1. YAZARLAR

  2. Hasip Yokuş

  3. DAİŞ İle Haşdi Şa’bi Arasında Tercihe Zorlanan Irak Sünnileri

DAİŞ İle Haşdi Şa’bi Arasında Tercihe Zorlanan Irak Sünnileri

Kasım 2016A+A-

Bir müddettir hazırlıkları yapılan Musul operasyonu 17 Ekim sabahı itibariyle TV’lerden canlı yayınlanan görüntüler eşliğinde ve adeta kaos görüntüsü veren tartışmalar eşliğinde başladı. Batı dünyası bu operasyona isim buldu bile: Musul Savaşı…

1991 yılındaki 1. Irak Savaşı TV’lerden naklen yayınlanan ilk savaştı. Daha sonra 2003 yılında 2. Irak Savaşı başladı. İddiaya göre; Irak’ta Saddam Hüseyin adında bir cani vardı. Kimyasal silah bulunduruyor, halkına zulmediyor, dünya barışını tehlikeye atıyordu!

Saddam, cani olmasına caniydi ancak bunca cinayet işledikten sonra aniden cani olduğunun hatırlanmasında bir tuhaflık vardı. 1980-88 yılları arasında İran-Irak Savaşı süresince işlediği vahşetlere, kullandığı kimyasal silahlara ve kendi halkına karşı sergilediği gaddarlıklara göz yumuldu. Dahası, bu gerekçelerle Irak’a savaş açma kararı alan ülkeler tarafından bizzat desteklendi. Ne ki İran’da İslami bir yönetim iddiasıyla devrim olmuş, bu devrimin mimarları İran’ı Batı çizgisinden uzaklaştırıyorlardı. Dolayısıyla Saddam’ın bunlara karşı sergilediği her türlü vahşete göz yumuldu, hatta desteklendi. Bu vahşetten sadece İran değil, Irak’taki Şiiler ve Kürtler de nasiplerini aldı. Halepçe’de üç günde 5 bin kişi olmak üzere Enfal operasyonları boyunca toplamda 180 bin Kürt katliamdan geçirildi.

Irak savaşları neticesinde Saddam rejimi, şehir meydanlarını süsleyen Saddam heykellerinin terliklerle dövülme görüntüleri eşliğinde yıkıldı, kendisi bilahare idam edildi. Bir milyonun üzerinde insanın yaşamına malolan bu müdahalenin ardında Irak’taki kimyasal silahlar imha edilecek, ülkeye özgürlük ve demokrasi gelecekti! Ancak aradan geçen bunca süreye rağmen savaşın esas gerekçesini teşkil eden kimyasal silahların akıbeti hakkında tatminkâr bir açıklama yapılmadığı gibi Irak’a özgürlük ve demokrasinin ne şekilde geleceği hususunda da iç açıcı bir gelişme yaşanmadı. Fiilî olarak Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında üçe bölünen Irak’ta çatışma, şiddet ve kaos hep devam etti. 2003 müdahalesinden sonra yapılan ilk seçimlerde parlamentoda federal bir yapı benimsenmesine karşın Merkezî Irak Hükümetinin tüm kurumları üzerinde çoğunluğu oluşturan Şiilerin belirgin bir hâkimiyeti söz konusu oldu.

Irak’taki Şiilerin nüfus fazlalığından dolayı sahip oldukları avantaj, parlamentodaki oylamalarda Şiilerin lehine kararların alınmasıyla sınırlı kalmayan çarpık bir yönetimin ortaya çıkmasına sebep oldu.

Sadece Saddam dönemi değil, yıllardır iç içe yaşadıkları Sünnilerden Kerbela’nın intikamını dahi almaya niyetlenmiş Şii fanatikleri bir kenara bırakarak söylüyorum; 2004 yılından bugüne kadar yapılan hiçbir seçim ve teşkil ettirilen hiçbir hükümet Irak’taki Sünniler başta olmak üzere Kürt, Türkmen ve azınlıkta kalan diğer kesimler üzerindeki baskıyı hafifletmedi.

Büyük oranda İran’ın güdümünde hareket eden Şii politikacılar Irak’taki farklı etnik ve mezhebe mensup kesimlerle bir arada ve kardeşçe yaşayacakları politikaları geliştirmek yerine; sosyal, siyasi ve ekonomik olarak tüm Irak’ı Şiilerin lehine domine etmeyi önceleyen despotik bir anlayışı politikalarının merkezine aldılar. Bu despotik uygulamalardan dolayı ABD’nin himaye ettiği Kürtler ve diğer gayrı İslami azınlıklar kısmen, Sünniler ise bütünüyle mağdur edildiler. Türkiye’nin zaman zaman farklı tonlarda daha kucaklayıcı bir yönetim tesisi için yaptığı çağrılar ise ya hiç ciddiye alınmadı ya da içişlerine müdahale iddiasıyla tepkiyle karşılandı.

Aradan geçen 14 yıllık zaman süresince çoğunluğu oluşturan ve Irak siyaseti üzerinde belirleyici bir etkiye sahip Şii politikacıların mezhepçi/taifeci anlayışları, bir devletin sahip olması gereken kurumsal mekanizmaların anlamını yitirmesine sebep olduğu gibi Iraklılık kimliğini de tümüyle anlamsızlaştırdı.

Merkezî Irak Hükümetinin böylesine anlamsız hale geldiği ve geleceğe dair de umut ve güven vermekten uzak kaldığı bir vasatta sadece Sünniler, Kürtler ve Türkmenler gibi azınlıkta kalan kesimler değil, Şiiler bile kendi milis güçlerini ve sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan kendi alternatiflerini oluşturma gayreti içerisine girdiler.

Bu zaaflı tablo, Irak’ta yönetim anlamında bir kargaşayla sınırlı kalmayan, dahası bu kargaşayı büsbütün derinleştiren ve içinden çıkılmaz bir hale getiren Haşdi Şa’bi ve DAİŞ gibi yapıların hayatiyet bulmasına zemin hazırladı.

Musul operasyonunun gerekçesini teşkil eden DAİŞ’in ortaya çıkışı ve gelişim süreçlerini, DAİŞ’le ilişkili öne sürülen tüm iddia ve teorileri bir kenara bırakarak, Irak’taki rasyonalite üzerinden değerlendirmek çok daha gerçekçi; aynı zamanda soruna ve çözüme ilişkin daha makul değerlendirmelerde bulunma imkânı sağlar.

Yanlış anlayış ve uygulamaların daha başka yanlış anlayış ve uygulamalara kapı aralayabileceği bilinen bir husustur. Bataklıkların sivrisineklerin üremesine zemin teşkil ettiği deyimi tam da bu durumu ifade ediyor.

DAİŞ’in nasıl da hunhar bir yapı olduğuna ilişkin veri ve iddiaların tamamını doğru kabul etsek bile Musul operasyonunun Irak’ın geleceğine ilişkin daha insanca bir ortamı oluşturacağına dair iyimser bir beklenti içerisine girmemizi gerektirecek hiçbir kanıt yok. Nitekim bu operasyonun yürütücüsü konumundaki aktörlerin hiçbirisinin DAİŞ sonrasına ilişkin elle tutulur bir çözüm planı yok. Sorunun çözümüne ilişkin elle tutulur bir programın olmayışı sadece Iraklı Sünnilerde değil, bölgedeki tüm kesimler üzerinde büyük bir tedirginlik ve gerilim oluşturuyor.

Bölgede etnik ve mezhepsel fay hatlarının oluşturduğu çekişmenin derin ideolojik, coğrafi ve tarihî temelleri var. Musul operasyonu bu çekişmeler arasında sulh ve kardeşliğin tesis edilmesine aralanan bir kapı olabileceği gibi, bu söz konusu kesimler arasında izi yıllarca silinemeyecek ve bölgeyi tümüyle bir kaosa sürükleyecek bir husumete de kapı aralayabilir.

Açıkça söylemek gerekirse mevcut tablo karşısında Allah’ın yardım ve inayeti dışında iyimser olmak için hiçbir sebep görünmüyor. Musul’un DAİŞ sonrası dönemde güvenlik açısından Irak Merkezî Hükümeti, Irak Kürdistan Yönetimi ve Türkiye açısından bir kördüğüm olması çok yüksek bir ihtimal. Bu operasyonun planlayıcısı ve yürütücüsü pozisyonundaki aktörlerin kabarık ve kirli sicilleri bile gelecek açısından kaygı duymamız için yeterli sebeptir.

ABD, Afganistan’da, Suriye’de, Filistin’de müdahil olduğu tüm coğrafyalarda kaosu daha da derinleştirmekten, yıkım ve gözyaşını daha da artırmaktan başka bir şey yapmamıştır. Esasında Irak’ı böylesine bir batağa dönüştüren de bizzat ABD değil miydi?

Bağdat merkezine dahi hâkim olamayan ve orada Şiilerle Sünniler arasına kalın duvarlar ören Merkezî Irak Hükümetinin Sünnilerin Irak’taki en büyük kenti konumundaki Musul’da nasıl bir idare tesis edeceğine ilişkin tahminde bulunmak için kâhin olmak gerekmiyor.

İran’ın durumu ise çok daha vahim. 79 yılındaki devrimden sonra sloganlaştırdığı “Her Gün Aşura, Her Yer Kerbela” söylemi, zulme, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı bir duyarlılığı çağrıştırmaktaydı. Ancak gelinen noktada Suriye’de Rusya’yla, Irak’ta ABD’yle kol kola Müslümanların kanını akıtmaktan çekinmiyor.

Tüm eksik ve zaaflı yanlarına rağmen Türkiye’nin Irak’ın geleceğine ilişkin söylem ve politikaları; gerek uygulanabilirliği ve rasyonalitesi açısından gerekse daha kuşatıcı, kucaklayıcı ve insani bir anlayışı ön görmesi açısından en makul yaklaşım olarak göze çarpmaktadır.

Sonuç olarak biz Müslümanlar açısından sivil Musul halkının durumu tüm stratejik hesaplardan çok daha önceliklidir. Musul halkı,“Kerbela’nın intikamını almaya gidiyoruz!” diyerek diş bileyen Şii fanatiklerin insafına terk edilemeyeceği gibi Müslümanlar arasındaki iç sorunlara ve ihtilaflara iyi niyetle ve yapıcı bir şekilde asla yaklaşmayan ABD ve bilumum emperyalist güçlerin insafına da terk edilemez.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR