yürüyüşle bağdaşmaz.

Bu konuda tüm zaaflarıyla beraber ciddi bir kitle tabanına dayanan dikkate alınacak deneyim, Tunus’ta Nahda hareketinin İslami kimliğini örtmeyen ve laikliği benimsemeyen açılımlarıdır.

Bugün için sistem içi araçları Kur’an ayetlerinin üzerini örtmeden, kimliğimizi gizlemeden ve karşıtına müdâhane etmeden kullanabilme fıkhını, yani “sistem içi mücadele fıkhını” reel siyaset içinde ve mer’i anayasal partiler kapsamında kullanabilme becerisi hemyasal şartlar ve alt yapı,hem tecrübe yetersizlikleri ve zaafları taşımaktadır. Örneğin Türkiye’de İslami camiadan gelip Meclis Başkanlığına kadar yükselen bir mebusun -inişli çıkışlı da olsa vesayetle mücadele etmesi ve bazı kazanımları ile neredeyse 20 seneden beri iktidarda olan AK Parti’nin desteğine rağmen-, ülkede pozitivist devrimlerin öncülüğünü yapan, “Ümmetten bir ulus yarattık!” diyen ve İslami envanterimizi yasaklamaya çalışan “kurucu lider”in heykelleri önünde hiçbir yasal zorunluluk yok iken iki de bir saygı duruşunda bulunması, ölçüyü aşan sözler söylemesi reel siyasette rol alan çevre insanlarımız için kötümser bir örnektir.

Diğer bir garipliğin boyutu da sivil pozisyondaki gelenekçi ve taklitçi din anlayışını veya Kur’an perspektifinden bakmayı benimseyen bazı hocalarımızın dini anlama usulü konusunda birbirlerini yıpratırken, “kurucu ve ulusal lider”e resmî ideolojinin önemli günlerinde minnet ve saygılarını ilan etmede ortak bir seviyeye düşmeleridir.

5816 sayılı TCK maddesi nedeniyle bu konudaki eleştirimizi özgürce yapamayacağımızı ve bir mümin için mahsurlarla dolu izhar edilen bu tür minnettarlık halleri karşısında hüzün ve acı dolu bir şaşkınlık yaşadığımızı belirtmek isteriz. Acaba cahiliye, dehrilik, tuğyan, İstiklal Mahkemeleri katliamlarını çağrıştıran Ashab-ı Uhdud gibi ayetleri tertil fıkhı gereği varlığı Karl Marks gibi, Vladimir Lenin gibi bir sisteme dönüşen söz konusu “bani”den ayrıştırarak nasıl yorumlayacağız? Ulusalcı-seküler Kemalist sisteme de hitap eden bu tarz ayetleri tarihselciler gibi geçmiş zamanlara mı terk edeceğiz?

Müslüman bir toplumu kimliksel olarak ulusalcı, Batıcı ve pozitivist bir zihniyete zorlayan resmî ideolojiyle ve bu nizamın banisi diye öğretilen kişiyle kurulan bu tür üretilmiş ünsiyetler, muharref geleneğin modern türüdür. Bu tür minnet ve abartılar reel siyaset içinde de sivil-ideal siyaset içinde dehak, adalet, özgürlük alanları açma ve vesayetten kopma özlemleri için maalesef ki iflah olmaz bir fatalist kötümserliğiifade etmektedir.

Merhaleci Hattımızın Değeri

Toplumsal değişimde alttan gelen dalga önemlidir. Bu kitlesel dalga gücünü oluşturmadan, dikey alanda bazı kazanımlar elde etse bile, o kazanımlar hep zeminsiz kalmaktadır. O zaman şüheda nesline süreklilik kazandırmak ve ümmet zindeliğini yeniden ihya etmek için biz müminlere düşen asıl görev, toplumsal düzeydeki sivil organizasyonlarımızı, niteliksel açılımlarımızı, öz gücümüzü büyüterek yatay mücadelede mesafe kat etmiş olmaktır.

Islah, ihya ve inşa mücadelemiz reel siyaset meclislerinden veya saraylarından gelen özgürlük kırıntılarını beklemekle durağanlaşmamalıdır. Bu kırıntılar önemlidir ve bizatihi kendi varoluşumuzun gücü oranında meclisleri-sarayları tabii ki tevhid, adalet, özgürlük yürüyüşümüz için 1 Mart Tezkeresinde olduğu gibi imkân oluşturmaya fıtri ve barışçıl biçimlerde zorlayabiliriz. Ancak bunun içinde kendi öz gücümüzü oluşturmalı ve sınamalara hazır hale getirmeliyiz. Öncelikle sünnetullah çerçevesinde ümmeti diriltmek için hakka yönelmek ve yöneltmek, adaletle davranmak ve adaleti ikame etmeye çalışmak görevini üstlenmeliyiz. Bu konudaki başarının sonu felah; lakaytlık ise çile ve azaptır.

Durum değerlendirmemizde tekrarlayacağımız tespitlerden birisi de şudur: Küresel kapitalist cahiliyenin bütün hayatımızı kuşatma çabası belki de Mekke cahiliyesinden çok daha ağır biçimde üzerimize çökmektedir. Yerel ve küresel cahilî sistem içinde sistemin iznine bağlı dergi, dernek, ticarethane, okul gibi araçları “cahilî sistem içi araçlar fıkhı” çerçevesinde ve istişare ettiğimiz oranda kullanıyoruz. Ama liberalizmin ve kapitalist tüketim kültürünün Müslüman kitlelere dönük “bireycilik” telkini, sistem içi araçlarla yapılan İslami organizasyonların ve İslami perspektif sunumlarının etkisinden çoğu zaman daha etkin olabiliyor.

Çözülmüş, kimliği ulusal ve seküler kirlerle bulanmış Müslüman kitleleri uyarma, arındırma, ıslah ve inşa faaliyetleri gerek Yunus’un (a)resullüğünün ilk dönemi gibi kendi zaaflarımızdan ve aceleciliğimizden ötürü; gerek Nuh (a) gibi muhatap kitlenin ve ortamın olumsuzluğundan ötürü karşılık bulamıyor hatta moral bozukluklarına kapı aralıyor olabilir.

Resulullah’a hitap eden şu ayet-i kerime bizler için de ibret oluşturmalı değil midir? “Muhammed, yalnızca bir resuldür. Ondan önce nice elçiler gelip-geçmiştir. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz? İki topuğu üzerinde gerisin geri dönen kimse, Allah'a kesinlikle zarar veremez. Allah, şükredenleri pek yakında ödüllendirecektir.”31

İktidar eksenli tarihte sürekliliği görülmese de yatay eksenli tarihte her daim sünnetullah eksenini takip eden kalın veya inci bir çizginin veya ümmet nüvesinin var olduğuna Rabbimizin işaret ettiğini vurgulamıştık.32

Sosyal ve siyasal varoluş mücadelemizin yasasını ve hikmetini Rabbimiz çok beliğ olarak açıklıyor: “…Allah inananları ortaya çıkarsın ve sizden şehitler edinsin diye biz o (egemenlik) günlerini insanlar arasında çevirip duruyoruz.”33 Önemli olan kulluk bilincini ve şehitlik görevini üstlenebilmektir. Ayrıca “… O (Kur’an) senin Rabbinden gelen bir haktır ama insanların çoğu iman etmezler.”34 ilahi hükmü de göstermektedir ki çoğunluk asıl değildir.

Tabii ki İslam ümmetini yeniden oluşturacak sosyal nüveler kurma veya Kur'an neslini inşa etme idealini içselleştirip taşıyabilmek için gerekli donanım ve emeği henüz üstlenemeyenler, projelerin tüketildiği bu modern çağın bir talebi olarak aceleyle konuyla ilgili tasarımı ve tüzüğü belirlenmiş, yol haritası çizilmiş mükemmel planlar ve projeler istiyorlar.

Tabii ki konuyla ilgili içtihadi çözümlemeler ve hükümler işimizi kolaylaştırıcı ve standartlaştırıcıdır. Ancak karşılaştığımız sorunlar öyle çeşitli, seyyal ve çetrefillidir ki bu konuda öncelikle hap mahiyetinde çözümler ortaya koymaktan ziyade, çözüm üretebilecek yeterlilikte vahiyle yaşadığı sorunlar arasında bağ kurabilecek ve tutarlı görüşler serdedebilecek dirayette zinde şahsiyetler yetiştirebilmeliyiz. Diğer bir ifadeyle sedirinden ya da protokol sofralarından kalkmayan âlimler’den çok; hikmet ve basiret ehli, söylediğini tanıklaştırabilen ulu’l-elbab’ı çoğaltabilmeliyiz.

Kur’an bütünlüğünden anladığımız toplumsal değişimin yasası gösteriyor ki zulüm ve fısk yönetimlerini geriletmek için sahih bilgi ve iman, salih amel ve şehitliği kuşanarak istikamet üzerinde yürümek için ufku geniş ve hikmetli muslihler, müminler, şahitler ve yaşayan şehitler gereklidir. Nefsimizde, yakınlarımızda ve toplumumuzda değişimin kuralları çok olup kalabalıklar oluşturmak değil; doğru algı, itikat ve metodik şura açılımlarına imkân sağlayan şehadet çizgisinde az sayıda da olsa var kalmak ve yürüyebilmektir. Layık olabildikten sonra sevindirici haberi Rabbimiz veriyor. Çünkü Allah “Günleri insanlar arasında döndürüyor.”35 Zaaflarımızdan ve zayıflıklarımızdan arınmanın yolu da bu çizgidir. Bu tevhidî çizgi Kur’an’daki tarih yorumuna göre hak ettikçe yükselen, nimetten uzaklaşıldıkça incelen dairesel çevrimdir. Tarihin veya tarihimizin akışını değiştirecek olan çevrim ise çokluğumuz veya azlığımız değil, niteliksel, istişari ve birlikte iş yapabilme gücümüzdür.

 

Dipnotlar:

1- Hamza Türkmen, “Hak Mücadelesinde Yatay ve Dikey Tarih Akışı”, Haksöz Dergisi, Sayı: 321, Aralık 2017.

2- Nâs, 114/2.

3- Kasas, 28/5.

4- “Onları, ateşe çağıran imamlar kıldık; kıyamet günü yardım görmezler.” (Kasas, 28/41)Ayrıca bkz. Tevbe, 9/12.

5- Daremi, Harâc, 2671.Benzer bir ifadeyle: EbûDâvud, İmâre, 36.

6- Abdülkerim Zeydan, İslam’da Fert ve Devlet, Çev.: Cemal Arzu, Düşünce Yay., İstanbul 1978, sf. 21-22.

7- Buhari, Âhad, 1; Müslim, İmâre, 39.

8- Â’raf, 7/159.

9- Â’raf, 7/181.

10- Âl-i İmran, 3/113-115.

11- Fatır, 35/32.

12- Zeydan, A.g.e.,sf. 23-24.

13- Furkan, 25/32.

14- İsra, 17/106.

15- Nahl, 16/67; Bakara, 2/219, Nisa, 4/43, Maide, 5/90-91.

16- “Hırsız erkek ve hırsız kadının yaptıklarına karşılık Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin. Ve Allah Aziz’dir, Hakîm’dir.” (Maide, 5/38) İbn Kesir, ayetin tefsirinde, cumhurun nisabı esas aldığını ama nisab konusunda anlaşamadıklarını belirtir. Bir ekole göre üç dirhem, bir ekole göre on dirhem veya bir dinarın dörtte biri, diğer ekollere göre de bir veya beş dinardır.(Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çev.: Bekir Topaloğlu - Bedrettin Çetiner, Çağrı Yay., İstanbul 1984, sf. 2272-2278). Mustafa İslamoğlu ise bu had cezasının seferde veya gazada ya da aç kalan insana uygulanmadığını gösteren hadisleri aktarmıştır. (Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Yay., İstanbul 2014, sf. 190-192)

17-  “Zinaya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayâsızlık’ ve kötü bir yoldur.” (İsra, 17/32). Zemahşeri şöyle diyor: Ayetteki “فَاحِشَةً” kelimesi, sıradan bir çirkin fiilin ve davranışın çok ötesinde daha da çirkin bir fiil demektir. Bu itibarla doğrusu zina yoluna sapmak, ne kadar da çirkin bir fiil ve davranıştır o. Çünkü zina fiili, sana ait olmayan, ortada meşru bir sebep olmaksızın başkasının karısını, kızkardeşini veya kızını gasp ederek gayri meşru bir şekilde ilişkide bulunmak demektir. Sebep ise mümkün ve uygun olan şeydir ki bu da Yüce Allah’ın meşru kıldığı şekilde o kadınla evli olma gereğidir. (El-Keşşaf, V. Cilt, baskı aşamasında, Çev.: Harun Ünal)

18- Nur, 24/2.

19- Nisa, 4/15; 4/16.

20- Rum, 30/39; Nisa, 4/160; Âl-i İmran, 3/130, Bakara, 2/275.

21- Muhsin Demirci, “Kur’an’ın Nüzul Sürecinde Tedricilik”, Din Eğitim Araştırma Dergisi, İSAM, İstanbul 2002.

22- Kalem, 68/44 ve Âraf, 7/182.

23- Rad, 13/11.

24- İbrahim, 14/4; Nahl, 16/93; Fâtır, 35/8 vd.

25- Âl-i İmran, 3/104.

26- Vladimir Lenin, “Sol” Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, Çev: Muzaffer Kabagil, Sol Yay., Ankara 1977.

27- Hamza Türkmen (Edisyon), Tunus’ta Devrim Süreci, sf. 42-50; Bülent Gökgöz, “Islah, Tedricîlik ve Tunus”, sf. 135-139, Ekin Yay., İstanbul 2013.

28- Rum, 30/1-4.

29- Mümtehine, 60/8-9.

30- Nahl, 16/90.

31- Âl-i İmran, 3/144.

32- Â’raf, 7/159, 181.

33- Âl-i İmran, 3/149.

34- Hud, 11/17.

35- Âl-i İmran, 3/140.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR