1. YAZARLAR

  2. Cundullah Avcı

  3. Çağdaş Zahiriciliğin İzleri

Çağdaş Zahiriciliğin İzleri

Kasım 2020A+A-

Çağdaş zahiriciliği anlamak için öncelikle zahiriliği anlamak gerekir. Zahiriliği anlayabilmek adına elimizdeki en iyi ve kapsamlı kaynak herkesin kabul edeceği gibi İbn-i Hazm’ın eserleridir. İbn-i Hazm, zahirilik mezhebinin sistematiğini oluşturan kişidir. İbn-i Hazm’ı anlayabilmek için de en başta İbn-i Hazm’ın yaşadığı çağı iyi tahlil edebilmemiz gerekir. Ancak bu şekilde İbn-i Hazm’ın düşünce dünyasını anlayabiliriz.

Miladi 994 yılında Kurtuba’da doğan İbn-i Hazm (Ebū Muhammed Ali Bin Ahmed Bin Saîd İbn-i Hazm) 1064 yılında vefat etmiştir. “Babası Ahmed kıymetli bir ilim adamı olduğundan ve aynı zamanda Halife Mansur ve oğlu Muzafferin döneminde vezirlik yaptığından İbn-i Hazm’ın çocukluğu lüks bir hayat içerisinde geçti. İbn-i Hazm da 1023’te kendisine halifelik üzerine biat edilen Müstazhir Billah tarafından vezirliğe getirildi ancak bu görevinde uzun süre kalamadı. Halife yedi hafta sonra öldürüldü ve İbn-i Hazm da hapse atıldı. Daha sonra Hişam el-Mu’temed Billah döneminde ikinci defa vezaret görevine getirildi. Fakat sonunda bu görevi bırakarak kendisini tamamen ilmî araştırmalara verdi. Zengin ve kültürlü bir aileye mensup olan İbn-i Hazm, hayatının ilk yıllarını lüks bir muhit olan haremde geçirmiştir. Harem şartlarına göre çok sıkı bir eğitim almıştır. Çocukluk döneminde, onun yetişmesinde büyük payı olan mürebbiyelerden Kur’an, şiir ve hat sanatını öğrenmiştir. Zâhiriyye mezhebinin ikinci imamı olan İbn-i Hazm’ın yaşamış olduğu Endülüs’te devletin resmî mezhebi fıkıhta Mâlikî, itikatta Eş’ariliktir.1

İbn-i Hazm, fıkıhta aklın alanını daraltıp daha çok nassın hâkimiyetini savunmuştur. İbn-i Hazm, büyük imamlarla uğraştığı için çağdaşları tarafından yoğun tenkitlere maruz kalmış, hatta sapıklıkla itham edilmiştir. Başta mezhep imamları olmak üzere çeşitli fıkıh mezheplerine mensup çağdaşları ve ondan önceki birçok âlim İbn-i Hazm’ın tenkidinden kurtulamamıştır. Onun, tenkit ettiği kimselere karşı nezaket sınırlarını aştığı, bazen hakarete varan ifadeler kullandığını eserlerinde görmek mümkündür.2 Hatta bu üslubundan ötürü Ebu’l-Abbas, “İbn-i Hazm’ın kalemi, Haccac’ın kılıcı kadar keskindir.” demiştir.3

Selefiliğin Usul Anlayışı

İbn-i Hazm’ın usul anlayışını şöyle özetleyebiliriz: “Bütün delillerin kaynağı Kur’an’dır. Sünnet de Kur’an gibi Allah’ın vahyidir ve kesinlikle Kur’an’a ters düşmez. Aralarında sadece lafız ve nakil farkı olup hüküm koyma ve bağlayıcılık açısından fark yoktur.4

İbn-i Hazm’a göre kavlî sünnet kesin hüküm ifade ederken; fiilî sünnet teşvik; takrirî sünnet ise serbestliğe delalet eder. Hz. Peygamber’in fiilleri açıkça bir emriiçermiyorsa farz değildir. Onun sustuğu hususlarda bizden sorumluluk kalkmıştır. İbn-i Hazm’a göre Kur’an, Kur’an’ı; Sünnet ise hem Sünneti hem de Kur’an’ı nesh edebilir. Ona göre nesih, beyanın bir türüdür.

İbn-i Hazm’a göre bir kimse iki ayet arasında veya iki sahih hadis arasında yahut bir ayet ve sahih bir hadis arasında çelişki görürse, yapması gereken, her ikisiyle de amel etmektir. Çünkü her ikisine göre amel eşit olarak emredilmiştir. Birini alıp diğerini terk helâl değildir. Her ikisiyle de amel mümkün olduğu sürece bu böyle olmalıdır. Ancak bu mümkün değilse, fazla hüküm içerenle amel etmek vaciptir.5

Ona göre ayet ve hadisler üzerinde sahabenin yorumlarının üstün bir yeri yoktur ve bu sebeple sahabeyi taklit gerekmez. Onlar da bizim gibi Kur’an’ı alıp amel etmekle sorumludurlar.6

İbn-i Hazm’a göre “icmâ’ üçüncü kaynaktır ve muteber olan yalnız sahabe icmâıdır. Dinî konulardan herhangi bir meselenin Sünnet’ten bize geliş şekli üzerinde sahabeden hiç kimsenin muhalefet etmemiş olması (ki buna naklü’l-kâfî adını verir) sahabe icmâını oluşturur. Ona göre sahabe devriyle birlikte icmâ sona ermiştir.7

İbn-i Hazm’a göre dinde, kıyas ve rey ile bir şey söylemek helâl değildir.

İbn-i Hazm’ın taklitle ilgili görüşleri ise şöyledir: “Hz. Peygamber dışında ölü veya diri hiç kimseyi taklit caiz değildir, herkesin kendi gücü kadar içtihat etmesi gerekir. Din hakkında bir konuyu öğrenmek isteyenin onu, o konuda Peygamber’den (sav) nelerin nakledildiğini bilen birisine sorması farzdır. Kendisine o konuda önderlik edecek kimse ise ‘Bu hususta Allah ve Resulü şöyle buyurmuştur.’ şeklinde cevap vermelidir. Şayet kendisine soru yöneltilen o konuda kendi görüşünü ‘Bu benim görüşümdür veya bu bir kıyasla ortaya konmuş bir hükümdür, bu falanın kavlidir gibi.’ayet veya hadis dışında bir görüşle cevaplandırırsa, onun sözüyle amel etmek sorana helal değildir, meselesini bir başkasına sormalıdır.8 İbn-i Hazm’ın bu hususta görüşünü teyit için getirdiği delil çok ilginçtir. “Ey iman edenler, Allah’a, Peygamber’e ve sizden olan emirlere itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz-Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resul’e götürün...9 ayetinde Allah, anlaşmazlığa düşülen bir hususun çözümü için müracaat yeri olarak sadece Allah ve Resul’ünü göstermiştir. Dolayısıyla Peygamber dışında hiçbir kimsenin görüşü meseleyi çözmede delil olamaz. Her kim bir âlim veya âlimleri taklit ederse, Allah’a, Peygamberine ve ulu’l-emre itaat etmemiş olur. “Şayet taklit caiz ise zikrettiğimiz sahabe ve tâbiîni taklit etmek, Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şâfiî’yi taklitten evlâdır.” Ayrıca onun en çok tekrarladığı cümlelerden birisi şudur: “Doğrusu biz selefimizi severiz. Fakat bizim için hak ve hakikat onlardan daha değerli ve daha üstündür.10 İbn-i Hazm’ın usul anlayışını kısaca bu şekilde özetleyebiliriz.

İbn-i Hazm, kelami ve siyasi görüşlerini “el-Muhallâ” isimli eserin baş tarafında bulunan “Kitâbü-t Tevhid11 başlığı altında 91 konuda ortaya koymuştur. İbn-i Hazm, kelamî konularda üç mezhepten (Eş’ariye, Mâturidiye ve Selefiye) hiçbirine bağlı kalmamış ancak daha çok Selefiye’ye yakın bir yol takip etmiştir.Onun kelamî görüşlerinden bazıları şöyledir:

- Kur’an’ın mahlûk olup olmaması konusunda Davud b. Ali’ye muhalefet ederek “Kur’an, Allah’ın kelamı ve ilmidir, kesin olarak mahlûk değildir.” demiştir.

- İman kalbin tasdikinden ibarettir, dil ile ikrar ise şahsın malının ve canının korunması için gerekli bir husustur.

- Allah, kendisini yaratmak zorunda bırakan bir illet olmaksızın kâinattaki her şeyi yaratmıştır.

- Ruh mahlûktur ve cesetten ayrıdır. Lügatte “nefis” ruh anlamında da kullanılmaktadır. Ruhlar, “temiz, pis, cesur, âlim, cahil” gibi sınıflara ayrılırlar.

- Arş mahlûktur. Çünkü ayette “O, büyük arşın rabbidir.” denilmektedir ki bu da kendisine rablik yapılan her şeyin mahlûk olduğunu gösterir. Hz. Muhammed, Müslüman olsun kâfir olsun bütün insan ve cinlerin peygamberidir.

- Cennet müminler için sonradan yaratılmış bir yer olup oraya kâfirler asla giremez. Cehennem de hak olup mümin orada ebedî kalmaz. Cennet ve cehennem fani değildir.

- Kitab ve Hz. Peygamber’den ittifakla bize gelen Sünnet’i inkâr eden kâfir olur.

- Doğu ve batıdaki bütün Müslümanların ellerindeki mushaflarda Fatiha’dan Muâvvizetân’a kadar olan ayetlerin hepsi Allah’ın kelamıdır ve bir ayetini inkâr eden kâfir olur. “Abdullah b. Mes’ud’un mushafında Fatiha ve Muâvvizetân mevcut değildi.” iddiası yalandan ibarettir.

- Nebilerden zikredilen haberlerin hepsi zahiri üzere haktır. Din konusunda kimsenin yanında özel bir sır yoktur.

- Her kim kâfir iken kötü bir amel işler ve sonra da Müslüman olur ve bu kötü ameline devam ederse, hem şirk halinde hem de Müslüman iken işlediklerinden dolayı ahirette ceza görür. Ancak tövbe ederse şirk halinde işledikleri kendisinden sâkıt olur. Kim de kâfir iken salih amel cinsinden bir şeyler yapmış sonra da Müslüman olmuşsa, Müslüman iken ve müşrik iken işlediği iyi fiilinden dolayı cennette karşılığını görür. Şayet böyle bir şahıs Müslüman olmazsa, yapmış olduğu iyi fiillerinin dünyada karşılığını görür, ahirette ise bu fiillerin ona bir faydası olamaz.

- Kabir azabı haktır ve öldükten sonra ruhlar sorguya çekilir. Öldükten sonra kimse yaşamaz. Ruhlar fani olmazlar ve bir başka cesede geçmezler. Tenasüh iddiası bütün ehl-i İslam’a göre küfürdür.

- Hz. Peygamber’in isrâ ve miraç hadisesi ruh ve bedenle birlikte gerçekleşmiştir. Peygamber’in (sav) yaşadığı isra hadisesi şayet uykuda gerçekleşen bir şey olsaydı müşriklerden kimse ona itiraz etmezdi.

- Hızır (a) nebidir ve ölmüştür. Çünkü Musa (a) ile arasında geçen buluşmadaki harikulade olaylara Hz. Musa’nın şaşırması üzerine, “Bu yaptıklarımın hiçbirini kendi reyimle yapmadım.” demesi onun nebiliğini doğrular.

- Müslümanlara bir halife seçmenin farz olduğunu söyleyen İbn-i Hazm, halifenin seçilememesi halinde bütün Müslümanların günahkâr olacağı inancındadır. Çünkü hilafet nass ile sabittir. Ayrıca ona göre halife olacak kimsede aranan şartlar şunlardır:

1- Halife Kureyş’ten olmalıdır. Çünkü Kureyş dışından birinin halifeliği caiz değildir. Ona göre bu yönde gelen haberlerin tamamı Kureyş’ten olmayanların emir olamayacaklarını haber vermektedir.

2- Halifenin akıl sahibi ve erkek olması şarttır.

3- Halife seçilecek kişinin zahirî durumu itibari ile bu işi yapmaya elverişli olması gerekir.

4- Dünyada Müslümanların aynı anda birden fazla halifesinin olması caiz değildir. Hilâfet verasetle mümkün olmaz. Bunun için mevcut halife ölmeden birini tavsiye etmeli, hilafet şartlarını haiz biri ortaya çıkıp biat istemeli, halife kendisinden sonraki halifeyi seçecek şûrayı meydana getirmelidir. Bir halifeye biat etmeden bir gece geçiren bir kimse ölecek olsa, cahiliye üzere ölür. Nitekim Hz. Ömer’in uygulaması bunun önemine işaret etmektedir. “Peki, Hz. Osman seçilinceye kadar sahabe bir günden fazla biatsiz kalmıştı!” denilirse; onlara, “Hz. Osman, Hz. Ömer’in vefatından itibaren Allah katında halife idi ve Müslümanların, ismi henüz belirlenmemiş de olsa birine biati devam ediyordu cevabını veririz.” der.

Çağdaş Zahiricilik

Günümüzde Zahiriciliğin temsilcileri bulunmadığından, zahiriliğe en yakın olan günümüz selefileri, zahirilik akımı altında ele alınacak ve incelenecektir. Ancak bu şekilde günümüzdeki selefiler doğru anlamlandırılabilir. Çağdaş zahiriciliği/selefiliği İbn-i Hazm’ın usul anlayışıyla karşılaştırdığımız zaman ise karşımıza tamamen çok farklı bir usul anlayışı çıkmaktadır maalesef.

Çağdaş zahiricilikte, İbn-i Hazm’ın anlayışına uygun olarak nass tevil edilemez görüşü hâkimdir. Ancak çağdaş zahiriliğin, kadim zahirilikten ayrıldığı en önemli noktalar; taklit, kıyas, rey, içtihat, icma ve Sünnet’e yaklaşım mevzularıdır.

Bir insan/fikir değerlendirirken dikkat edilmesi gereken hususlar bulunmaktadır. Bu hususların en başında;

1- Kimsenin masum olmadığı,

2- Fikrin/insanın, yaşadığı çağdan etkilendiği ve izler taşıdığı,

3- Değerlendirme hususlarının Kur’an ve Sünnet olması gerektiği,

4- “Kim”in dediği değil, “ne” denildiğine önem verilmesi ilkeleri gelmektedir.

Çağdaş zahiricilik başlığı altında inceleyeceğimiz selefiliği kısaca şöyle tanımlayabiliriz: Dinde selef kabul edilen kişilere hiçbir değişiklik yapmadan tâbi olmayı esas alır. Terim anlamı olarak yaptığımız bu tanımlama maalesef realiteye uyan bir tanım değildir. Zira selefilik, çok farklı versiyonları olan ve birbirlerini kabul etmeyen grupları kapsayan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Biz bu farklı versiyonlar içerisinde son yüzyılda İslam ümmeti içerisinde ağırlığını koyabilen selefilik düşüncesini ele alacağız ve buna çağdaş zahirilik diyeceğiz.

Çağdaş zahiriler; fikhî mezhep olarak birer Hanbeli olan İbn-i Teymiyye ve öğrencisi İbnu’l-Kayyim’in çizgisini izlediklerini iddia ederler. Diğer mezhepleri ise istihsan, istislah, mesalih-i mürsele gibi delillere yer verdikleri için bidatçilikle itham ederler.

Selefiye’nin en bariz vasıflarından birisi, müteşabih ayet ve hadisleri lügat anlamını esas alarak olduğu gibi kabul etmek şeklinde kendisini göstermektedir. Buna göre Kur’an’da ve hadislerde Allah Teâlâhakkında zikredilen “el, yüz, gelme, oturma, inme, arşa istiva etme, gazaplanma, gülme” gibi sıfatlar, mahlûkat hakkında ne ifade ederse çağdaş zahirilere göre Allah Teâlâ hakkında da aynı şeyi ifade eder.

Selefiye ve İbn-i Hazm fikhî meselelerde herhangi bir müçtehit imamın taklit edilmesine de şiddetle karşı çıkarak bunun kişiyi şirke ve küfre götüreceğini iddia ederler. Bu iddialarını ispat için de birtakım ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler.Kıyasın şer’i bir delil sayılamayacağını, çünkü kıyasın, “Allah’ın dininde şahsi görüş ile hüküm vermek” olduğunu söyleyenler mevcuttur. Ancak günümüz çağdaş zahiriler pratikte taklidi en sıkı şekilde uygulamakta ve önder/imam olarak kabul ettikleri yaşayan şahısları sıkı şekilde takibe almaktadırlar ve bazı konularda gerektiği yerde kıyasa başvurmaktan çekinmemektedirler.

Kesin hatlarla ayırt etmek güç olmakla beraber genel olarak nassların yorumu karşısında üç ana yaklaşımdan söz edilmektedir. Bunlardan birincisi12 zahiri/nassçı yaklaşım. Buna göre murat edilen mana, lafzın zahiriyle gösterilmiş olup şerhe ya da beyana ihtiyaç duyulmamaktadır. Burada mana, sadece metinde zahirin belirttiği gibidir ve metinde ibarenin kendisiyle beraber açık bir şekildedir. İkincisi13 ise mana merkezli yaklaşımdır. Bu yaklaşımda da lafız mana ilişkisi asıl olmakta ancak burada akli etkinlik, zahiri yaklaşımın tam aksine lafızdan manaya yönelmektedir. Üçüncüsü14 ise mutedil/birleştirici diyebileceğimiz yaklaşımdır. Burada hem lafız hem de mana ve maksat biri diğerini ihmal etmeyecek derecede önemlidir.

Çağdaş Selefilikten Örnekler

Selefiye’nin zahiri yaklaşımı, büyük ölçüde ayetlerin salt dilsel manalarına bağlı kalma şeklinde olmuştur. Buna dair Dr. İyad el-Kuneybi’nin şu sözlerini örnek verebiliriz: “Müslümanlar olarak bizler, dünyada bir vazife için bulunduğumuza iman ediyoruz ve bu yüzden de başarıyı, inandığımıza inanmayanların tanımladığı gibi tanımlamıyoruz. Bizler başarıyı, Allah Teâlâ’nın şu ayetinde tanımladığı gibi tanımlıyoruz: “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resul’üne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak «İşittik ve itaat ettik» demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Her kim Allah’a ve Resul’üne itaat eder, Allah’a saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte onlar başarıyı elde edenlerin ta kendileridir.” (Nur, 51-52) Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiye’deki yönetim sistemine katıldı ve bu uğurda da devletin laikliğini muhafaza edeceğine dair teminatlar verdi. Aslında en doğrusu o, devleti laikleştirdi. Çünkü Türkiye devleti, askerin yönetimi altındayken fiilî olarak laik değildi. Aksine özellikle İslam’a düşman ve başörtüsü gibi, Müslümanların kişisel dinî şiarlarını uygulamalarına engel durumundaydı. Erdoğan hükümeti İslam’a; Türkiye’deki diğer dinler gibi muamele etmek ve Müslümanlara kişisel dinî şiarlarını uygulamalarına izin vermek üzere geldi. Yani devletin yasalarına aykırı olmayan kişisel dinî şiarları yasaklamaksızın, dini devletten ayırarak laikliği asıl mefhumuyla tahakkuk ettirmek üzere geldi. Ve bunda da Müslümanlara nefes aldıran bir durum vardı. Fakat İslami değil, otoritenin tamamını Allah’a ait kılmaktan sapmanın şekillerinden bir şekil olarak tamamen laik bir durumdur. Erdoğan, askerî yönetimden daha az baskı içeren şer’i olmayan bu durumu sağlamlaştırıyor, onu benimsiyor, yayıyor ve ideal ve nihai bir hedef gibi halkları ona teşvik ediyor.15

Ebu Muhammed el-Makdisi ise dilimize “Demokrasi Bir Dindir” olarak çevrilen eserinde şöyle demektedir: “Bütün Müslümanlar hâkimiyet hakkının ancak Allahu Teâlâ’ya ait olduğu hususunda icma etmişlerdir. Bakınız Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”(Yusuf, 12/40) Buna karşılık demokrasilerde egemenlik yetkisi, kanun koyma hakkı Allahu Teâlâ’nın hakkı olmayıp insanların hakkıdır. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde Allah’ın kitabının yani Kur’an-ı Kerim’in hiçbir söz hakkı yoktur. (…) Yine Rabbimiz şöyle buyurur: “Eğer bir konuda ihtilafa düşerseniz Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah’a ve Resul’üne götürün. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha iyidir.”(Nisa, 4/59) Demokrasi dininde ise durum şu şekildedir: Eğer bir konuda ihtilafa düşerseniz onu uydurma anayasaya ve yerden bitme kanunlara uygun olarak halka, meclise, cumhurbaşkanına ya da anayasa mahkemesine götürün.16

Abdullah el-Ensar’ın dilimize “Namaz Kıldırma Memurları Arkasında Namaz” olarak çevrilen eserinde ise şöyle denilmektedir:“Etrafımızdaki namaz kıldırma memurlarına şöyle bir baktığımızda birçoğunun, küfür ve şirk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni meşru gördüğünü, bir kısmının ise bu hususlara hiç değinmeyerek sanki konunun İslam’ın emirlerinin dışında olduğunu, dinimizde bu hususların yeri olmadığını, İslam’ın devletle, yönetimle, yöneticiyle, egemenlikle ilgisinin olmadığını düşündüklerini görürsün.17

Değerlendirme ve Sonuç

Dr. Kuneybi’nin konuşmasında ve el-Makdisi ile el-Ensar’ın eserlerinde de açıkça görüldüğü gibi ayetlerin zahirine bağlı olarak mevcut bir durum yorumlanmakta, ayetin siyak ve sibakı göz ardı edilmekte hatta ayetin tamamı yerine ayet içerisinden bir kısım nazara alınmakta, nüzul sebebine değinilmemektedir. Bu da parçacı yaklaşımın ve zahiri yaklaşımın tehlikeli sonuçlarını gözler önüne sermektedir.

Ele alınan ayetlerin geçmiş ve çağdaş âlimlerce nasıl anlaşıldığına göz atılması gerekmektedir.

El-Makdisi’nin kendine delil olarak kullanmış olduğu Yusuf Suresi 40. ayetin tamamı şöyledir: “Sizin O’nu bırakıp taptıklarınız; kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları adlardan başka bir şey değildir. Allah onlara hiçbir hüküm indirmemiştir. Hüküm; ancak Allah’ındır. Kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din.Ama insanların çoğu bilmezler.

İbn-i Kesir, bu ayeti şöyle yorumlamıştır: “Sonra onlara açıklar ki onların ilah ismi vererek taptıkları, onların bilgisizliklerinden başka bir şey değildir ve onlar kendiliklerinden onlara adlar takmışlar, sonradan gelenler bir öncekilerden bunları almıştır. Bunların Allah katından bir dayanakları yoktur. Bu sebepledir ki: «Allah onlara hiçbir hüküm, (hüccet ve burhan) indirmemiştir.» demiştir. Sonra Hz. Yusuf onlara hükmün, tasarrufun, dileme ve hükümranlığın bütünüyle Allah’a ait olduğunu, kullarına sadece kendisine ibadeti kesinlikle emrettiğini haber verir. Ve der ki: «İşte dosdoğru din budur.» Sizi çağırmış olduğum Allah’ı birleme, ameli sadece O’nun için yapma, Allah’ın emretmiş olduğu, sevip razı olduğu hüccet ve burhanla indirdiği dosdoğru din budur. «Ama insanların çoğu bilmezler.» Bu sebepledir ki onların çoğunluğu müşriklerdir. «Sen ne kadar hırs göstersen de yine insanların çoğu inanmazlar.» (Yusuf, 103).

Görüldüğü üzere İbn-i Kesir büyük tefsirinde Yusuf Suresi 40. ayeti yorumlarken rivayete dayanmış, ayetin vürut sebebine ve ilgili olaya atıflarda bulunmuştur. Ayetin Hz. Yusuf döneminden aktarılan bir kıssa içerisinde geçtiği görülmekte ve idari bir duruma atıf yapılmamaktadır.

Seyyid Kutub ise FiZilal adlı eserinde ilgili ayeti şöyle yorumlamaktadır: “Hüküm koyma yetkisi, sadece ve sadece Allah’ın olmalıdır. İlahlığının her şeye egemen olması gereğince hüküm, sadece Allah’a özgüdür. Zira egemenlik tanrılığın niteliklerindendir. Egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren, -ister bir birey, bir sınıf, bir parti, ister bir grup, bir ulus, isterse uluslararası bir örgüt şemsiyesi altında tüm insanlar olsun- tanrılığın nitelikleri hususunda herkesten önce Allah’a savaş açmış demektir. Tanrılığın baş niteliği durumundaki egemenlik noktasında yüce Allah’a savaş açan ve egemenliğin kendisine ait olduğunu ileri süren, yüce Allah’ı apaçık bir biçimde inkâr etmiştir. Böyle bir kimsenin kâfir olduğu noktasında dinin kesin hükmü için, sadece bu ayetteki ifade bile yeterlidir!

Seyyid Kutub, ayete farklı bir perspektiften yaklaşmakta, yaşadığı çağın ve mekânın durumunu göz önüne alarak tefsir yapmaktadır. Kutub, ayeti idare anlamında yorumlamış ancak burada kısıtlı idare yada yetki verilerek kısıtlanmış idareden ziyade mutlak idare anlayışına temas etmiş, mutlak idarenin kaynağını tespit etmeye çalışmıştır.

El-Makdisi’nin ele aldığı ve demokrasiye reddiye babında kullandığı Nisa Suresi 59. ayetine yönelik üç âlimimizin bakışlarına da değinelim.

İbn-i Kesir Nisa Suresi 59. ayetinde: “Buhârî der ki: Bize Sadaka İbn el-Fadl’ın (...) İbn Abbâs’tan rivayetine göre o, «Ey iman edenler, Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.» ayeti hakkında şöyle demiştir: Bu ayet Resulullah’ın (s) bir seriyyede göndermiş olduğu Abdullah İbn Huzâfe İbn Kays İbn Adiyy hakkında nazil olmuştur.

İbn Mace dışındaki diğer muhaddisler de bu hadisi Haccâc İbn Muhammed el-A’ver kanalıyla tahric etmişlerdir. Tirmizî ise, hadisin hasen, garib olduğunu, sadece İbn Cüreyc kanalıyla gelen rivayeti bildiklerini kaydetmiştir.

İmam Ahmed der ki: Bize Ebu Muâviye’nin (...) Ali’den rivayetine göre; o şöyle demiştir: Resulullah (s) bir seriyye (askerî birlik) gönderip başlarına ensardan birini başkan tayin etti. Yola çıktıklarında başkanları bir konuda onlara kızarak: ‘Allah Resulü (s) bana itaat etmenizi emretmedi mi?’ dedi. Onlar, evet dediler. Bunun üzerine: ‘Bana odun toplayın.’ deyip ateş istedi ve toplanan odunları ateşleyerek: ‘Size kesin olarak söylüyorum ki bu ateşin içine mutlaka gireceksiniz!’ diye emretti. Topluluk ateşe girmeye kalkışınca içlerinden bir genç: ‘Siz ateşten kaçarak Allah’ın Resulüne sığındınız. Resulullah’a (s) varıncaya kadar bunu yapmayın (ateşe girmeyin). Şayet o girmenizi emrederse bu takdirde girin.’  diye müdahalede bulundu. Resulullah’a (s) dönerek olayı kendisine haber verdiler. Şöyle buyurdu: ‘Şayet ona girmiş olsaydınız ebediyen ondan çıkmayacaktınız. İtaat ancak iyiliktedir.’ Hadisi Buhârî ve Müslim sahihlerinde A’meş kanalıyla tahric etmişlerdir.

Ebu Davûd da şöyle rivayet eder: Bize Müsedded’in (...) Abdullah İbn Ömer’den, onun da Resulullah’tan naklettiğine göre; o, şöyle buyurmuştur: ‘Sevdiği ve hoşlanmadığı konularda Müslüman kişiyi dinleyip ona itaat etmek; o, bir kötülükle emretmediği sürecedir. Bir kötülüğün yapılması emredildiğinde; bunu dinleme de itaat etme de yoktur. ’Hadisi Buhârî’de Müslim de Yahya el-Kattân kanalıyla tahric etmişlerdir.

Ubâde İbn Sâmit’ten nakledildiğine göre; o şöyle demiştir: ‘Hoşumuza giden ve gitmeyen konularda, zorluk ve kolaylık anlarımızda Resulullah’a (s) onu dinleyip itaat etmek üzere biat ettik. Herhangi bir işte onun ehli olanla münakaşa da etmeyecektik.’ Şöyle buyurdu: ‘Allah katından bir burhanınız varken onda açık bir küfür görme haliniz müstesnadır.’Hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.

Enes’ten rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte Allah Resulü (s) şöyle buyurmuşlardır: ‘Başı kuru üzüm gibi (siyah) bir Habeşli köle dahi sizin üzerinize emir olsa; dinleyip itaat ediniz.’ Hadisi Buhârî rivayet etmiştir.”

Görüldüğü üzere her ne kadar tarafımızca muhtasar bir şekilde ele alınmış ise de İbn-i Kesir, ayeti yorumlarken tamamen rivayetlerden yola çıkmış ve ayetin nüzul sebebine dikkat çekmiş, itaat edilecek şahsın vasıflarından bahsetmiştir.

Seyyid Kutub’un Nisa 59. ayet tefsiri şöyledir: “Bu kısa ayette yüce Allah bir yandan imanın şartını ve İslam’ın tanımını açıklarken aynı zamanda Müslüman toplumun temel düzenini, egemenliğin dayanağını ve siyasi otoritenin kaynağını belirliyor. Bu saydıklarımızın tümünün başlangıç ve bitiş noktası şudur: Hükümler sırf yüce Allah’tan alınacaktır. Kuşaktan kuşağa ve toplumdan topluma değişen sosyal hayatın dalgalanmaları sırasında ortaya çıkacak olan ve haklarında Kur’an’da ve Sünnet’te kesin kanıt bulunmayan; kendileri ile ilgili değişik yargılar, değişik görüşler ve farklı yorumlar ileri sürülen ayrıntılı meselelerin çözümü yüce Allah’a havale edilecek; böylece farklı akılların, farklı görüşlerin ve farklı yorumların hakemliğine başvuracakları değişmez bir ölçü, oynamaz bir kriter elde edilecektir.

İnsan hayatına ilişkin büyük-küçük, önemli-önemsiz her konuda, her meselede ‘egemenlik’, hüküm verme yetkisi sırf yüce Allah’a aittir. Yüce Allah bu amaçla bir şeriat belleyerek onu Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine dökmüştür. Sonra bu Kur’an’ı insanlara anlatacak bir peygamber göndermiştir. Bu peygamber ‘havadan konuşmuyor’. O halde onun sünneti (sözleri ve uygulamaları) yüce Allah’ın şeriatının bir parçasıdır.

Yüce Allah’a itaat etmek zorunludur. Şeriat ortaya koymak O’nun ilahlığının en belirgin özelliklerinden biridir. O halde O’nun koyduğu şeriatın uygulanması, yürürlüğe konması zorunludur. Müminler öncelikle yüce Allah’a itaat etmekle yükümlüdürler. Arkasından Peygamber’e itaat etme yükümlülüğü gelir. Çünkü Allah’ın elçiliği, Allah’tan aldığı mesajı kullara iletme sıfatını taşıyor. Bu sıfatı yüzünden ona itaat etmek, onun aracılığı ile bu şeriatı göndermiş olan Allah’a itaat etmenin vazgeçilmez gereği, bir uzantısıdır. Ayrıca Peygamber, sünneti aracılığı ile bu şeriatı açıklıyor. Buna göre onun sünneti, onun hükümleri ve direktifleri uygulanması zorunlu olan şeriatın ayrılmaz bir parçasıdır. İmanın varlığı ve yokluğu bu itaatin ve bu uygulamanın varlığına ya da yokluğuna bağlıdır… Yani bu meseleleri dolaylı biçimde uyarlandıkları nasslara havale ediniz. Eğer dolaylı biçimde uyarlanacakları nasslarda bulunmazsa o zaman onları yüce Allah’ın sistemindeki, şeriatındaki genel ilkelere havale ediniz. Bazı madrabazların söylemeye yeltendikleri gibi bu yöntem belirsiz, karanlık ve insan aklının içinden çıkamayacağı derecede karmaşık bir yöntem değildir. Çünkü İslam’ın, hayatın bütün önemli kesimlerini kapsamlarına alan, son derece net genel ilkeleri vardır. Bu genel ilkeler hayatın bir meselesi için bu dinin ölçülerini, kriterlerini özümlemiş Müslüman vicdanlara yabancı gelmeyecek genel çerçeveler çizerler.”

Seyyid Kutub, ayeti yorumlarken ayetin tamamını göz önünde bulundurmuş ancak yeniden mutlak itaatin kaynağına dikkat çekmiş, ihtilaflı konularda nasıl hareket edilmesi gerektiğine dair usulî bilgi vermiştir.

Mevdudi ise bu ayeti şöyle yorumlamaktadır: “Bu ayetin ilk bölümünde Kur’an, İslami bir yapının dört asıl ilkesini ilan eder ve ikinci bölümde bu ilkelerin altında yatan hikmeti öğretir. Müslümanlara, gerçekten müminler iseler bu dört ilkeye uymaları emredilir, aksi takdirde onların şehadetleri şüpheli olur. Daha sonra onlara hayat sistemlerini, refahlarının dayanağını teşkil eden bu dört temel ilkeye dayandırmaları öğretiliyor. Çünkü sadece bu ilke, onları bu dünyada doğru yola götürüp ahirette de mutlu bir hayata ulaştırabilir. Bu tavsiyenin, Yahudilerin ahlaki ve dinî durumlarını eleştiren pasajdan sonra geldiğine ve Müslümanları belirsiz bir şekilde onların kötü durumlarına karşı uyardığına dikkat edilmelidir. Bu, şu anlama gelir: Ne zaman bir toplum Allah’ın kitabını ve Resul’ünün sünnetini fırlatıp atar, Allah ve Resul’üne isyan eden lidere uyar, Kitab ve Sünnet’in hüküm vermesini istemeksizin yönetici ve dinî liderlere düşüncesizce itaat ederse, İsrailoğullarının kötü akıbetine uğramaktan kurtulamaz.

Mevdudi, ayeti daha çok ahkâm yönünden yorumlamış, usulî bilgi vermiş ve bu ilkelere uymayanların nasıl bir akıbete uğradığını geçmiş kavimlerden bahsederek örneklendirmiştir.

Abdullah el-Ensar’ın mezkûr eserinde zikrettiği Enfal Suresi 39. ayetini ise İbn-i Kesir şöyle yorumlamaktadır: “Allah Teâlâ: «Fitne kalmayıp din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın.» buyurur. Buhârî der ki: Bize Hasan İbn Abdulaziz (...) Nâfî’den, o da İbn Ömer’den rivayet ediyor:

Bir adam İbn Ömer’e gelmiş ve: ‘Ey Ebu Abdurrahman, Allah Teâlâ’nın : «Eğer müminlerden iki taife birbirleriyle dövüşürlerse...» (Hucurât, 9) buyurduğunu işitmiyor musun? Allah Teâlâ’nın kitabında zikrettiği üzere, seni savaşmaktan alıkoyan nedir?’  demişti. İbn Ömer: ‘Ey kardeşim oğlu, bu ayete (bağlanıp) yanılmam ve savaşmamam Allah Teâlâ’nın: «Kim de bir mümini kasten öldürürse onun cezası (...) cehennemdir...» (Nisa, 93) buyurduğu ayeti(ne bağlanıp) yanılmamdan daha sevimlidir.’ dedi. O kişi: ‘Allah Teâlâ: «Fitne kalmayıp din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın.» buyuruyor.’ dedi de İbn Ömer: ‘Biz Allah Resulünün (s) zamanında bunu yaptık.’ O zamanda Müslümanlar azınlıkta idiler. (...) Nihayet İslam çoğaldı ve artık fitne kalmadı. O adam, İbn Ömer’in istediğinde kendisine muvafakat etmeyeceğini görünce: ‘Ali ve Osman hakkında sözün ne olacak?’ diye sordu. İbn Ömer: ‘Ali ve Osman hakkında ne diyeyim? O Osman ki Allah onu bağışlamış ve fakat siz onu bağışlamayı hoş görmemişsiniz. Ali’ye gelince; o, Allah Resulünün amcasının oğlu ve damadıdır. (İbn Ömer, eliyle işaret etti ve:) Bu da kızıdır ki siz görüyorsunuz.’ dedi.”

İbn-i Kesir, ayeti rivayetlerle açıklıyor ve ilgili ayetlere atıf yaparak Nisa 59’da kullanılan “fitne” kelimesine nasıl anlam verilmesi gerektiğine dair aktarımlarda bulunuyor; ayetin nasıl bir ortamda uygulandığına değiniyor.

Seyyid Kutub, Enfal 39’u şöyle açıklar: “İşte Allah yolunda cihadın her çağda ve her yerde geçerli olan sınırları. Bununla beraber, İslam’da cihada ve İslam savaş kurallarına ilişkin olarak bu surede yeralan hükümler nihaî hükümler değildirler. Bu konudaki son hükümler, Hicri 9. senede indirilen Tevbe Suresi’nde yeralmaktadır. Bununla beraber surenin giriş kısmında da söylediğimiz gibi İslam aksiyoner bir harekettir, insanlığın pratik hayatını uygun yöntemlerle karşılar. Aynı zamanda İslam aşamalı bir harekettir. Her aşama için pratik ihtiyaç ve gereklerine cevap verecek uygun yöntemleri vardır.

İslam, bütün ‘yeryüzünde’ tüm ‘insanlığın’ kula kulluktan -aynı şekilde kendi arzusuna kul olmaktan, çünkü bu da kula kulluğun bir türüdür- kurtuluşunun evrensel bildirisi olmak için gelmiştir. Bunu da yüce Allah’ın tek ve ortaksız ilahlığını, âlemler üzerindeki rabliğini ilan etmekle gerçekleştirmiştir. Bu ilan, her çeşidiyle ve tüm şekilleriyle insanın hâkimiyetine dayalı düzenlere ve rejimlere karşı kapsamlı bir devrim anlamına gelmektedir. Yeryüzünün her köşesinde, her ne şekilde olursa olsun hâkimiyetin insanlara ait olduğu rejimlere karşı tam bir başkaldırı anlamına gelmektedir. “Allah’ın dini bütünüyle egemen oluncaya kadar” ayetinde kastedilen ‘din’, tağutların egemenliğinde ve fertleri baskı altında tutan rejimlerin varlığında somutlaşan maddi engelleri ortadan kaldırmak anlamında kullanılmıştır. Bu durumda yeryüzünde Allah’ın otoritesinden başka otorite kalmayacaktır. O gün Allah’ın otoritesinden başka kullar baskıcı hiçbir otoriteye boyun eğmeyecektir. Bu maddi engeller ortadan kaldırıldıktan sonra, insanlar diledikleri inancı her türlü baskıdan uzak bir şekilde seçmek üzere serbest bırakılırlar. Ne var ki İslam’a karşıt olan bu inanç, başkasına baskı aracına dönüşebilecek, doğru yolu bulmak isteyenleri bundan alıkoyacak, Allah’ın otoritesinden başka her türlü otoriteden pratik olarak kurtulan kişilere işkence edecek bir güce sahip organik bir topluluk tarafından temsil edilemez. İnsanlar diledikleri inancı seçme bakımından özgürdürler. Ancak bu inanca bireysel olarak bağlanmalıdırlar. Bu inanç, kulların kendisine boyun eğdiği, yani dinini din edindiği zorlayıcı bir otoriteye dönüşemez. Çünkü kullar, Allah’tan başkasının otoritesine boyun eğemezler.”

Seyyid Kutub, ayetin pratik karşılığına değinmekte ve İslam’ın aksiyoner bir hareket olduğuna, bu aksiyonun kaynağına dikkat çekmekte ancak Abdullah el-Ensar gibi İslami olmayan bir devlette yaşayan yada görev alanlara ilişkin bir vurguda bulunmamakta; ayeti devletler arası ilişkiler bakımından değerlendirmektedir.

Mevdudi’nin Enfal 39 yorumu şöyledir: “Burada, Bakara 193’te18 ortaya konulan İslam’ın gayesi tekrarlanmaktadır. Bu gayenin, bir olumlu, bir de olumsuz olmak üzere iki yönü vardır. Olumsuz yönüyle savaş, fitneyi ortadan kaldırmayı, olumlu yönüyle ise tam anlam ve bütünlüğü ile Allah’ın dinini ikame etmeyi amaçlar. Bu müminlerin savaşmasını helal, hatta zorunlu kılan tek amaçtır. Savaşı helal kılan başka hiçbir gaye yoktur ve başka bir amaçla savaşmak müminlere yakışmaz.

Mevdudi, çok kısa bir yorumda bulunmuş ve farklı bir ayete atıfta bulunarak neredeyse diğer müfessirlere nazaran suskun kalmıştır.  İbn-i Kesir’in yaptığı gibi fitne kavramına atıfta bulunmuş ve fitneyi anlamlandırmaya çalışmıştır.

Moğol kâfiriyle cihad eden İbn-i Teymiyye çizgisine mensup olduklarını iddia eden çağdaş selefiler, kâfirlerden ziyade mürted ilan ettikleri Müslümanlarla savaşmaktadırlar.

Zahirilik ile selefilik arasındaki en keskin ve sağlam dokusal bağ lafızcı özellikleridir. Zahirilik nassta tevile gitmez, olduğu gibi kabul eder ki bu özelliğinden dolayı İbn-i Hazm domuz yağının helalliğinden bahsettiği gibi günümüz selefi temsilcilerinden sayılan Dr. Kuneybi, el-Makdisi ve el-Ensar’ın zikrettiğimiz yorumları da nassa yaklaşımlarını gözler önüne sermektedir.

Çağdaş selefilik, ilkesizliğin sonucu fikrî savrulmaların girdabındaki hareket olarak karşımızdadır. Fikirleri yüzeysel, estetikten yoksun, çağı anlamayan ve nas ile çağı çatıştıran, her şeye reddiyeci bakış açısı ile yaklaşan donuk bir zihnî yapı... İslam’ı asrın idrakine söyletmeye çalışan, öze; yani Kur’an’a ve Sünnet’e dönüşü savunanlar (Abduh, Afgani, Reşid Rıza, M. Akif, S. Kutub, vb.) ile derinlikten, mana-maksat anlayışından uzak çağdaş selefiler ayırt edilmesi gerekmektedir.

 

Dipnotlar:

1- Abdullah Çolak, “İbn-i Hazm ve el-Muhallâ'sı”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, II (3): 153-182.

2-  H. Yunus Apaydın, “İbn-i Hazm”, DİA, XX, 41; Goldziher, s. 40-41.

3- İbn Hallikan, III, 328; Zehebî, Siyer, XVIII, 199; İbn Hacer, IV, 730.

4- İbn-i Hazm, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Beyrut, ts. I, 95; Hayrettin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, s. 231- 234; Muhammed Yusuf Musa, Fıkh-ı İslâm Tarihi, (trc. Ahmet Meylânî,) İst., 1973, s. 439; H. Yunus Apaydın, “İbn-i Hazm”, DİA, XX, 43.

5- İbn-i Hazm, Muhallâ, I, 72

6- İbn-i Hazm, Muhallâ, I, 73-74.

7- İbn-i Hazm, Muhallâ, I, 76.

8- İbn-i Hazm, Muhallâ, I, 89.

9- Nisa, 59

10- İbn-i Hazm, İhkâm, I, 81-82, 85

11- İbn-i Hazm, Muhallâ, I-22, 77

12- Şatibi, El-Muvafakat, III, 131

13- Şatibi, El-Muvafakat, III, 132-133

14- Şatibi, El-Muvafakat, III, 133-134

15- http://www.incanews.net/ozel-haber/11177/turk-modeli-ve-erdogan-tecrubesi

16- Ebu Muhammed el-Makdisî, Demokrasi Bir Dindir, Şehadet Yayınları, 2. Baskı, Konya, s. 146, 148.

17- Abdullahel-Ensar, Namaz Kıldırma Memurları Arkasında Namaz, Me’va Kitap, Şehadet Yayınları, 2. Baskı, s. 53.

18- “Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına asla saldırılmaz.”

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR