Nehir Aydın Gökduman

Yazarın Tüm Yazıları >

Eylülle Gelen

Eylül 2004A+A-

Sen oku Elif...

En uzun yazdı, öyle bunaltıcı geçiyordu ki günlerim, eylülün gelmesinden korkuyordum. Annem boş oturmalarıma, dalgınlıklarıma söylenip duruyordu. Artık her birini en az iki üç kez okuduğum roman kitaplarını tekrarlamaktan, olur olmaz vakitlerde, meşin kaplı günlüğümü karalayıp durmaktan vazgeçmeliydim. Her gün yeni bir elişi başlayıp elime tutuşturuyordu. Ama ben renkli orlonlarla en basit peçeteleri bile örmekten acizdim. Öğrenmek için çaba da göstermiyordum. Yüzümü asıp oflayıp pufladığım bir yana, parmağıma ve tığa doladığım iple cedelleşiyordum. Üç örüp beş söküyordum. Kaç tane tığ eskitmiştim yaz başından beri. Yine de bir arpa boyu yol katedememiştim. Annem, ilgisizliğimi inatçılığıma, haylazlığıma, dikbaşlılığıma yoruyor, kırdığım tığ sayısının düzineyi bulduğunu söylüyordu. Arkadaşların en gözalıcı dantellerle, işlemelerle baba ocağından uçarlarken, senin çeyizin deli kızın bohçasına benzeyecek diyordu. Ele güne rezil olacağız. Annesi hiçbir şey öğretmemiş mi buna diyecekler. Hu, duydun mu sana söylüyorum sana, aklı beş karış havada!

Benim derdim başkaydı oysa. Aklım ağustos ortalarında babamla birlikte gidip yaptırdığımız Şehit Mehmet Gönenç Lisesi'ndeki kaydımdaydı. Sokağımızdaki akranlarım yazıldıkları liselerin ön hazırlık telaşıyla oradan oraya koşuştururken, ben şimdiden eylülde onların ardından bakacağım anların hüznüyle titriyordum. Babam iki gün evvelinde, git liseden kaydını sildir demişti çünkü. O dört kelimelik menfur cümleyi duymamla yarına dair ne varsa içimde umut, hayal adına tarumar oluvermişti.

Şu kooperatif evimizin yapımına ortak olduğumuz günden beri her ay başında, ödenecek senetler sırasında, mutfakta biten tuz şeker vs. adına ya da kendimi bildim bileli bir türlü denkleştiremediğimiz eşya taksitlerimiz yüzünden tartışma çıkardı evimizde. Annem mi söylemeyi bilmezdi, babam mı çıkışacak birilerini arardı, birden alevlenirdi ortalık. Çoğu zaman: Saçımı süpürge ettim yine de yaranamadım size diye başlardı annem; babamın cevabı gecikmezdi: Ya ben, ben ne yaptım! Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim ama gazoz kapağı kadar hükmüm yok bu evde! Kardeşim babamın her gazoz kapağı benzetmesiyle kıkır kıkır güler, ben ise sıradaki cümleleri ezbere bildiğimden ya balkona çıkar ya da evin en ücra köşesine sığınmayı yeğlerdim. Sesleri duymamak için kulaklarımı tıkar, başımı yastığın altına gömer, güzel şeyler düşünmeye çalışırdım ama boşuna... Küçük harflerle konuşmaz, bağırır çağırır, kâh birbirlerine kâh çevredekilere suç bulur, asla yapamayacakları tehditlerle tartışmayı büyüttükçe büyütürlerdi. Kavga genellikle annemin kesik tiz hıçkırıklarıyla durulur, az sonra babamın gittiğini anlatan dış kapının güm diye inleyen sesiyle son bulurdu. Sonra üç gün ya da bir haftaya yayılan dargınlık safhası girerdi devreye. Sanki her seferinde çok farklı, çok haklı bir gerekçeyle kavga etmişler gibi ikisi de öyle mağrur, öyle müdanasız dururlardı ki evin içinde kardeşim ve ben hangisine hak vereceğimizi, ortamı nasıl yumuşatacağımızı bilemezdik.

Son yaşadığımız da öyle bir şeydi işte. Annem kooperatif evimize taşındığımızdan beri evin içini yerleştirme telaşıyla oradan oraya koşuşturup duruyordu. Babam eskiden beri süsü şatafatı sevmezdi. Bir lokma bir hırka türünden... O yüzden annemin o köşeye begonya saksısı, bu köşeye zigon sehpa takımı, salona salkım saçak bir avize, mutfağa aspiratör, çocuk odasına ranza, koridora yolluk özentilerini anlamsız buluyordu. Annem ne zamandır yeni evimizin pencerelerine eski tül perdelerin hiç yakışmadığını, hatta pencerelerden üçünün çıplak kaldığını dolamıştı diline. O akşam da yine perde meselesi getirildi masaya. Yemeye oturmuştuk, çorbalarımızı kaşıklamamıştık henüz. Annem evimizin pencerelerini işaret ederek: 'Baksana şu perdelerin haline; perde demeye bin ispat ister, bunlara perde değil, sofra bezi denebilir ancak. Karamürsel'deki saten perde kampanyasından haberin var mı?' diye söylendi. Babam da bütün rahatlığıyla, bir yığın taksitimizin olduğunu, bu durumda eve değil saten perde, tahta çorba kepçesi bile alamayacağımızı hatırlattı anneme... Derin bir sessizlik oldu, fırtına öncesini çağrıştıran. Sonra babam elektriklenen havayı yumuşatmak için yıllardır o adı var kendi yok, toplu sözleşme hayaline getirdi lafı. 'Sendika iyi çalışıyor, sözleşmenin imzalanması seneye mayısta, o da olmazsa eylülde, gerçi şubata da sarkabilirler, o zaman perde mi, kilim mi, kül tablası mı ne istiyorsan alırız,' diye telkinlerde bulunurken; annem: 'Evde on iki tane pencere var, o güne kadar camlara gazete kâğıdı mı gereyim? Lafla peynir gemisi yürütmeye çalışma!' diye bayrağı çekince, babam da: 'Laf cambazlığında üzerine yok, ama bu yıl büyük kızın liseye başlamasıyla bütçemizde açılacak kocaman delikten haberin var mı?' diye kükredi. Ardından biri bıraktı öteki aldı lafı... Bir an çorba kaselerinin havada uçuşacağını, saçımızın başımızın tarhanaya bulanacağını zannettim. Neler neler söylediler. Bir susup beş konuştular... Ve her zamanki gibi ortaya dağ gibi laf birikintisinden başka bir şey komadılar.

Babam işte o akşamın ertesinde, liseye gidip kaydımı sildirmemi söyledi bana. Şaşırmıştım. Annemi üzmek için blöf yapıyor olabilir miydi? Ona koştum hemen, boş pencerelere eski perdeleri geçirmekle meşguldü annem. Bütün şikâyetime rağmen hiç tınmadı. Birkaç gün sonrasında ise neredeyse babamın görüşlerine sahip biri olarak duruyordu karşımda. Ortaokula gitmemi meğer son sınıfta gireceğim Devlet Parasız Yatılı Okul Sınavı'nı kazanırım da hemşire çıkarım diye istemişmiş. Girdiğim sınavdan bir sonuç çıkmadığına göre... Düz liseye gidersem bunun bir de üniversitesi varmış. Bu bütçeyle, evin bunca eksiği gediği varken olmayacak duaya amin demekmiş bizimkisi. O yüzden...

Üç yıl önce ilkokulu bitirip ortaokula kaydolacağım zaman da buna benzer bir sorun yaşanmıştı evimizde. İlkokulu iyi bir dereceyle bitirmiştim ve herkese nasip olmayacak bir okuma azmi vardı içimde. Babam şu anki kooperatif evimizin yapımına yeni ortak olmuştu o zaman. Ortaokul evimize hayli uzaktı. Otobüsle gelip gitmem icap edecekti. Kooperatifin taksitleri de tek ücretli bir aileyi zorlayacak cinstendi. O yüzden babama göre öğrenimime hiç değilse bir yıl ara vermeliydim. Bu arada hem maddi gücümüz artardı, hem de ben eve ev işlerine alışır, biraz daha kafayı toparlar, akıllanır uslanırdım. Benim gönlüm razı olmadı tabii. Annem de arka çıktı. Ben bildim bileli benim okumamı iyi bir meslek sahibi olmamı isterdi. O zaman da bu konuda çok münakaşa ettiler. Yine sendika iyi çalışıyor, seneye toplu sözleşme imzalanır diyordu babam; o zaman elimize yüklü para geçer, hepimiz soluk alırız. Bir yıl gecikmeyle millet alim oldu da siz cahil kalmadınız ya... Ama ııh annem sözünü geçirmeyi başarmıştı. Ve ortaokula yaşıtlarımla birlikte başlamıştım. Gerçi parasızlık yüzünden yeni bir forma diktirememiştik. Okuduğum okulun forma rengi siyahtı ve ben komşu kızından ancak mavi bir forma bulabilmiştim. Formayı kumaş boyasıyla siyaha boyadık ama tutmadı. Üstelik boya tutsun diye çok kaynatılmaktan buruş buruş oldu. Kırışıklıkları ütüyle bile tam olarak gideremedik. Sorun etmedim. Herkesin siyah renk giydiği bir okulda, masmavi formamla biraz sıkılgan, biraz mağrur ama içi hep okuma şevkiyle kıpır kıpır durdum arkadaşlarımın içinde. Liseye de bambaşka bir renk formayla gidebilirdim halbuki. Herkes gri giyerken ben eflatun bile giyebilirdim. Tek kuruş harçlık istemezdim yine. Yeni evimiz liseye uzak sayılmazdı, otobüs biletine de gerek yok... Neden tam okulların açılma arifesinde kopmuştu ki şu uğursuz kavga.

Eylül bütün hızıyla yaklaşıyor ve ben içimde kaynayıp duran volkanla mücadele etmek zorundayım. Baharda girmiştim Devlet Parasız Yatılı Sınavı'na. Hiç değilse kazanamadığıma dair bir belge gönderilmesi gerekmez miydi? Tık yok. Hâlâ liseden kaydımı sildirmedim. Umut işte... Babamın iş dönüşleri yüzünde minik bir tebessüm, bakışlarında 'hadi yine sen kazandın' diyen imalı bir serzeniş yakalarım diye bekliyorum. Ama o maden fabrikasındaki işinden her gün biraz daha öfkeli, biraz daha canı sıkkın dönüyor eve. Doğru dürüst yüzüme bakmıyor, dil ucuyla bile halimi hatırımı sormuyor. Ne liseden kaydımı sildirip sildirmediğimi araştırıyor, ne de okul için gerekli olan hazırlıkların peşine düşüyor. Annem ise yeni dairemizi istediği gibi dayayıp döşeyememesinin müsebbibi olarak beni görecek neredeyse. Onlara çok mu yük oldum? Bugüne kadar öğrencilik yaşamımda, okul açılırkenki kırtasiye masrafları dışında ekstra bir maliyetim olmadı sayılır. Ama şimdi dünyanın en pahalı üniversitesine kaydolmuşum da okutabilmeleri mümkün değilmiş gibi kasılıyorlar... Hiç değilse Parasız Yatılı Okul Sınavları'ndan bir haber çıksa ya. Annemin ısrarlıyla sınav formundaki hemşirelik okullarını işaretlemiştim. Halbuki hemşire olmak istediğimden emin değilim. Hatta sağlık sektörünün gözüme ürkünç geldiğini bile söyleyebilirim. Kan görmeye dayanamayan biri iğne yapabilir mi? Serum takabilir mi hiç? Ya ameliyat hemşireliği düşerse bahtıma! Ama okuyabilmem için sırf bu yol kalmışsa içimdeki korkulara meydan okuyabilirim. Ufukta cılız da olsa bir ışık yansın yeter ki...

Ortaokulu birlikte okuduğum arkadaşlarımdan Nigâr'ı gördüm dün. Babasıyla çarşıdan dönüyorlardı. Ellerinde şehrin ünlü mağazalarından alışveriş yaptıklarını belli eden rengârenk bir yığın çanta; Nigâr nasıl da mutluydu bana gri okul formasını gösterirken. İyi ki fazla kurcalamadı benim durumumu. Babasının okulların açıldığı gün, liseye başlama hediyesi olarak kendine bir sürpriz hazırladığını o yüzden eylülü dört gözle beklediğini anlattı hararetle... Sınıfımızın, belki de okulun en tembeliydi Nigâr. Yine de ne şans kızdaki. Bizimkiler de bana bir sürpriz hazırladılar Nigâr'cığım... 'Git kaydını sildir sürprizi! ' O kıskançlıkla, sen bu kafayla liseyi zor bitirirsin ama neyse, diyebilirdim Nigâr'a. Sustum. Kendimi tutmasını bildim. Bîçare gülümsedim sadece.

İşte eylül!... Şarkılara şiirlere konu olan o hüzün abidesi romantik ay! Benim içime de hüznünden katre katre akıt ki ahım arşı tutsun. Dağınık uykularıma sükunet, yiten umuduma şevk gelsin. Eylülle birlikte, odamı paylaştığım kardeşimin uykudaki nefeslerini sayar oldum. Henüz beş yaşındaysan ve umurunda değilse dünya böyle sere serpe uyursun işte. On gün kaldı okulların açılmasına. On güncük... İki yüz kırk saat... On dört bin dört yüz dakika... Sekiz yüz altmış dört bin saniye... Elli bir milyon sekiz yüz kırk bin salise...

Annemle babam ilk kez bu kadar uzattılar dargınlıklarını. Evdeki gerginlik asırlara bölünecek gibi... Babam önceki vakıalarda küskünlükleri üç günü geçti mi: 'Don lastiği gibi uzatıp durma Mücella, bu yaştan sonra surat yapmak yakışıyor mu bize', diye çıkışırdı anneme. O da don lastiği lafıyla belli belirsiz gülümser, önce netameli, ardından yavaş yavaş yumuşayan bir ses tonuyla laf yetiştirmeye başlardı. Bu yeni bir tartışmanın başlangıcı gibi gözükse de ben anlardım ki birbirlerine öfkeleri geçmiş... Ee hani? On beş gün olmadı mı perde tantanası yaşanalı? Bunların inadı birbirlerine mi bana mı? Her gün barışmaları için yeni yollar denemiyor muyum ben? Bu sabah kahvaltıda babamın sevdiği krepten yapmıştı annem. Servis tabağına koyduğum krepleri maydanoz ve tereyle süsleyerek babamın önüne bırakırken, annemin kendisini ne çok düşündüğünü ima ettim. Aslında annemden bir nevi zeytin dalıydı bu krepli kahvaltı. Lakin babam hiç oralı olmadı. Tabağındakileri yangından mal kaçırır gibi tüketip, Allahaısmarladık bile demeden işe gitti. Annem de boğazında durasıca diye söylendi arkasından. Son on gün de böyle mi geçer? Ben sahiden okulsuz kalır mıyım? Ortaokuldaki Türkçe öğretmenime ben de büyüyünce edebiyat fakültesine gideceğim, hem öğretmen hem de yazar olacağım derken hayallerimi mi söylemişim yalnızca? Benim babam neden Nigâr'ın ki gibi değil sanki! Sürpriz mürpriz istemezdim. İlle de bir şey almak isterse hediye babında, sevdiğim yazarların kitaplarından seçerdim. Nigâr'a kalsa ya son moda spor ayakkabı peşindedir ya da blucin... Okulda ona buna gösterip markalarıyla hava atacak ya...

Ah! Okulda hangi sınıfta okuyacağım, numaram belli olmuştur çoktan. İlk gün öğretmenler sınıfa girerler. Numara sırasıyla tek tek herkesi kaldırırlar. Aslen nerelisin? Kaç kardeşsiniz? Baban ne iş yapar? Annen çalışıyor mu? Gelecekte hangi mesleği seçmek istiyorsun? Tanışma faslı uzar gider böylece... Sıra bana gelince kaydı var kendi yok kim bu numaranın sahibi diye merak ederler mi? Belki de birkaç yoklama sonrası ismimin üzerini kırmızı kalemle çizerler. Hep korkmuşumdur ismimin üzerinden kırmızı kalemin geçmesinden. Bu bir tür yasaklanışı, tutuklanışı çağrıştırır bana. Ben ismimin kırmızı kalemle çizilmesi için ne suç işledim ki. Hiç değilse ilk bir ay sınıf listesinde kalsaydı adım. Öğretmenlerim ismimi ezberleseler, hatta neden okula gelmediğimi merak etseler, sorup soruşturup izimi bulsalar. Öyle duyarlı öğretmenler kaldı mı ki? Yine Nigâr'la aynı sınıfa düşersek onu tembihleyebilirim belki. Arkadaşımdır, birkaç güne okula başlayacak dedirtebilirim öğretmenlerime. O zaman adımı çıkartmazlar listeden. Sonra ne olacak peki? Annem ve babam barışıncaya kadar devamsızlıktan kaydım düşecek. Hem barışsalar bile beni okutmakta hemfikir olabilirler mi artık? Off, ne zor bir açmaz bu...

İşte eylülün yedisi... Üç gün sonra balkona oturup okul yoluna döşenenleri izleyecek olmanın burukluğuyla sarsılıyorum şimdiden. Sokaktan gelen çocuk sesleri sabrımı zorluyor...

"Yağ satarım, bal satarım,"

Kardeşim değil mi şu cır cır böceği:

"Ustam öldü ben satarım…"

Seneye ilkokula başlama yaşına gelecek o da. Biliyorum bana çıkardıkları güçlükleri ona çıkarmayacaklar. Bugüne kadar sen büyüksün idare et, o daha küçük laflarını çok duydum. İdare de ettim, görmezden de geldim yaptıkları ufak tefek ayrıcalıkları. Ama bu konu da hiçbir tolerans beklemesinler benden. Eften püften sebeplerle kaç günümü zindan ettiler. Saatleri, dakikaları saydırdılar. Duvardaki takvimin yaprağını koparmaktan korkar oldum. Hem günler, aylar, mevsimler niye kovalar ki birbirini, zaman diye bir şey olmasaydı ya...

Okulun açılmasına üç gün kaldı. Geri sayım başladı, geri sayım başladı...

Annemle babam bugün barışsalar bile, okul hazırlıkları için çok geç olmaz mı? Hadi defter ve kitapları aldık diyelim; üzerime göre bir forma uydurabilmem için en az bir hafta lazım. Pazartesi sabahı nasıl da hareketlenecek ortalık. Ah gri formaları, kar beyaz çoraplarıyla okul yoluna dökülecek arkadaşlarımı görür gibiyim. Acaba ağır bir hastalığa yakalanmış gibi yatağımdan hiç kalkmasam mı o sabah? Derin derin inlesem, boncuk boncuk terlesem, tir tir titresem sıtmalılar gibi. Ağzıma lokma koymasam, su bile içmesem. Neyin var diye başıma toplananlara tek bir kelime etmesem. Dargın ve sitemkâr bakışlarla karşılık versem yalnızca. Yaptıkları hatayı anlarlar mı? Sahiden hasta olabilsem keşke!

Of çatlayacak gibi ağrıyor başım! Bütün bedenimi ekmek fırınlarından fışkıran o kızıl alevler dağlıyor sanki. Balkona çıkmak istiyorum ama kolumu kıpırdatmaya mecalim yok. Annem mutfaktan sesleniyor. 'Elif, hadi kahvaltıya' Sesi ne kadar da durgun ve ilgisiz. Bu eylül ortası pazartesisi ona hiçbir şey hatırlatmıyor mu? Anne liseli olacaktım ben, unuttun mu? Uzun kış gecelerinde konuşurduk hani. Yüksekokullar bitirecektim. İşim aşım ekmeğim olacaktı. Tatillerde el öpmeye gelirken o çok sevdiğin cevizli lokumlardan getirecektim sana. Şehnaz Hanım Teyze'nin gelini gibi görgülü, kültürlü, birikimli, bilgili bir duruşum olacaktı insanların arasında. Hangi meclise girsem sözüm sohbetim dinlenecekti. Hangi ele uzansam sevgi güldestesi... Bilgili ama alçakgönüllü, tutkulu ama itidalli yüreğimle ışık olacaktım galaksimize. Şu üç günlük dünyada ilkyaz tadında, fakire fukaraya, yolda darda kalmışa, öksüze yetime kimsesize el uzatacaktım. Hayır dualarını alacaktım. Kendim gibi bir eşim, ışıl ışıl çocuklarım, yetmedi bitmedi kavgalarının yaşanmadığı mutmain bir aile ocağım olacaktı. Babam ve sen torunlarınızı görmeye geldiğinizde bizimle gurur duyacaktınız. Allah'a bir kez daha şükredecektik beraberce. Soframızda duamız, dilimizde sevgi sözcüklerimizle ne hoş olacaktık ne hoş tutacaktık birbirimizi. Eğer sizden hep uzaklarda yaşamak zorunda kalırsam, dağlar denizler girerse aramıza; telefon açacaktık sıklıkla, mektuplar yazacaktık. Evet mektup ille de olacaktı. Şimdinin çağrıları, mesajları gibi soğuk değildir mektubun yüzü. Ak kâğıdın üzerine inci gibi sıralanacaktı harflerim. İlk harf hep C olacaktı. Sonrakiler a,n,ı ve m... Canım annem, babam... Sen biraz ağır okuduğun için, mektubu sabırsızlıkla kardeşimin eline tutuşturacaktın. Çabuk ol diyecektin. Kem küm etme, adam gibi oku şunu... Hepinize selam ederim, ellerinizden gözlerinizden öperim... Satırların ne hızlı tükendiğine hayıflanacaktın, mutluluktan ağlayacaktın. Bense yazdığım her yeni mektubun mürekkebi kurumadan bir yenisine başlayacaktım. Anne iyiyim ben, sağlığınıza duacıyım, dualarınıza muhtacım... Neye ihtiyacınız olursa çekinme yaz... Ağaçlar çiçek açınca, bahara anne... En geç nisana, ya da mayıs başları... Balkonda yolumu gözle...

Ne çabuk unuttu imgelerimizi. Bir oda takımıdır tutturdu yaz başından beri. Ben dantel örmeyi sevmiyorum işte. Pire başlı incecik tığa bembeyaz ipliği dolamak, üç zincirdi beş dolguydu uğraşmak canımı sıkıyor. Neden her el işi muhabbetinde baş ağrım tutuyor, yüzümü al basıyor, nefesim daralıyor sanki... El işi almıyorsan ev işi vereyim diyen annemin alaycılığı içime mi işledi, yoksa okul ümidimi yitirdiğim için mi böylesine halsizim. 'Kahvaltı hazır duymadın mı?' diye yineliyor annem. Kurumuş dudaklarımdan cılız bir ses yükseliyor: 'Hastayım!' Duymadı beni. Yine her sabahki tembellik uykusuna daldığımı sanmış olmalı. Tatlı sert beliriyor odamın kapısında. Yorganımı asılırken: 'Kardeşin sütünü ekmeğini bitirip çoktan sokakta oyuna daldı, sen hâlâ horluyorsun,' diye söyleniyor. İniltilerim annemin tiz söylenişlerine karışıyor, ama hâlâ farkında değil çektiğim acıların. Hastayım ben anne, baksana tenime ütü vurulmuş gibi, eklemlerim birbirinden kopacakmışçasına sızlıyor, dilim boya fıçısına daldırılmış sanki, parmağımı kıpırdatmaya mecalim yok, bir de boğazım...

Böyle anlarda ilk işi sağ avucunu alnıma kapamaktır. Yüksek ateş vakıanın vahimlik habercisidir anneme göre. Kardeşim ve ben ne zaman ateşlensek sirkeli suya daldırdığı ıslak bezleri alnımıza, kasıklarımıza, koltukaltlarımıza yerleştirir. Rasgele ilaç içirmeyi sevmez, nane, kekik,limon, anason ne varsa evde katar karıştırır kaynatır içirir. Doktor ancak şikâyetimizin sürekliliği halinde girebilir devreye. Avucu alnımdan fışkıran ısıyla yanınca mutfağa koşuyor. Az sonra sirkeli bezler vücudumun muhtelif bölgelerinde yerlerini alıyor. Gözlerime bakmıyor hiç. Bir baksa, gözbebeklerime yuvalanan kederi görse... Ben iyileşmek istemiyorum, artık hiç iyileşmeyeceğim, ömrümün sonuna kadar yatacağım bu yatakta diyen inatçılığımı sorgulasa biraz... Dolaptan yediğim meyvelere mana buldu bula bula. Terliyken içtiğim soğuk suya... Yerlere terliksiz basmama... Eylülle birlikte serinleyen havalara... Eylülle gelen umutsuzluğuma parmak bassa ya; eylülle katlanan yalnızlığıma. Şu ıslak bezleri söküp atsam bedenimden, gözlerinin ta içine baksam annemin. Fakat öyle uzağız ki birbirimizden. Bezlerin birini sıkıp diğerini koyuyor. Belki de hayalini kurduğu mesleğin içinde düşünüyordur beni şimdi. Tıpkı onun şu an yaptığı gibi müşfik, fedakar, hastalarını el üstünde tutan bir hemşire olabilseydim. O beyaz üniformanın içinde hastane koridorlarında kâh iğne serum işlerine koşan, kâh o meşhur hemşire fotoğrafında olduğu gibi asayişi sağlamak için parmağı dudağında sus işareti yapan vakarlı bir sağlık temsilcisi... Mutlu olur muydu? Mutlu olur muyduk?

Akşam babam eve dönünceye kadar ateşim düşmesin istiyorum. Annem nane limon kaynatmak için mutfağa gidince ıslak bezleri savuruyorum yere. Kırk yıl uğraşsam bu kadar kötü hissedemezdim kendimi. Bir kova buz yesem boğazım ağrır mıydı böyle? Nefesim nasıl da yakıcı, bakışlarım ağrılı ve bulanık... Akşam çabucak olsa, ateşim düşmeden gelse babam. İlla ki konuşacaklar hastalığıma dair. İlla ki... Babam sokağın başındaki eczaneden penisilin iğnesi alıp gelmekten dem vurur hemen; annem de kızına olur olmaz her iğneyi yaptırmamaktan... Bu sefer de lafı uzatırlar mı? Yeni bir kavgaya mahal vermiş olur muyum? Boşa tasa! Hiç değilse esaslı bir sebepten takışırlar, belki hüznümün farkına varırlar, hal hatır sorarlar, okumayı tahmin edemeyecekleri kadar çok istediğimi anlatma fırsatı tanırlar bana. Ha!..

Annemin yaptığı nane limon karışımını içtikten sonra melankolik bir hal çöküyor üzerime. Çalan kapı zili duyularımı tırmalıyor. Hiçbir komşu ahlayıp vahlaması çekemem şu halimle. Karşı dairedeki Gurbet Teyze'yse başıma doktor kesilir şimdi. Aç bakayım ağzını, kocaman bir aaa de. Aç aç, biraz daha... Ayol yumruk gibi şişmiş bunun bademcikleri. Viksle ovalım, boğazını bir tülbentle saralım. Pastil mastil yok mu evde? Ya da ıhlamur kaynatalım, içine de yarım limon, iç iç içsene evladım... Lütfen gelen o olmasın! Aa Nigâr'ın sesi değil mi bu? Okula gitmemiş mi? 'Elif çıktı mı, Mücella Teyze?' Okula birlikte gidelim diye uğradı besbelli. Babasının kendine hazırladığı sürprizi anlatacağı birilerini arıyor da olabilir. Annemin cevabını duymamak için bütün gücümle kulaklarımı kapatıyorum. Yorganın altına gömülüyorum, bir daha hiç çıkmamacasına. Biraz sonra kapanan kapının ardından annem, elinde bir zarfla odaya giriyor. Üzerimden çekip atıyor yorganı. 'Bak bakalım yine ne faturası gelmiş?' diyor sarı zarfı elime tutuştururken. Mecalsizce uzanıp açıyorum. Bakışlarım büyük harflerle yazılmış 'KAZANDINIZ' ibaresine dolanıyor şaşkınlıkla. Fatura falan değil bu, Devlet Parasız Yatılı Okul Sınavı Sonuç Belgesi... 'Trabzon Sağlık Meslek Lisesi'ni kazandınız' ibaresini bir kez sesli üç beş kez de sessiz sedasız okuyorum. Annemin yüz şekli sulusepken bir yağmurun esintisiyle gölgeleniyor. Ağladı ağlayacak bir tonlamayla: 'Yani elektrik-su faturası değil miymiş, emin misin?' diye sorup duruyor ha bire. Değilmiş ya. Kazanmışım. Hemşire olmaya hak kazanmışım ben. Zarfı apartmanın girişinde bulup getiren Nigâr'ı şimdi karşımda olsa gözlerinden öpeceğim.

Trabzon çok uzak değil mi? Bandırma'yla arası en az yirmi dört saat çeker diye söylendi durdu babam. Annem ise yine o eski günlerdeki kızını okutma azmiyle dolu kadına dönüşmüştü bir anda. Kimse aynı günün akşamında birden nasıl da turp gibi iyileşiverdiğime şaşırmadı. Bütün ağrıların bedenimden ve ruhumdan tüy gibi uçup gitmesine ben de hiç şaşmadım. Babam, fikirlerine pek önem verdiği Çanakkale Seramik Fabrikası'nda çalışan mühendis dayımla istişare yaptı diğer günlerde. Birkaç aile büyüğüne daha danıştıktan sonra beni yatılıda okutmakta karar kıldılar.

Yatılı okulda okuma fikri her gün biraz daha heyecanlandırıyor beni. Daha önce hiç yatılı okuyan biriyle karşılaşmadım. Yatılı okulu hep televizyondan, okuduğum öykü ve romanlardan öğrendim. En çok yatakhaneyi ve yemekhaneyi merak ediyorum. Kendi akranlarımla aynı çatı altında uyumak, yemek yemek, banyo yapmak nasıl bir şeydir? Hep görürdüm filmlerde; yatmadan önce yastık kavgası yaparlardı kızlar. Yastıklar o ranzadan bu ranzaya savrulur, kahkahalar çığlıklar atılır, bazen yastıkların içi boşalır, kuş tüyü gibi şeyler uçuşurdu havada... Zille kalkılır, zille yatılırmış, kampana mı deniyormuş adına. İnsan sıkılmaz mı her adımını bir kampana sesiyle atmaktan? Benim evden yüzlerce kilometre uzağa sırf okuma aşkıyla gitmek istemem en çok babama dokunuyor. Beni vazgeçirebilmek için mi nedendir, askerlik anılarını anlatır oldu son günlerde. Her anısının sonunu da bana bağlamadan bitirmiyor. Varsa yoksa makarna pilav, kuru fasulye, nohut bir de kara şimşek dedikleri mercimek çıkarmış yatılı okulda. İyi, temiz pişirseler ne alâ. İçinde kurtlar böcekler yüzermiş. Bazen böceklerin tamamı değil de kolu bacağı olurmuş yemeğin içinde. O zaman böceğin kopmuş uzvunu kaşığımla kibarcacık bir kenara koyup yemeğe devam etmezsem aç kalırmışım. Şayet böcek değil de taş toprak çıkarsa kısmetime şanslı günümde sayılırmışım. Annemin pişirdiği şimdi burun kıvırıp yemediğim pırasayı, semiz otunu, kelle çorbasını bile özlermişim. Ama aradaki dağları denizleri aşamazmışım ki bir çırpıda, öyle ha deyince geri dönemezmişim.

O ne derse desin gideceğim buradan. Evde kalıp örtü, dantel örüp kabul günlerinde pasta börek tıkınmaktan, dağ gibi bulaşığa soyunmaktansa yatılı okulun taşlı böcekli kuru fasulyesini tercih ederim ben. Öyle özenli, öyle tertipli hazırlanacağım ki, okula gidip yatakhaneye çıktığımda, bavulumu açınca bütün oda arkadaşlarım hayran kalacaklar. Benim için ayrılan dolabı da aynı özenle silip temizleyeceğim. Her bir parça eşyamı en güzel istiflemeyle yerleştireceğim içine. Annem biri banyo, ikisi el yüz havlusu olmak üzere üç yeni havlu çıkardı sandıktan. Bunları çeyizine almıştım ama nasılsa ileride daha iyilerini alabileceğin bir kazancın olacak diye gülümsedi bavuluma yerleştirirken. Evdeki eşyalar yeterli olmayınca, çarşıya çıkıp alışveriş yaptık. İrili ufaklı bir tarak seti, biri pazenden diğeri penye iki adet pijama, bir adet diş fırçası, diş macunu, bir çift terlik, basit bir klasör, çay fincanı, bol sayıda kurşun-tükenmez kalem, çorap ve çamaşır aldık. Babam aile bütçemizde açılacak kocaman deliği unutmuş olacak ki; şehrin ünlü kırtasiyelerinden birinin vitrininde görüp beğendiğim, pahalı sayılabilecek kilitli bir anı defterini almama da ses çıkarmadı. Zoraki gülümsemeye, tatlı sözlerle beni hoş tutmaya çalışıyor. Fakat yüzündeki çizgilerdeki keder o kadar aşikâr ki. Beni ne çok sevdiğini anlatan o çizgilere baktıkça iç evimdeki güller soluyor, dilimin ucuna onlarca sevgi sözcüğü geliyor ama halimdeki sıradanlığı koruyorum yine de. Git kaydını sildir dediği günden beri ona kırgınım ya... Çok şükür yatılı okulda giyeceğimiz formayı oradan vereceklerinden geç kalma telaşım da yok artık. Babam işinden izin alamadığı için beni okula yerleştirmeye mühendis dayım götürecek.

Dayımla çıktığımız o uzun yolculuk süresince sessizliğe gömüldüğüm otobüs koltuğunda düşünüp durdum. Bir dönüm noktasından geçiyordum. İçimde sevinçler, tasalar, boş vermişliğe vurmaya çalıştığım özlemler hasretler cirit atıyordu. En çok yatılı okulda çıkan yemekleri dolamıştım kafama. Gerçekten babamın dediği gibiyse, böcekleri kaşığımla bir kenara bırakıp yemeğe devam edebilecek miydim? Bu fikir aklıma üşüştüğünde midem derin kramplarla kazınıyordu. Ölürüm de yemem, yemem işte, zorla kaşığı ağzıma dayayacak değiller ya... Yemek yemeden ekmekle de yaşanabilir. Trabzon ekmeğinin methini az duymadım. Hiç olmazsa ekmekler temizdir değil mi? Annemin ve babamın terminalde beni uğurlarken kâh ağlamaklı kâh acı tebessümlerle gerilen yüzleri ise hiç gözümden gitmiyordu. Annem bu gece uyumaz, babam eve girmezdi. Belki de hiç kavga etmezlerdi bundan böyle.

Yarın ilk mektubumu yazmalıyım. Hatta otobüsün sarsıntısı olmasa şu an bile başlayabilirim satırlarıma. Gece olunca dayım koltuğunu geri itti ve uykuya daldı. Yolculuğumuzun başından beri bundan sonraki hayatımla ilgili beklentilerini, nasihatlerini sıralayıp durmuştu. Derslerinden başka şey düşünme, arkadaşlarını dikkâtli seç, öğretmenlerine saygıda kusur etme, siyasi söylemlerden uzak dur, sağcılıktı solculuktu aklın ermez öyle şeylere, harçlıklarını iktisatlı kullan, her hafta çarşı iznine çıkma, olur olmaz şeyleri kafanı takma, gurbetteyim diye canını sıkma, memleketin her köşesini evin bil... Sonra yolculuğumuzun başından beri, elinde gizli bir hazine gibi tuttuğu paketi bana uzattı. Merakla açtım. Rus Edebiyatı'ndan Suç ve Ceza'yı seçmişti benim için. Kitap en iyi arkadaştır dedi, ben büyülenmiş gibi kitabın parlak cildini incelerken.

Gece yıldızları, sükuneti ve yalnızlığımı pekiştiren karanlığıyla otobüsün penceresinden içime akıyor şimdi. Şu an benim gibi yolculuğa çıkmış kaç kader akranım var kim bilir? Hepsi yarın ulaşacakları okulun merakı ile yollara düşmüşlerdir. Hepsini çok sevebilsem keşke. Benim dilimden konuşan, halimden anlayan en az üç arkadaşım olsa sahici, bu yükü taşıyabilirim ben. Hacer ismini çok severim eskiden beri. Birinin adı Hacer olsa, diğerinin Sümbül, ötekininkisi Nergis... Onlar da beni, Elif'i severler mi? Kardeş gibi bellerler mi? Benimserler mi?

Ağladığımı kimse göremez artık. Sabahtan beri doluksadığım her şey için ağlayabilirim. İlk damlalar annem, babam ve kardeşim için. Diğerlerini saymayacağım. Kime neden niçin söylemeyeceğim; sebepli sebepsiz, gerekli gereksiz yere ağlayacağım işte... Ve yarınlarda gökyüzündeki şu en parlak yıldız gibi olacağım; öyle güzel öyle sıkı tutunacağım ki yeni hayatıma, annem ve babam gurur duyacaklar kızlarıyla. Sessizce ağlamayı başarabildiğime göre mücadeleye hazırım demektir.

Dayım beni okula bırakırken eti sizin kemiği bizim demedi ama, bundan böyle anası babası sizlersiniz; Önce Allah'a sonra sizlere emanet gibi şeyler söyledi Müdüre Hanım'a. O da gözünüz hiç arkada kalmasın burası hem aile hem ilim irfan yuvasıdır diyerek yolculadı dayımı. Sonra da dördüncü sınıflardan bir ablayı çağırarak beri yatakhaneye çıkarmasını istedi. İsmini sonradan öğrendiğim, dördüncü sınıfların en gözde öğrencisi Aynur Abla'ymış bavullarımı yüklenip beni dördüncü kattaki yatakhaneye götüren. O yatacağım ranzayı, dolabı gösterirken benim aklım fikrim dayımda. Hiç değilse okulun bahçesinden çıkarken görebilseydim, el sallasaydım son defa. Bu camları neden böyle griye boyamışlar? Balkona çıkabilir miyim? Dayıma hoşça kal diyemedim ben. Anneme babama selam söyleyecektim. Kantin nerede? Kardeşime çok sevdiği horoz şekerlerinden gönderecektim.

Aynur Abla biraz acıyan, biraz gülümseyen gözlerle bakıyor yüzüme. 'Balkona çıkmak, pencereden bakmak yasaktır burada,' diyor. 'Kantinde de horoz şekeri satılmıyor. Hem dayını ve aileni düşünme artık. Sen iyi olursan onlar da iyiler... Hadi gel yatağına temiz nevresim alalım zemin kattaki çamaşırhaneden. Dolabını temizleyip eşyalarını yerleştireceksin daha. Öğle yemeği kampanasına iki saat kaldı.' O sırada köşedeki ranzalardan birinden kısık bir hıçkırık sesi çalınıyor kulağıma. 'Geldiğinden beri böyle,' diyor Aynur Abla. 'Ne yatağını yaptı, ne de dolabını yerleştirdi. Siz biraz dertleşin,' diyerek şifreli bir göz kırpmayla yalnız bırakıyor sonra bizi. Yanına gitsem konuşur mu benimle? Dün gece yolculuk boyunca ağlasaydı da şimdi burada güçlü görünseydi ya benim gibi. Çekingen adımlarla yanına yaklaşıyorum. 'Merhaba, benim adım Elif; ya senin?' Hıçkırıkları alevleniyor; yüzünü kılıfsız, astarı kirden görünmeyen yastığa daha da gömerek bana sırtını dönüyor... Beni de ağlatmak için mi çabası? Nerelisin? Nevresim almaya gidelim mi birlikte? Hem neden ağlıyorsun ki? Bu okuldaki herkes senin gibi değil mi? Ağlamak neyi değiştirecek? Ben de çok ağladım, ama dün gece, karanlıkta kimseye göstermeden. Dayım bile sezmedi. Annen duysa üzülmez mi gözyaşlarına? Kardeşin var mı sahi? Benim var. Beş yaşında, adı Aslı. Sen hâlâ adını bile söylemedin ama... Hıçkırıkları bir yükseliyor bir alçalıyor. İyi ki diğer ranzalar boş da rahatça söyleyebiliyorum içimden geçenleri. Akşama kadar diğer yataklar da dolacak muhtemel. Her gelen böyle ağlarsa hangi birine güç yetirebilirim!

Seval'miş adı... Denizli'denmiş. Babası birkaç saat olmuş bırakıp gideli. İlk ayrılığıymış. Daha önce bir günlüğüne bile ayrılmamış evinden ocağından. O yüzden çok zoruna gitmiş ailesinden kilometrelerce uzağa düşmek. Beni başlarından savdılar diyor iki lafından birinde. Yemek kampanasına kadar hem ağladı hem söyledi. Sonra benim ısrarlarımla yemekhaneye inmeye razı oldu. Mönüde nohut ve bulgur pilavı vardı. Yemek boyunca babamın anlattığı böcekleri aradım durdum tabldotun içinde. Rastlayamadım. Üstelik bir tatlı gelmişti ki, sildim süpürdüm hepsini; Seval'in bitiremediği pilavı da ekmeğimi banıp yedim.

Günler çabuk mu geçiyor, ben mi zamana yetişemiyorum. İlk bir hafta vakit hiç geçmiyor gibiydi. Sürekli kampana sesleriyle bir yerlerden bir yerlere koşuşturup duran koyun sürülerine benzetiyordum kendimizi. Kalk zili, kahvaltı zili, ders zili, teneffüs zili, yemek zili, etüt zili, yat zili, zil, zil, ziller... Gece yastığa başımı koyduğumda başımın içinde ziller çalıyordu. Uykumun en derin yerinden beni bir yerlere çağırdığına inandığım zil sesleriyle uyanıyordum. Kör karanlıkta giyinmeye davranıyordum. Annemin beni çağıran şefkâtli sesine benzemiyordu zillerin mekanik sesi. Zırrr kalk... Zırrrr koş... Zırrr yat... Milli Eğitim Bakanı olsaydım zillerin yerine başka bir şey bulurdum yatılı okullarda. Meselâ sabahları annemizin sesini çağrıştıran müşfik bir kadın sesi, 'günaydın çocuklar' diye uyandıramaz mıydı bizi?

İlk haftaların kabusuymuş meğer. Artık ziller kulağımı ilk günkü gibi tırmalamıyor. Formalarımız beden ölçülerimize göre dikileceğinden derslere sivil giriyorduk bir aydır. Bugün formalarımızı dağıttılar. Benim de bir okul formam oldu nihayet. Yakası, etek boyu, rengi, darlığı, genişliği tam istediğim gibi... Okul fotoğrafçısını bulsam yatılı okuldaki ilk resmimi çektirip bizimkilere yollayacağım ama... Hâlâ İçimde duyumsadığım kırgınlığı fotoğraf karesine yansıtırım diye korkuyorum. Kin tutmak iyi değildir. Fakat şu an bu okulda olmasaydım, evde oturup çeyiz çimen işlerine zorlanacağımı silemiyorum ki aklımdan. Annemle babamın lüzumsuz dargınlıkları bırakıp beni okutacaklarına inandırabilsem kendimi. Denemedim mi sanki... Öyle örselenmişim ki, ne zaman eylülü hatırlasam içimdeki yara kanıyor; inceden inceye bir sızı, tıpkı önüne set çekilmiş bir nehir taşkınlığında yüreğimi dağlıyor. Üstelik hemşire olmak istediğimden de hâlâ emin değilim. Geçen gün anatomi hocasına, tam dersin orta yerinde, buradan edebiyat fakültesini kazanma şansım var mı diye sorduğumda yüzüme garip garip baktı ve bunu neden edebiyat öğretmenine sormuyorsun diye payladı beni. Sınıf arkadaşlarım da kıs kıs güldüler tabii. Kızılcık şerbetine döndü yüzüm. Hangi okyanusta yüzüyorsun sen? Hayalci Elif Hanım...

Ayrılıkların sevgileri güçlendirdiği söylenir; her geçen gün anama, babama olan özlemim büyüyor. Henüz Hacer'e de Sümbül'e de Nergis'e de rastlayamadım burada. Akşam saatlerinde yalnızlığımın diz boyu çoğaldığını hissediyorum. Annemi kızgın, fevri anlarıyla değil de hep gülen yüzüyle, şefkâtli, sıcacık elleriyle hatırlar oldum. Evimin hasreti dayanılmaz bir hal alınca, okulun çevresindeki apartmanların pencerelerine dikiyorum gözlerimi. Eğer geceyse hayallerimin izdüşümünde saatlerce o sarı ışıklara bakarak vakit geçirebilirim. Şimdi o pencerelerin ardında mutlu anneler, babalar, çocuklar vardır değil mi? Yorgun argın işlerinden, okullarından dönmüşlerdir. Eşofmanlarını, pijamalarını, ev terliklerini giymişlerdir. Konuşa söyleşe akşam yemeğini yiyip oturma odasına geçmişlerdir. Çay içerler, çekirdek çitlerler kayıtsızca. Anneler çocuklarını televizyondan koparıp ders çalışmaları için uyarıp duruyordur. Babalar gazete okurken uyuyup kalmışlardır kuruldukları koltukta. Uyandıklarında ayakları halıya basar, sabahları mutfaklarında buharı mutluluk saçan demlikler tüter, kızarmış ekmek kokuları kaplar ortalığı, çilek reçeli, rafadan yumurta olur kahvaltı masasında. Camlara sinen buğuyla içi ısınır insanın. Onlar bizim okulun pencerelerine bakınca neler düşünürler; bilmek istemiyorum. Hem ben zeytinle kahvaltı yapmaktan memnunum ki. Çaylar sıcak olsun, ekmekler taze yeter ki...

Soğuk çorba içemem ki ben! Üstelik de un çorbası... Herkes yemekhanede yerini alıp da duaya duruluncaya kadar tabağımızdaki çorbalar buz gibi oluyor. Duadan sonra servis yapılsın dedik kaç kere... Dinleyen kim! Üstelik dün akşamki yemekte dördüncü sınıftaki ablalardan birinin tabağındaki mercimekten kurt çıktı. O da kurdu kaşığına aldı ve nöbetçi öğretmene götürüp gösterdi. Öğretmen gülümsemekle, dört yüz kişiye çıkan yemekte olacak o kadar demekle yetindi. Öyle açtım ki, gözlerimi kapatıp kaşıkladım tabağımdakileri. Babam görseydi... Bu haftaki kompozisyon dersinde hepsini anlatacağım. Madem sağlıkçı olacağız önce sağlıklı beslenmemiz gerekmez mi?

Pazartesi günü öğleden sonra haftanın en özel saatleri benim için. Üst üste iki saat göreceğimiz edebiyat dersinin ziliyle büyü başlıyor... Failatün failatün failün... Denklem çözer gibi eğiliyorum mısraların üzerine. Ders öğretmeni Nurhayat Hanım'ı okulun ilk gününden sevdim. Klâsik edebiyatçılardan farklı bir duruşu var gibi geldi bana. Yazdığımız kompozisyonları asla es geçmiyor; satırı satırına okuyor, irdeliyor, inceliyor. Bize duygu ve düşüncelerimizi yazı diline en güzel şekliyle aktarmanın ipuçlarını veriyor. Sınıf arkadaşlarım onu fazlasıyla idealist buluyorlar. Bir hemşire okulunda öğretmen değil de edebiyat fakültesinde öğretim görevlisi olmalıymış. Verdiği kompozisyon ödevlerini de üstün körü geçiştiriyorlar çoğu kere. Oysa benim için bu okulda onunla rastlaşmak büyük bir şans. Onu sınıfta can kulağıyla dinleyen belki de yalnızca benim. O yüzden gizemli bir dostluk köprüsü kuruldu aramızda. Kompozisyon dersinde: 'Sen oku Elif' dediği an dünyalar benim oluyor. Çevremdeki tüm renkler, sesler, simalar soluyor. Bir ben, bir kalbim bir de Nurhayat Hanım, sevgi üçgenimizde ıssız ıpıssız bir adaya düşüveriyoruz.

Sen oku Elif!

Bakışlarım günlerdir birini yırtıp, diğerini yazdığım beyaz kâğıtlara mıhlanıyor. Siyah mürekkepli cümleler titrek sesimle sınıfımızın sıralarına, duvarlarına, kara tahtaya, arkadaşlarımın yüzlerine yüreklerine çarpıyor... Otuz üç kişinin gözlerindeki buğuya karışıyor. Hüzün, sitem, serzeniş ve umuda yolculuk başlıyor...

Hayalci Elif Hanım'dan esintiler...

En uzun yazdı... Öyle bunaltıcı geçiyordu ki günlerim...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR