1. YAZARLAR

  2. Nihat Bulut

  3. Batılılaşma kapısında yeni onursuzluk: Gümrük Birliği

Batılılaşma kapısında yeni onursuzluk: Gümrük Birliği

Ocak 1996A+A-

13 Aralık 1995 günü Avrupa Parlamentosu'nun (AP) onaylamasıyla Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) ülkeleri ile gümrük birliğine girmesi kabul edildi. 1 Ocak 1996'dan itibaren Türkiye gümrük birliğine dahil oluyor. Belirli bir süreç içinde uyum yasalarını çıkarması gerekiyor. Bilindiği gibi gümrük birliği özde ticari bir antlaşmaya dayanmakla birlikte insan haklan, Kürt sorunu ve benzeri bir takım konularla ilgili olarak siyasi bazı sonuçları da getirecek.

Gümrük Birliği müslüman kamuoyunda zihin bulanıklığının açıkça ortaya çıktığı tepkilere yol açtı: "Gümrük Birliği Antlaşması bir ihanet antlaşmasıydı. Bu antlaşma sonunda Türkiye modern bir müstemleke olarak AB'deki Batılı efendilerinin verdiği buyruklara (karar alma süreci dışında bırakılarak) itaat etmek zorunda bırakılmıştı. Antlaşma yapılırken "milli davamız" olan Kıbrıs'tan birçok tavizler verilmişti. Ayrıca bu antlaşma Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne ileride tehditler getirebilecek bir antlaşmaydı. Nitekim Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye'yi gümrük birliğine kabulünü onayladığı gün, Türkiye'den beklentiler paketini de gündeme getirmişti. Bu pakette, Türkiye'nin, PKK ve Kürt meselesini şiddet kullanmadan çözüme kavuşturması, Kıbrıs meselesinde geliştirilen çözüm önerilerine uzlaşmacı olarak yaklaşması yer almıştı". Daha müslüman kamuoyunun; "modern" kesimleri ise Osmanlı'nın da yüzünün hep Batı'ya dönük olduğunu, daha ziyade Batı'ya doğru ilerlediğini ifade ederek Türkiye'nin AB'ne giden yolda attığı adımlan olumladılar.

Müslüman kamuoyu sanki devlet, kendi değerleri üzerinde yükseliyormuş gibi, sanki daha düne kadar yer yer de bugün başörtüsü sorun olmuyormuş gibi, kurumlarında Allah'ın emirleri gereği giyinmiş kadınlar rahatça çalışabiliyormuş gibi, devletin temsilcisi orduda her müslümanın yapması zorunlu namazı ikame ettikleri için bırakın namazı, dini duygulara sahip oldukları için insanlar atılmıyormuş gibi, ordu komutanlarının başörtülülerle aynı zemini paylaşmaktan ne kadar nefret ettiklerini bilmiyorlarmış gibi... Çıkıp bizim yerimiz orası mı? Müslümanların yeri orası değil, diyerek entegrasyon sürecine ateş püskürüyorlar.

Taşları yerli yerine oturtmamız lazım. Tanzimat'tan beri zaten egemenler halkı ve devleti Batılı gibi yapmaya çalışmışlar. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte de bir zamanlar savaşılan emperyalistlerin buyrukları doğrultusunda hareket ederek ülke onların hizmetlerine sunulmuş. Doğu-Batı blok çatışmasında taraf Batı'nın yanı olmuş. NATO kurulduğunda Türkiye'nin alınmaması, daha sonra Avrupa Konseyi'ne de davet edilmemesi durumunda üzüntüden kahrolanlar, yalvar yakar daha sonra Konsey'e ucundan, NATO'ya da hizmet kalitesini sergiledikten sonra alınanlar, sevinç çığlığı atanlar da gene bu devletin egemenleri değil mi? 1956 Süveyş Bunalımı'nda kendisiyle aynı zamanda NATO'ya üyeliği kabul edilen Yunanistan kadar bile net tavır gösteremeyip, mazlum konumdaki Arap dünyasının karşısında yer alanlar da gene bunlar değil mi? Tarafsızlığın bir ayrı blok olarak çıkmaya başladığı zaman daha ilk tarafsızlar konferansında Batılı efendilerinin buyruğu ile oraya gidip tarafsızlığın dünya politikasında yanlış bir tavır olduğunu, uluslararası komünizme karşı taraf olunması gerekliliğini anlatıp Batı'nın tebliğcisi olanlar gene bu devletin egemenleri değil miydi? Üstelik bunu yapanlar, hani o devlet partisi CHP'liler değil, (hoş iktidarda CHP olsaydı da durum çok farklı olmazdı ya) dindar kesimin seçtiği Demokrat Partili yöneticilerdi.

Cumhuriyet boyunca egemen siyasal sistemin değerler manzumesinde İslam değersiz bir şey olduğu gibi, ilişkiler ve kurumlar da İslam dışında oluşturulmuştur. Zaten laik yapı, bunu zorunlu kılmaktadır. Devlet kendisini oluşturan kurumlar bütününe ek olarak tavır, pratik ve davranış kurallarının tamamını, kısaca bir medeniyeti de temsil eder. Devlet ne nötr bir kurumdur, ne de kaza sonucu, şans eseri oluşmuş bir varlıktır. Tarihten günümüze sürekliliği olan bir oluşumdur1. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Osmanlı'nın bir devamıdır. Siyasal sistem ise toplumda varlık ve değerlerin meşru şiddet tekeline dayalı dağıtımını içeren ilişkiler ve kurumların oluşturduğu bir bütündür2.

Osmanlı Devleti, bilindiği gibi Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile başlatılan Tanzimat'la birlikte yüzünü Batı'ya çevirmiş, Islahat Fermanı'yla bunu pekiştirmiştir. Bilhassa Islahat Fermanı'nda İngiltere'nin Osmanlıları kendi yanlarında yer bulabilmeleri için gerekliliğine inandırması, ilan için önemli bir sebeptir. Bu hareketlerle amaçlanan şey, biraz daha Batılı normlara yakın hukuka dayalı bir rejime geçildiğini duyurmak ve Batılıların desteğini kazanmaktı.

Tamamen Batılı değerler ve kurumlara geçiş Cumhuriyet'le birlikte olmuştur. Şimdilerde ise Batı'nın siyasi birliğine entegre olmaya çalışılıyor.

Osmanlı'dan başlayarak, bu süreç içinde müslümanlar yoktur. Bu süreci kırmak için bizim kendimizi tanımlamamız, İslami kimliğimizi oluşturup, sahih İslam'ı içinde yaşadığımız toplumun gündeminde tutma yetkinliğine ve gücüne ulaşmamız gerekir. İçinde yaşadığımız toplum, İslam toplumu değil ki, GB'ne gidildiğinde toplumumuzun işletmeleri zarar görsün, çıkarlarımız zedelensin. İçinde yaşadığımız toplum, her ne kadar içinde müslümanları barındırsa da İslam dışında oluşturulmuş bir toplumdur.

GB Antlaşması, her şeyden önce ticari bir antlaşma ve gümrük duvarlarını süreç içinde sıfırlamayı hedefliyor. Bazı iktisatçılara göre de halkın alım gücünün azalması, refah seviyesinin düşmesi, ekonomik sefaletin kol gezmesi gibi sonuçlar getirmeyecek. Yakın gelecekte gözükmese de AB'ye üye olmak da çok fazla bir şey ifade etmez. Cumhuriyet Türkiyesi tercihini zaten baştan Batı tarafında yaptı. Politikalarıyla da, İslam'ı çağrıştıran şeylere karşı acımasız oldu. Geleneksel toplumu topyekün değiştirmeyi hedef aldı. Burada çelişki olan şey, müslümanların kendilerine karşı oluşturulmuş sistemin, sanki sistem kimlik tercihini yeni yapıyormuş gibi, ülkeyi AB'ye sokmaya çalışmasını kimlik tercihini Batı'dan yana koymak anlamına geldiği için karşı çıkmalarıdır.

Yeni bir çelişki ise seçim öncesinde GB'ne karşı propaganda ile oy toplayan bir siyasi partinin seçim sonuçları belli olduktan sonra iktidar koltuğuna oturabilmek için GB karşıtlığından da çark etmesidir. GB'nin pembe bir tanımının yapılarak onaylanır hale gelmesi ister istemez tanımının ve içeriğinin bir kaç günde değişip değişmediğini sordurmaktadır. Asıl ilginç gelişmeler de sanırız bundan sonra yaşanacaktır. Düne kadar mezkur siyasi partininki ile özdeşleştirilen GB'ne karşı tutum, o partinin böyle bir tavrından sonra da sürdürülebilecek mi, yoksa başka bir çelişki daha mı yaşanacak?

Tüm bunlardan kurtulabilmek için bizim sistemden koparak; ayrı, bağımsız, net kimliğimizi oluşturmamız ve bu net kimlikle halkın bulanık dünyasını Kur'an merkezli değiştirmeye çalışmamız öncelikli olarak yapmamız gereken şeydir. Ancak halkın önemli miktarında sahih İslam'ın gündem tutmasını sağladığımız ölçüde olayların serencamını etkileyebilmemiz gerçekleşebilecektir.

Dipnotlar:

1- Andrew Vincent, Theories of the State, Basil Blackwell, New York, 1987.

2- Cemil Oktay, Hum Zamirinin Serencamı, Bağlam Yay., İst., 1991

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR