1. YAZARLAR

  2. Bekir Birbiçer

  3. Bir Kara Propaganda Örneği: Persepolis

Bir Kara Propaganda Örneği: Persepolis

Haziran 2008A+A-

Yıl 1978... Tahran sokaklarında Şah’a karşı kitlesel eylemler yapılmaktadır. Farklı görüşlerdeki muhalefet grupları Şah zulmüne karşı birlikte hareket etmektedir. Küçük Mercane Satrapi’nin ailesi de sol görüşe sahip orta sınıf bir ailedir ve ailenin pek çok üyesi olayların içinde yer almaktadır. Devrim gerçekleşir, Şah ülkeyi terk eder. Sonraki süreçte yeni iktidar ile iktidardan pay alamayan sol siyasetin mücadelesi başlar…

Tüm bunlar Persepolis adlı filmde küçük bir kızın gözünden, onun büyüme süreci ile birlikte ve İran’daki mevcut İslam rejimi ile hesaplaşarak yer yer komik, yer yer dramatik bir şekilde anlatılıyor.

2007 Cannes Film Festivali’nde özel jüri ödülü, Vancouver Uluslararası Film Festivali’nde en popüler film ödülünü kazanmış ve 2008 yılı en iyi animasyon dalında Oscar adayı olmuş; İran’da ise gösterimi yasaklanmış bir film Persepolis.

‘Kızım Olmadan Asla’adlı romandaki İran rejimine yönelik benzer provokatif yaklaşımlar fazlasıyla hatta biraz da abartılı bir şekilde bu animasyonda da mevcut. Bakire birinin öldürülmesi yasak olduğu için genç kızın önce bir gardiyana bekâretinin bozdurulup sonra idam edilmesi uygulaması veya Şah döneminde cam silici olan birinin sırf sakalı olduğu için hastane müdürü yapılması vb. karikatürize edilmiş onlarca olay biraz da İslam’a mal edilerek arka arkaya gösteriliyor ve İran rejiminin ne kadar kötü olduğu ispatlanmaya çalışılıyor.

Persepolis’in Türkiye’de, özellikle de laik çevrede, oluşturduğu yankı ise dikkate değer. Türkiye’de başörtüsünü yasaklayanların, resmi törende tribünde oturan yaşlı bir kadının başındaki örtüye dahi tahammül edemeyenlerin İran’daki baş açma yasağını lanetlemeleri her ne kadar ironik kaçsa da Türkiye’deki ulusalcı ve laik-Kemalist kesim bu filmi özel gösterim yapacak, hatta birçok üniversitede öğrencilere izlettirecek kadar çok sevdi. Ayrıca Türkiye’deki işkence gerçeğini sert bir dille anlatan ‘Geceyarısı Ekspresi’ adlı filmi her fırsatta lanetleyenlerin, komşuları olan bir ülkeyi karalayan bu filme bu kadar önem atfetmeleri ve ‘mal bulmuş’ gibi atlamalarındaki iki yüzlülük söz konusu kesimlerin ne kadar tutarsız ve siyasi ahlaktan yoksun olduğunu gösteren bir örnek aynı zamanda.

Irak’ın işgalinin ardından yapılabilecek bir İran operasyonu öncesi Batılı kamuoyunu yönlendirmek ve operasyona haklılık zeminin oluşmasına katkıda bulunmak gibi gizli bir niyetin sezildiği filmin Fransız yapımı olması, insanın daha da şüpheci bir gözle filme bakmasına yol açıyor. Fransa, II. Paylaşım Savaşı’ndan ağır yaralar alarak ve gücünü kaybetmiş bir şekilde çıkmış, paylaşımın yapıldığı Yalta Konferansı’na bile çağrılmamıştı. De Goulle, Fransa’yı uluslararası arenada tekrar büyük güçler arasına sokmak, iki süper gücün hâkimiyetine karşı Avrupa gücü olarak karşı koyabilmek için Almanya’yı da yanına alarak AB’nin temellerini atmıştı. N. Sarkozy’nin cumhurbaşkanı olmasıyla De Goulle’ün bu çizgisini terk edip köklü bir eksen değişikliğine giden Fransa dış politikada tamamen ABD taşeronu bir çizgiye kaydı. Son olarak İran’ın nükleer çalışmaları ile ilgili sorunda da savaş dâhil her türlü yaptırımı uygulamayı masaya getiren ve ABD’den sonra en sert açıklamaları yapan devlet oldu. Bu yüzden İran’ı ve yönetimini karalamak amacına yönelik böylesi bir filmin Fransız yapım şirketlerinin elinden çıkmış olması pek şaşırtıcı gelmiyor.

11 Eylül olayları sonrasında Avrupa’da yükselen İslamofobia ve ırkçı saldırılar, İslami olan her şeye karşı aşırı tahammülsüzlük her geçen gün artıyor. “Ya Alman kültürüne tabi olursunuz ya da kendinize başka ülke seçersiniz!” diyen mevcut Almanya Başbakanı Angela Merkel veya “(Afgan erkeklerinde) zerre kadar insanlık olmadığı düşüncesindeyim. Bu yüzden böylelerini öldürmek çok eğlenceli!” diyen Amerikalı General James Mattis gibi üst düzey Batılı yetkililerin bu tarz beyanatları Avrupa’da ‘diğerlerine’ karşı olan nefreti körüklüyor. Aynı şekilde sanat veya düşünce özgürlüğü kılıfı altında yapılan saldırılar da Müslümanlara karşı var olan önyargı ve tahammülsüzlüğün artmasında başat rol oynuyor. Bu anlamda geçtiğimiz yıl Danimarka gazetelerinde başlayıp daha sonra birçok Avrupa gazetesinde yayınlanan Peygamberimize (s) yönelik hakaret ve aşağılamalardan ibaret karikatürler veya bugünlerde büyük tartışmalar yaratan, Hollandalı bir yönetmenin, İslam’a hakaret içerikli ‘Fitne’ adlı kısa filmi örnek olarak gösterilebilir. İran rejiminin şahsında Batı’daki İslam karşıtlığını körüklemeye yönelik örnekler içeren Persepolis’ide rahatlıkla aynı kategoride değerlendirebiliriz.

Filmde, yarattıklarından hiçbirine benzemeyen, zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah’ın, aksakallı bir dede olarak hatta kız tarafından azarlanan, Marks’ın müstehzi iğnelemelerine maruz kalan biri şeklinde yansıtılması bu insanların kutsallara hiçbir saygılarının olmadığını gösterdiği gibi tanrı anlayışlarının da paganist dönemden kalma Olympos Dağı’ndaki, birbirleriyle sürekli didişen mitolojik tanrı tiplemelerinden ibaret olduğunu gösteriyor. Bu anlayışın İslam toplumlarına vereceği hiçbir şey olmadığı, bu şekildeki saygısız yaklaşımlarla bu toplumlara hiçbir mesajın iletilemeyeceği ve bu düşüncelere müşteri bulunamayacağı da çok açık. Bunun dışında, filmde İran’daki orta sınıf Marksistlerin halkın İslami eğilimlerini ve İran halkının İslam Cumhuriyeti’ni %99 gibi bir çoğunlukla kabul etmesini halkın cahilliğine bağlaması aynı hatayı Türkiye’de 1970’li yıllarda yapan sol siyasetin önde gelen militanlarından olan Sarp Kuray’ın “Halkın dini değerlere verdiği önemi ıskalamışız.” şeklindeki sözlerini hatırlattı. Bugün ise ulusalcı geçinen kesim aynı şekilde davranmakta ve İslami olan her şeye karşı savaşımlarını her fırsatta dile getirmekteler.

Film bir yandan İran tarihini 1920’li yıllardan alarak günümüze getiriyor ve İran İslam Devrimi’ni orta sınıf sol görüşlü bir ailenin gözüyle, onların küçük kızı Mercane’nin anlatımıyla ve yoğun politik mesajlarla irdeliyor; bir yandan da Mercane’nin, yaşadığı topluma yabancılaşması ve ülkesini terk edip gittiği Avrupa’da yaşadığı kimlik bunalımı ve yalnızlığını ustalıkla betimliyor. Özellikle film, Mercane’nin Avrupa’da İranlı bir kadın olmakla İran’da modern bir kadın olabilmek arasındaki ikilemini gayet güzel verebilmiş. Avrupa’da Ortadoğulu olmak, İranlı olduğunu söyleyememe, Doğu ile Batı arasında kalmışlık hali, ne kadar da bizim ne batılı olabilmiş ne de doğulu kalabilmiş insanımızı hatırlatıyor.

Batı sinemasının olmazsa olmazlarından aşk olgusu ise bu filmde de eksik bırakılmamış ve aşka dair güzel saptamalar yapılmış. “Aşk küçük burjuvalara özgü saçma bir duygu!” diyen Mercane’nin daha sonra “Bir devrim bir de savaş gördüm ama bir aşk beni dağıttı.” demesiyle aslında politize olabilmiş insanların dahi duygusal bir imtihandan geçebileceği gerçekliği izleyiciye gösterilmiş. Aşkın insanı nasıl büyülediği ve gerçekleri ters yüz ederek nasıl bambaşka gösterebildiğini betimleyen sahneler de oldukça etkileyici yapılmış. Ayrıca Avrupa’da insanların yozlaşmasını ve bireycileşerek insanlıktan çıkmış olduğunu gösteren sahneler ve özellikle “Avrupa’da yalnız ölürsün…” gibi bir cümle ile Avrupa’nın sosyo-kültürel dokusu çok iyi yansıtılmış.

Filmin olumlu anlamda verdiği mesajlar da yok değil. Mesela; I. Paylaşım Savaşı sonrası İngiltere’nin yeni sömürgecilik anlayışı gereği Rıza Pehlevi’ye yaptığı “Petrolü bize ver, ülkeyi sen yönet.” telkinleri ile Batı’nın, İslam dünyasının bugününde oynadığı rol ve 1980–88 arasında gerçekleşen İran-Irak Savaşı’nda Batı’nın oynadığı çirkin rol objektif şekilde yansıtılmış. Şah döneminde yapılan devlet zulmü de çok güzel aktarılmış. Ancak devrim sonrasında yeni yönetimin olumsuz uygulamaları uzun uzun örneklendirilerek ve gözümüze sokarcasına anlatılırken, Halkın Mücahitleri adlı sol tandanslı örgütün İran-Irak Savaşı’nda, Irak’la işbirliği içinde kendi halkına karşı savaş vermesi ve sırtını Fransa’ya dayayarak, Fransa’ya sığınmış önderlerinden aldıkları emirlerle, devrimin liderlerine karşı yaptıkları suikastlar ve bombalama eylemleri pas geçilmiş, görmezden gelinmiş.

Persepolis, animasyon tarzında alışılmışın dışında tekniklerle ve çizgilerle hazırlanmış. Hemen hemen tamamı siyah-beyaz olan ve sahneler arası geçişlerin izlerken hoş bir görsellik kazandırdığı filmin yönetmenliğini Vincent Paronnaud ve Mercane Satrapi birlikte yapmışlar. Mercane Satrapi’nin aynı adlı iki ciltlik çizgi romanından uyarlanan Persepolis, yoğun politik mesajlarına ve pek çok sahnesinde ideolojik taşlamaya dönüşmesine rağmen Amerikan animasyonlarından sıkılan sinemaseverler için içerisinde değişik tatlar barındırıyor.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR