1. YAZARLAR

  2. Muhammed Gıyaseddin Sıddıki

  3. Bizim Dostlara İhtiyacımız Var!

Muhammed Gıyaseddin Sıddıki

Yazarın Tüm Yazıları >

Bizim Dostlara İhtiyacımız Var!

Eylül 2004A+A-

Gıyaseddin Sıddıki, İngiltere'de faaliyet gösteren İslam Enstitüsü ve İslam Parlamentosu Genel Başkanı'dır. Kendisiyle Anti Emperyalist Camp'ın İtalya'nın Assisi kentinde 2-6 Ağustos 2004 tarihleri arasında organize ettiği uluslararası toplantıda görüştük.

- Muslim Institute'den sözeder misiniz, nasıl bir sürecin ürünüdür?

- Müslümanlar uzun bir aradan sonra Avrupa'da yeniden görünür bir konum kazandılar. Müslüman nüfusun Avrupa'da büyük sayılara ulaşması yeni bir olgudur. Daha çok da 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan şartların ürünüdür. Bilindiği gibi Müslümanlar 15. yüzyılda Avrupa'dan çıkarıldıktan sonra uzun bir aradan sonra Avrupa'ya döndüklerinde Avrupa' da güç ilişkileri tümüyle değişmişti.

1974'te Kelim Sıddıki'nin öncülüğünde İngiltere'de kurulan Muslim Institute, Müslümanların Batıda kurdukları ilk düşünce kuruluşudur (think thank). Daha ziyade İslam Ümmeti'nin Avrupa'daki sözcüsü, yansıması olma konumunda görüyorduk kendimizi. Öyle ki ilk etkinliklerimiz ve eylemlerimizde, İngiltere'de yaşayan müslümanların temel ilgi alanlarının dışındaki meseleleri merkeze oturtmuştuk. Aslında yaptığımız şey, müslüman dünyanın dışındaki bu küçücük topluluğun içsel ve varolan eğilimlerini korumaya çalışmaktı. Geldiğimiz coğrafyanın, kültürün, siyasi-sosyal ilişik ağının tüm özelliklerini aynen göç ettiğimiz bölgeye taşıyorduk. Bunun sonucunda da Avrupa'daki gelişmeleri, olup bitenleri bu göç öncesi edinilen kültürle, bu mikroskop aracılığıyla görüyor ve değerlendiriyorduk. Bu bakış bizim Batı'yı kendi gerçekliği dışında değerlendirmemize yol açıyordu. Zaman ve buna bağlı olarak ilişkilerimizin gelişmesiyle Batı'yı kendi gerçekliği içinde daha iyi tanımaya başladık.

- Söylediklerinizi nasıl anlamalıyız, somut karşılığı nedir?

- Uzun bir süreç içinde edindiğimiz tecrübeler ve gelişim sonucunda Batı hakkında sahip olduğumuz düşüncelerin doğru olmadığını gördük. Batı toplumuna ilişkin sahip olduğumuz perspektifin yanlış olduğunu fark ettikten sonra 1992 yılında İslam Parlamentosu'nu kurduk. Öncesinde gündemimiz ve yoğunluğumuz İslam dünyasındaki gelişmeler ve irtibatlara odaklıydı ve içinde yaşadığımız ortama ve topluma ise uzaktık. Bunun değişmesi gerektiğine karar verdik ve bu yönde tedrici adımlar attık. Önceliği yaşadığımız topluma vermeliydik. Burada yaşıyor, buradan kaynaklanan sorunlarla boğuşuyorduk. Öncelikle de içinde yaşadığımız topluma hitap etmek, onlarla doğrudan iletişim içinde olmak durumundaydık.

Aslında rahmetli Kelim Sıddıki'yle yaptığımız tartışmalarda kendisi de bunu kabul ediyordu ama "U" dönüşü yaptığı tarzında kendisine yöneltilebilecek eleştirilere tahammül edemeyeceğini, dolayısıyla köklü bir yön değişikliğine taraftar olmadığını söylüyordu. 1996'da Kelim Sıddıki'nin vefatından sonra bu tartışmalar giderek büyüdü ve yaklaşık olarak 2 yıl bu gündemimiz sürdü.

- Tam olarak neydi tartıştıklarınız, hangi örnekler üzerinden yapıldı bu tartışmalar?

- Önemli tartışma konularımızdan birisi İran'la ilişkimiz ve mesafemizdi. Biliyorsunuzdur, bize ilişkin kamuoyuna yansıyan görüntü İran'la iç içelik görüntüsüydü. Ancak aynı dönemde İran'da da çok önemli hadiseler yaşanıyor ve önemli gelişmeler oluyordu. Bu gelişmelerden etkileniyorduk. Kimi gelişmeler ise açıkça rahatsız ediciydi. Bu döneme kadar İran'la az da olsa mali ilişkilerimiz de söz konusuydu. Kelim Sıddıki'nin vefatından sonra İran konusunu artık açıkça tartışmaya açtık.

İran'ın bu noktada bize karşı tavrı ise bizi kendi dış politika çizgisine tam manasıyla entegre etmeye dönüktü. Ancak daha önce de ilişkilerimizdeki tüm yakınlığa rağmen bağımsız bir yapı olmayı koruyabilmiştik. Tartışmalarla birlikte bizim gündemimizi ve ilişkilerimizi tümüyle belirlemek istediler. Bu aramızda ayrılığa yol açtı. Ne yazık ki Kelim'in oğlu İkbal'i ikna ettiler ve örneğin Zafer Bangaş gibi başka bazı arkadaşlar da bu şekilde bir tavra yöneldiler. Böylelikle aramızda bir bölünme yaşadık. İkbal ve Crescent dergisi çevresiyle İran konusundan hareketle ayrıştık. İkbal ve Crescent çevresi İran'la ilişkilerini sürdürürken, biz sınırlandırdık, mesafe koyduk.

- Şu anda Crescent dergisi ile herhangi bir irtibatınız yok mu?

- Hayır! Crescent ile artık doğrudan bir irtibatımız bulunmuyor. Biz Muslim Institute ve Parlamento çevresinde faaliyetimizi sürdürüyoruz.

- İran'la mesafe derken, yeni yönetim çevresiyle irtibatınız söz konusu oldu mu?

- Hayır, biz reformcu ya da muhafazakar diye ayırt etmeksizin İran devleti ile aramızda bir mesafenin korunması gerektiğine karar verdik. Genel olarak İran' daki reform hareketini, Hatemi'nin reformcu çizgisini destekliyoruz. Orada hala birçok tanıdığımız, dostumuz var. İran'daki gelişmelere kayıtsız değiliz ama resmi ve mali ilişkilerin olmaması gerektiğini düşünüyoruz.

- Peki Enstitüye ne oldu, yeni hedefler mi belirledi?

- Enstitü (MI) kendisini yeniden yapılandırarak, İngiltere'de yaşayan müslüman cemaatin sorunlarını çözmeye yönelik bir zemine dönüştü. Dar anlamda İran'ın sözcülüğünden, müslümanların sorunlarının tartışıldığı bir platforma dönüştü. İran elbette önemli bir ülke, İran'la ilgili birçok konu hala Enstitü bünyesinde konuşulmakta ve tartışılmaktadır.

- Daha somutlaştıracak olursak bu yeni dönemde ne tür faaliyetlere yöneldiniz?

- Son dönemlerde İngiliz parlamentosunda iki anti-terör yasa tasarısı gündeme getirildi ve yasallaştırıldı. Bu yasaya karşı çıkan geniş cephenin içinde biz de yer aldık. Müslümanların oluşturmadığı, genelde sol çevrelerin öncülüğünde kurulan bu cephenin gündemine bazı konuları taşımaya çalıştık. Örneğin dini-etnik ayırımcılık, azınlıklar, İngiltere'deki Belmarsh cezaevinde yargılanmaksızın aylardır tutulan insanlar, Guantanamo zulmü ve benzeri konuları hep birlikte gündeme getirerek kamuoyunda tartışmaya açılması için gayret ettik. İnsan hakları konusu bizim zaten sürekli ilgi alanımızdı. Uzun süredir, bu konularda duyarlı ve faaliyet gösteren müslümanların dışındaki kurumlarla da irtibatlarımız mevcuttu.

- Biraz bu söz ettiğiniz kuruluşların oluşturduğu ve sizin de yer aldığınız koalisyondan söz eder misiniz?

- Bu ittifak zemini Irak savaşının belirginlik kazanmasıyla daha büyük bir koalisyona dönüştü. Koalisyon "Stop the War" (Savaşı Durdurun!) adı altında toplanan çeşitli örgütlerin ve hareketlerin bir ürünüdür. İngiltere'de büyük kitleleri harekete geçiren eylemlere imza atmıştır. Ne yazık ki bu geniş koalisyonun içindeki tek İslami kuruluşuz. Bu koalisyon ve hareketin yönetim kurulunda yer alıyorum. Maalesef, İslami kuruluşlar çok pasif ve de kullanılmaya müsait bir konumda.

Ne ilginçtir ki, örneğin Afganistan'ın işgaline girişeceği günlerde Tony Blair Müslüman cemaatlerin temsilcilerini makamına davet ettiğinde katılanlar hükümete destek mahiyetinde bir bildirinin altına imzalarını atabilmişlerdir. Oysa bu bildirinin somut anlamının Afganistan işgaline meşruiyet sunmak olduğu belliydi.

Biz pozisyonumuzu: "Taliban ve bin Laden'e de, işgale de karşıyız" şeklinde deklare etmiştik. Savaş başlayınca Müslüman toplum içinde var olan tüm bu gruplar savaşa karşı sessiz kaldılar. Sesini yükselten yalnızca biz vardık. Böyle olunca, solcularla birlikte hareket edilip edilemeyeceği meselesi gündemimize girdi. Şunu düşündük: Müslümanlar kendi sorunlarına sahip çıkmaktan uzak ve tecrit halindeler. Bizi saran sorunlarla yalnızca sol ilgileniyor. Üstelik şartlar çok değişmiş halde. Sovyet bloğunun çöktüğü bir ortamda birilerinin bizi kullanabilme riski ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla neden çekinecektik ki? Terör yasaları çıkar çıkmaz birlikte harekete geçmiştik. Bu tecrübenin yankısını ve etkisini anlamlı bulduk ve bu sefer savaş ve işgal karşıtı harekete ilk katılanlar bizler olduk. Savaş sürecinin işlemesiyle diğer bazı müslüman örgütler de buraya katıldılar ve ortaya iyi bir sonuç çıktı. Dev mitingler yapabildik ve buralarda Müslüman kitleler etkili biçimde yer aldılar.

- Biraz da İslam Parlamento'sunun faaliyetlerinden söz eder misiniz?

- İslam Parlamento'su nihayetinde belirli bir topluluğa, cemaate ait bir yapıdır. Belirli periyotlarla çağrı üzerine bir araya gelen İslami çevrelerden insanlar olarak sorunlarımıza dair yapıp etmemiz gerekenleri konuştuğumuz ve kararlaştırdığımız bir platform.

Parlamento aracılığıyla Batı toplumuna örneğin Müslümanların gündemlerinde sıkça yer işgal eden kadın ayırımcılığı, çok evlilik, boşanma ve benzeri sorunların İslam'dan kaynaklanmadığını, temelde kültürel problemler olduklarını deklare ettik. Bu kadar büyük bir ismin çatısı altında bu tarz basit gibi görülen meseleleri gündeme getirmiş olmamız belki birilerince garipsendi ama bunlar bizim toplumumuzun yüz yüze olduğu sorunlardı. Sonuç itibariyle bu meselelerin İslam'dan kaynaklanmadığını, kültürel problemler olarak algılanılması gerektiğinin anlaşılmasına katkımız olmuştur. Somut birtakım önerilerimiz ve uygulamalarımız da oldu. Örneğin parlamento olarak evliliklerde yaşanan sorunlardan hareketle, bilhassa boşanma, terk edilme gibi durumlarda kadınların haklarının korunması amacıyla devlet tarafından da tanınan yani belirli hukuksal gerçekliği olan "Evlilik Belgesi"ni yürürlüğe geçirdik. Bu tarz konularda aktif olduğumuzu söyleyebilirim.

Yine eğitim konusu üzerinde de birtakım çalışmalarımız oldu. Bir diğer konu da camilerin canlandırılmasıdır. Artık camilerin sadece ibadet edilen mekanlar olmaktan çıkarılarak, çocuklarımızın uyuşturucu ve suça yönelmelerini engelleyebilecek mekanlar olarak hizmet vermesi gerektiğini savunuyoruz. Yani gerçek işlevlerinin yerine getirilmesini sağlamak amacıyla buraların sosyalleştirilmelerine katkıda bulunmaktayız. Bütün bu süreçte, yaşadığımız toplumun bize ilişkin olumsuz yargılarının nedenleri konusu da üzerinde uzun uzun düşündüğümüz gündemleştirdiğimiz ve ağırlık verdiğimiz önemli konulardandır. Bu konular imanımızdan vazgeçmemizi gerektirmiyor elbette. Gerek yukarıda sıraladığımız sorunlarımız gerekse bu toplumla diyalogun geliştirilmesi noktasında mesafe aldığımızı düşünüyorum. İngiltere ve Fransa gibi batılı devletlerin müslümanlara karşı olmalarının, onların halklarının da karşı olmasını gerektirmediği gerçeğinin altını çizmeliyiz.

Bu arada Müslümanlardan kaynaklanan zorluklara, sıkıntılara da değinmek gerek. Bazıları hangi akla hizmet ettiği belli olmayacak çıkışlar yapabiliyor. Örneğin Ebu Hamza adlı birisinin vaaz sırasında, bir gün İslam bayrağının İngiltere'nin semalarında dalgalanacağı şeklindeki söylemleri, Müslümanların hayatlarını zorlaştırmaktan başka bir şeye yaramamaktadır. Bu anlamda el-Kaide anlayışının Müslümanlar arasında yaygınlık kazanmasının Batı'da yaşayan Müslümanların içinde yaşadıkları toplumla ilişkilerini müthiş ölçüde tehdit ettiğini ve zorlaştırdığı açıktır.

Yoğunlaştığımız diğer bir konu, müslümanlara yönelik sağcıların ve devletin saldırılarıdır. Aşırı sağın müslümanlara yönelen saldırılarına karşı, geliştirdiğimiz ilişkilerimizden dolayı soldan önemli destekler aldık. Savaş karşıtı eylemlilikler sayesinde anti siyonist gruplarla da tanıştık, bunlar da müslümanlarla dayanıştılar. Yoğunlaşan saldırılara karşı solun ortaya koyduğu dayanışma ve destek sayesinde yalnız kalmamış olduk. Ayrıca İsrail karşıtı Yahudilerle ilişkilerimiz de, bize yöneltilebilecek anti-semitizm suçlamaları ve karalamalarına karşı da çok önemli bir cevap niteliğini taşımaktadır.

- Son olarak neler söylemek istersiniz?

- Müslümanlar dünya nüfusunun % 35'lik küçük bir bölümünü temsil etmektedirler. Günümüz güç dengelerinin müslümanların ne kadar aleyhinde olduğu düşünüldüğünde ayakta kalabilmemiz için güç birliğine hazırlıklı olabilmeliyiz. Kısacası bizim dostlara ihtiyacımız var. Unutulmamalıdır ki, her toplumda mutlaka iyi insanlar vardır. Önemli olan bu kesimlerle ortaklaşılabilen zeminlerde diyalog ve irtibatı geliştirmek, güçlendirmektir. Bundan daha önce de elbette gerçekçi bir zeminde toplumsal dönüşüme çağrıda bulunacak sahih bir İslami hareket oluşturabilmekle yükümlüyüz.

- Teşekkür ederiz…

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR