1. YAZARLAR

  2. Musa Üzer

  3. Düşünce Dünyasına Güzel Bir Katkı

Düşünce Dünyasına Güzel Bir Katkı

Kasım 2014A+A-

“Din Felsefesi Açısından Mutezile Gelen-Ek-i” ismiyle 2 cilt olarak yayınlanan eser bugüne kadar Mutezile’nin felsefi ve kelami görüşleriyle ilgili olarak yapılmış en kapsamlı çalışma. Doç. Dr. Recep Alpyağıl tarafından derlenen kitapta bazı makaleler daha önce yayınlanmış eserlerden alınmış iken bir kısmı ise bu çalışma için Türkçeye çevrilmiş. Bir seri olarak düşünülen din felsefesi üzerine ilk çalışma olarak yayınlanıyor kitap. Seriden çıkacak diğer derlemeler ise Din Felsefesi Açısından Maturidi Gelen-Ek-i, Din Felsefesi Açısından Eşari Gelen-Ek-i, Din Felsefesi Açısından Meşşai Gelen-Ek-i, Din Felsefesi Açısından Gazali Gelen-Ek-i, Din Felsefesi Açısından F.Razi Gelen-Ek-i olarak ilan edilmiş.

Recep Alpyağıl, seriye Mutezile ile başlamanın temel gerekçesi olarak Mutezile’nin İslam düşüncesinin hazırlayıcı ve kurucu bir okulu olmasını gösteriyor. Mutezile, bu görevi iki alanda ifa ediyor. Bir yanda Hz. Peygamber (s)’in vefatı sonrasında yaşanan gelişmelerde kritik rol oynuyor. Müslümanların Hz. Peygamber’in olmadığı bir dünyada kendi aralarında yaşadıkları siyasal-sosyal kriz, çatışma, gerginlik, kaos ve inhirafların tanımlanması, çözülmesi, aşılması yönünde Mutezile’nin teorik çalışmaları ve kavramsallaştırmalarının payı büyüktür. Büyük gerilim ve çatışmanın konusu olan büyük günah meselesinde gerilimi düşürücü ve sorunu Allah’a havale edici ‘el-menziletübeyne’l-menzileteyn’ ilkesini ortaya atıyor. Özellikle Cemel ve Sıffın savaşlarına katılanların durumuyla ilgili tanımlama açısından bu ilkeyi iddia ediyor.

Büyük günah (mürtekib-i kebire) meselesiyle ilgili tartışmanın yine bir sonucu olarak iyilik yapanların ödüllendirileceğini vaat eden Allah’ın bu sözünden asla dönmemesi anlamında el-va’d; günah işleyenleri, zulmedenleri, adaletsizlik yapanları cezalandırma ve ebedi cehennemlik olmakla tehdit eden Allah’ın bu sözünden vazgeçmemesi anlamında el-vaid ilkesini ortaya koyuyor.

Yine tutarlı bir şekilde zulme, haksızlığa kuvvetle karşı koyma, zalim yöneticiye, adil olmayan idareciye isyan etme, iyiliği hâkim kılma, kötülüğü ortadan kaldırma anlamında ‘emr-i bil ma’ruf ve’n-nehyi ani’l-münker’ ilkesini temel inançları arasına alıyor.

Siyasal-sosyal tartışmaların ve ileriki dönemdeki fikrî tartışmaların Allah’ın birliği, sıfatları konusunda yol açtığı sorunları aşmak için tevhid ilkesinin altını kalın çiziyor. Bu bağlamda Allah’ı sıfatlardan arındırma üzerine bina ettiği tevhid ilkesi ve Kur’an’daki bazı ayetlerin mecazi olarak ele alınması meselesinden dolayı özellikle rivayet ehli ve zahiriliğe yakın kaynaklar bu ekole şiddetli muhalefet göstermişlerdir.

İç bünyedeki siyasal tartışmalarda kullanılan kavramlar haline gelen kâfir, fasık, mümin gibi temel kavramları, bir istismar ve statü kurma aracı olarak kullanılan kader ve insanın özgürlüğü konusunu da adalet ilkesi doğrultusunda tanımlamaya çalışıyor. Hatta denilebilir ki Mutezile tevhid ilkesini de yine aynı şekilde adalet ilkesini merkeze alarak sistematize ediyor. İrade, hayır-şer, iman-küfür, taat-masiyet, aslah gibi konu ve kavramlar etrafında adalet ilkesini göz önünde tutarak tevhid ilkesini öne çıkarıyor.

Mutezile’nin ikinci büyük katkısı ise dışa yöneliktir. Müslümanların sahip oldukları toprakların genişlemesi, farklı kültür, inanç ve felsefelerle karşılaşma sonrası iç bünyede yaşanan kriz ve gerilimleri hal yolunda en hızlı cevabı veren ekol olması. Aynı şekilde karşı cephenin saldırılarına da cevaplar verebiliyor.

Nitekim bu “iman”ı kurtarma ameliyesi daha sonra “Kelam” olarak ifade edilecek düşünce sisteminin oluşmasına vesile oldu. Yunan felsefesinden İran-Hint felsefesine, Yahudi kelamından Hristiyan teolojisine kadar İslam’a yönelik çok yönlü teorik ve entelektüel taarruz ve saldırıların bertaraf edilmesinde olağanüstü bir çaba sarf edildi. Hakeza iç bünyeye yerleşmiş zahirde Müslüman görünümlü ama bilinç ve kültürde dolayısıyla iman ve amelde İslamdışı geleneğini devam ettiren yeni ve büyük toplumsal yapının ıslahında da önemli katkıları sözkonusu.

Elbette ki, bütün bu çok değerli çabalara karşı içeriden itirazlar ya da çok farklı gerilim ve tartışmaların da merkezinde yer almasına yol açmıştır. Örneğin özünde Hristiyan mütekellimin Müslümanları akaid boyutunda ters köşeye yatırma amaçlı ortaya attıkları Kur’an’ın “mahlûk” olup olmadığı meselesi bir dönem sonra artık temel bir iç mesele haline geliyor. Mutezile ustalıkla yaptığı düşünsel hamle ile Kur’an’ın mahlûk olduğu düşüncesini delillendirerek rivayet ekolünün cevap vermekte zorlandığı problemi aşarak bir nevi ‘tevhid’e halel gelmesini engellemiş oluyor. Lakin gerek muarızları gerekse de Mutezile’nin bazı çıkışları düşünsel zenginliği beslemek yerine asırlar süren ret ve karalama yönteminin hâkim olmasına yol açıyor.

Özellikle Mutezile açısından trajik olan; felsefi ve kelami açıdan özgürlükçü bir teoriyi inşa eden ekolün, Kur’an’ın mahlûkluğu meselesinde farklı düşünenleri devlet zoruyla cezalandırma noktasına gelmesidir. Üstelik bu büyük yanlışı tarihte iki defa yapmakta. Birincisi Abbasiler döneminde -tabiri caiz ise- devletin resmi ideolojisi olduğu dönemde; ikincisi ise Selçuklular döneminde devlet nezdinde elde ettiği iktidar sürecinde yapmakta. “Düşünce özgürlüğü” açısından kabul edilmesi mümkün olmayan bu cezalandırmaların yol açtığı mağduriyetlerin toplumsal algıdaki etkileri, zaten teorik yönü çetrefil ve zor olan Mutezile’nin tarihsel süreçte bir ekol olarak devamını engelleyen en büyük nedenlerin başında geliyor diyebiliriz.

Düşünce tarihinde bugün itibariyle ekol olarak Mutezile’nin takipçisi bulunmuyor. Ama onun metodolojisi ve düşünsel çizgisini takip ettiren insanlar var. Bugün ona muhalif çizgideki kesimler özellikle sıfatlar, ru’yet, kabir azabı, kader meselelerinde keskin kabuller ortaya koyarak tarihteki bu çatışmanın fikrî boyutunu diri tutuyor ve Mutezile’yi bahsi geçen konulardan dolayı tekfir ediyorlar.

Özellikle muasır dönemde ortaya çıkan bazı İslami hareketlerin ve üniversite-medrese kaynaklı bazı kişi ve çalışmaların da Neo-Mutezili başlığıyla tanımlanmaya çalışıldığını ifade edelim. Nass-akıl ilişkisi ve bazı meseleleri ele alış biçiminden kaynaklı kolaycı bir tanımlama olduğunu söylersek çok da yanlış olmaz. Çünkü bugün itibariyle görünen o ki, gerek Mutezile karşıtları gerekse de Mutezile’yi kendine yakın görenler söz konusu ekolü bihakkın tanımıyorlar. Karşıtları zaten bilme gereği ihtiyacı duymadan itham yöntemini kullanıyor. Lakin benimseyenler de Mutezile’yi son derece yetersiz tanımaktalar. Örneğin Mutezile’nin kader ile ilgili görüşlerinden ya da akla verdiği önemden dolayı hadis usulünde de bir İmam Ebu Hanife gibi olduğu düşünülür. Ya da zühde dayalı yaşantılarıyla meşhur Muteziliâlimlerin varlığı bilinmez bile.

Recep Alpyağıl’ıneditoryal çalışması bu açıdan keşke Mutezile ile ilgili bütüncül başlıkları verebilseydi. Yani salt din felsefesi alanına girecek boyutuyla bir Mutezile derlemesini aşacak çalışma çok daha faydalı olacaktı. Kur’an usulünden sünnet-hadis anlayışına, siyaset anlayışından kelam yaklaşımına, kaynaklarla irtibatından yöntemsel farklılıklarına kadar birçok temel konu ele alınarak bir ekol tanınabilir. 

Ancak kitabın yine de biner sayfalık ve iki ciltlik bir kapsama sahip olması hasebiyle birçok meseleye değindiği söylenebilir. Oldukça hacimli olan eserin tamamına değinmek bu yazının sınırlarını aşacağından önem arz eden bazı noktalara temas ile yetineceğiz.

İslam düşüncesinin tarihsel birikiminde öne çıkan meselelerden olan haber-i vahid’in istidlal açısından değerine dair Ebu’lHüseyn el-Basri’ye ait iyi bir metin, kitapta yer alıyor. Basra Mutezile ekolünün önemli isimlerinden olan Basri’ye göre ahad haber, akaide ait mevzularda delil teşkil etmez. Haber-i vahid ile dinî konularda amel edilmez. Çünkü amel edilebilme olasılığı ravinin doğru ve dürüstlüğüne bağlıdır. Oysa amel etmenin farz ya da haram oluşu meselesi zanna bağlı olamaz. (C. 1, s. 430) Diyalektik tarzda konuyu işleyen Basri, ana fikri bu olan yaklaşımı yazısında detaylandırıyor.

Bazı temel ekollerin ortaya çıkışına kaynaklık eden ‘Allah’ın sıfatları’ meselesine dair Kadı Abdulcebbar’a, Ebu’l Hasan Eşari’ye ve meseleye dair yazan birçok başka âlim ve yazarın görüşlerine yer verilmiş. Mu’tezile’nin meşhur kelamcısı Kadı Abdulcebbar sıfatlar meselesini Allah’ın kadir, âlim, hayy, semi, basir, müdrik, mevcut ve kadim oluşu üzerinden anlatıyor. Tevhid prensibini merkeze alan genel Mutezili yaklaşımın sınırları içinde mesele işleniyor. “Yüce Allah’ın ezelde âlim olduğunu gösteren delalete gelince, eğer Allah ezelde âlim olmasaydı ve önce değilken sonra âlim olarak hâsıl olsaydı, yenilenen ve yaratılmış bir ilimle âlim olması gerekirdi. Bu ise yanlıştır.” (s. 880)

İlk kitabın birinci bölümünde Mutezile’yi ekol olarak ele alan metinler bulunuyor. Mehmet Kubat’ın “Ötekini Tanımlama Bağlamında Mutezile’nin Sünni Okunuşu” başlıklı yazısı, bunlardan bir tanesi.Kubat’a göre Mutezile, İslam akaidini akli metotlar ışığında anlamaya, açıklamaya ve savunmaya çalışan ilk kelam okuludur. Bu yönüyle İslam düşüncesinde derin izler bırakmıştır. Ancak yukarıda da değinildiği gibi Mutezile, trajik biçimde entelektüel tavrını ve konumunu devlet iktidarını kullanarak zor ve baskı ile benimsetmeye çalışmıştır. Düşünce geleneğinde ‘mihne süreci’ adı verilen zaman dilimi, Mutezile için bir intihar dönemi olmuş; onun kalıcılığını olumsuz etkilemiştir. (s. 107)Bugün Mutezile ile ilgili kaynaklar, birinci elden olmayıp oryantalist ya da muarız karakterlilere aittir ve tali niteliklidir. Mutezile, geçmişte kalmış ya da miadını doldurmuş salt tarihsel bir olgu değildir. Mutezili tasavvur, mezhebî bir düşünüşten öte, akılcı bir mektebi işaret etmekte ve serbest fikirliliği temsil etmektedir. Bu nedenle İslam dünyasında bu çizgi hep var olmuş, İslam düşüncesinde yerini her zaman korumuştur. (s. 111)

Elbette yürütülen düşünsel faaliyetlerin merkezinde sağlam bir epistemoloji olmalıdır. İslam düşünce geleneğinde bunu başlatan ekol, Mutezile’dir. Esas alınarak fikir üretilen bilginin kuramını, kaynağını, doğasını ve sınırlarını belirlemek demek olan epistemoloji, zihnî ameliyelerin başlangıç adımını teşkil ediyor. Epistemolojinin din felsefesinde genellikle karşılığı olarak addedilen nazar-istidlal, ilim-cehalet meselesine dair ikinci bölümde faydalı metinler yer alıyor. Bilgi teorisine yönelik Cahız imzalı yazıya ilaveten ‘Aklın Savunusu ve Dini Meşruiyeti’ başlıklı Kadı Abdulcebbar’a ait yazı, bu bağlamda zikredilebilir.

Aklı, dinî olanı işlemede belirleyici bir unsur olarak ele alan Mutezili geleneğin Tanrının varlığını nasıl ele aldığı meselesi de kitabın kapsamına giren konulardan. İspata yönelik kozmolojik ve teolojik delil ile üretilen nazariyeleri şarkiyatçılardan Arent Jan Wensinck ele almış. Birçok metin bu bölümde okuyucu beğenisine sunulmuş.

Mutezili akımın esas kabul ettiği beş ilkenin içerisinde ‘adalet’, yukarıda da bahsedildiği gibi ayrı bir öneme sahiptir. Mutezili âlim ve mütekellimlerin bu ilkeye verdikleri önemden dolayı Mutezile’ye ‘adliyyun’ da denmiştir. ‘Ehl-i Adl’, ‘Ehl-i Tevhidve’l-Adl’, kullanılan diğer isimlerden. Adalet üst başlığında ‘Güzel Ahlak’, ‘İnsanın Özgürlüğü Problemi’, ‘Nübüvvet’, ‘Din Dili’ gibi meselelerde yazılan metinler yer alıyor. Örneğin kader anlayışı, insan fiillerinin yaratıcı karşısında konumu gibi problem arz eden mevzuları Kadı Abdulcebbar, ustalıkla incelemiş ‘Fiillerin Yaratılması’ yazısında. Cebri ifadeleri diyalektik usul ile tartışan ve cevap üreten Kadı’nın yaklaşımı, besleyici özelliğini yazı sonuna kadar koruyor.

Yine aynı başlık altında Kadı’ya ait muhtelif yazılar ve çeşitli oryantalistlerin yaklaşımları görülebilir. ‘Tanrı Kötülük Yapabilir mi?’ başlıklı, Richard Frank imzalı metin zikredilebilecekler arasında.

Mutezile’nin beş temel ilkesinden biri olan, aynı zamanda döneminde vuku bulan olaylar karşısında bir tavra da işaret eden bir yaklaşım olarak ‘el-menzile beyne’l-menzileteyn’, hakkında yazıların derlendiği başlıklardan bir diğeri. İç bünyede sağladığı avantajlara ilaveten Alpyağıl’a göre bu ilke ahlaki bir yaptırım ilkesidir. Yani bu ilke ile büyük günah işleyen kimseye adeta “Çabucak bu yoldan geri dön! Yaptığından vazgeç, tevbe et!” denilmektedir. Bu ilke aynı zamanda toplumsal bir ilkedir de. Büyük günah işleyene, “Sen bu halinle Müslüman cemiyette yer alamazsın!” uyarısı yapılmaktadır. Sonuç olarak mezkûr ilke, tek başına değil diğer iki ilkeyle bir bütünlük halinde asıl anlamına kavuşur. Yani, büyük günah işleyene ‘emr-i bi’l-maruf ve nehyani’l-münker’ ilkesi gereği dünyevi yaptırımlar uygulanır ve en sonunda, va’d-vaid ilkesi gereği, yaptıklarının mutlaka cezai karşılığını göreceği hatırlatılır. (C. 2, s. 585)

ZühdiCarullah’a göre Mutezile, ‘iki menzile arasındaki menzile’ söylemlerine, sınırlı ve basit bir şekilde başlamışlardır; nitekim büyük günah işleyenin ne mümin ne de kâfir olduğuna, bilakis fasık olduğuna hükmetmişlerdir. Bu fikrin istidlalinde Kur’an ayetlerinden faydalanılmış, yine hadisler içerisinde dayanaklar öne sürülmüştür. Bunlara ilaveten Carullah’a göre bu fikrin arka planında felsefede yer alan ‘altın orta’ meselesi de vardır. (s. 592)

‘Nübüvvet’ hadisesi, yine adını sıkça zikrettiğimiz Kadı Abdulcebbar ile okuyucu beğenisine sunuluyor. ‘Nübüvvet ve Mucize’, ‘Ahlaki Nesnellik ve Hz. İbrahim Kıssası’ başlıkları ile meseleye eğiliyor Kadı. Bu metinler, akıl ile kurduğu ilişki ithamlara yol açan Mutezile’ye mensup bir âlimin mutedil yaklaşımını gözler önüne seriyor. Kadı, ‘Nübüvvet ve Mucize’de aklın sınırlarını çiziyor ve ilahi müdahaleyi gerekli görüp Peygamber’in varlığına dair tezler üretiyor. Risaletin sınırları ve gerekliliği bağlamında dikkate değer fikirler serdediyor. (s. 334’ten itibaren) Mariam el-Attar, Metin Özdemir gibi isimler de başlığın diğer yazarlarından.

“Mutezile’nin Siyasi Tutumları” başlıklı yazısında Montgomery Watt, söz konusu ekolü yetkin bir dil ile ele alıyor. Mutezile’nin kökenine değinen makalesinde Watt, Hasan el-Basri’nin meclisinden ‘ayrılanlar’ anlamında ‘itizal’den Mutezile’nin ortaya çıktığı rivayetini uydurma olarak niteler. AncakWatt’a göre, dokuzuncu asırda ortaya çıkan ulema ve hadisçilerin geri kalanından ayrışmasını ifade etmek için uygun bir kavramdır ‘itizal’. (s. 656)

Müslüman fetihleri ile genişleyen sadece topraklar olmamış, aynı zamanda zihinlere sirayet eden meseleler ve kaynak sayısı da geometrik bir artış göstermiştir. Müslüman muhayyilenin bu duruma cevabı önemlidir. Mutezile, diğer din ve inanışlara karşı özgüvenli ve dinamik bir zihnî mücadele yürütmüş, kavram ve fikir alışverişinde tutarlı davranmıştır. Mutezile’de söz konusu olan ‘apoloji’ gayrı inanışlara karşı sadece savunma değil bir sunum anlamına da gelir. (s. 722)Teslise ve Hristiyan teolojiye dair Mutezili tezlerin yer aldığı mezkûr bölüm, incelenmeye değer kısımların bir diğeri.

Mutezile ile alakalı daha önce kitapları çıkmış bir isim olan Muhammed Ammara, Mutezile’de Basra ekolü ile Bağdat ekolünün fikrî ihtilaflarına değiniyor. Ekollerin isimlerini mekândan almaları ile bağlantılı olarak ayrılık sebebinin farklı yerlerde ikametten kaynaklanmadığını aktarıyor Ammara. Bu ihtilafı besleyen esas saik fikrîdir. Halifelere yaklaşım ve verilen değer hiyerarşisi iki ekolde farklıdır mesela. Bağdat ekolü Abbasi yönetimine karşı muhalefetini sürdürürken Basra ekolü özellikle Me’mun, Mu’tasım ve Vasık dönemlerinde bu yönetime karşı her türlü desteği sağlamıştır. Ammara, iki ekolü sembol isimler üzerinden mukayeseye tabi tutuyor ve önemli sonuçlara ulaşıyor yazısında.

İkinci cildin çağdaş dönemi ele alan yedinci bölümü, diğer bölümlere göre daha dikkat çekici. Nispeten aşina olunan isimlerin Mutezile’ye yaklaşımlarının konu edildiği bölümde Ziya Gökalp, İsmail Raci Faruki, Muhammed İkbal, Mehmet Akif Ersoy, Emin el-Huli de bu bölümde yer alan isimlerden. Sair isimler babında DetlevHalid, Hoca Kadri Nasıh ve Macid Fahri de sayılabilir. Ekolü farklı veçheleriyle ele alan bu metinler bütüncüllükten uzak olsa da düşünce ikliminde ufuk açabilir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR