1. YAZARLAR

  2. Ali Değirmenci

  3. Ashab-ı Kehf Kıssası, Dizisi, Düşündürdükleri

Ashab-ı Kehf Kıssası, Dizisi, Düşündürdükleri

Ocak 2001A+A-

Ramazan ayının gelmesiyle birlikte çeşitli gazetelerde ve televizyon kanallarında dini içerikli yayınların sayısında büyük bir artış olduğunu hepimiz görüyoruz. Envai ikiyüzlülüklerin sergilendiği bu tutum; İslam'a ve müslümanlara her fırsatta tavır alan, hatta hakaret eden yayın organlarının bile "Ramazan rantı"ndan yararlanabilme telaşını da açıkça ortaya koyuyor. Bir diriliş, arınış ve Kur'an ayı olan Ramazan'ın ticari bir meta boyutuna indirgenmesi; hatta farklı bir sömürü aracı haline dönüştürülmesi, bir başka düşündürücü konu. Hele hele bazı televizyon ekranlarından halkın üzerine boca edilen kimi tartışma programlarının derde devadan gayrı her şeyi içerdikleri söylenebilir. Maksatları üzüm yemek olmayan, reyting kaygısına angaje olmuş, kimi zaman karizma ve imaj kavgalarından öteye geçemeyen ve halkın kafasını daha da karıştıran bu programlar adeta planlı bir şekilde insanları İslam'dan soğutmaya endekslenmiş bir forma sahipti.

Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz asıl husus bunlar değil. Zikzaklı, ürkek bir yayın politikası izleyen, asıl izleyici kitlesi tarafından da kimi zaman eleştirilen; fakat her şeye rağmen sahiplenilen Kanal 7 televizyonu bu yılki Ramazan'da Iran yapımı Ashab-ı Kehf dizisiyle çıktı izleyicilerinin karşısına. Hem sahur vaktinde hem de akşam kuşağında yayınlanan dizi büyük bir ilgiyle karşılandı. (Bu yüzden olacak ki, dizi daha sonra yeniden gösterildi) Bunu en azından yakın çevremizdeki ya da görüştüğümüz, gidip gezdiğimiz Anadolu'nun çeşitli şehirlerinde yaşayan insanların kanaatlerine dayanarak da söylüyoruz. Televizyon yapımlarının reytingi nasıl ve hangi yöntemlerle ölçülüyor iyi bilmiyoruz ama adı geçen diziyi İslami duyarlılık taşımayan fakat tarihe meraklı geniş bir kitlenin de heyecanla takip ettiğini ifade edebiliriz. Kim bilir, bu yapım, Kanal 7'ye "Türüt Şov"dan daha fazla reyting kazandırmıştır belki de.

Huccetü'l-İslam Muhammed Said BEHMENPUR tarafından senaryosu yazılan ve Feracullah SİLAHŞUR tarafından yönetilen yapım, 1998 yılında çekilmiş. Kanal 7 sinema departmanı yetkililerinden İsmet Verçin'den edindiğimiz bilgilere göre, dizi için özel ve dev bir sinema platosu hazırlanmış. Dizinin müziği, bu alanda ünlü bir isim olan Mecid İntizami tarafından yapılmış. Metnin Türkçe çevirisini yapan ve dizinin Ankara'da, devlet sanatçıları tarafından seslendirildiğini belirten Verçin de dizinin gerçekten büyük bir ilgi gördüğünü; hatta seslendirmede görev alan sanatçıların da kendisini arayarak bütünlüklü bir şekilde seyrederken filmden etkilendiklerini bildirdi bize. Bunların yanı sıra kimi sahneler biraz durağanlık içerse ve tiyatro havası taşısa da kurgusu, dekoru, çekimleri ve mesajıyla da gayet başarılı bir yapım, Mağara Arkadaşları... İrfan ağırlıklı olduğu kabul edilen ve uluslararası arenada da önemli başarılar elde eden İranlı filmlerden farklı olarak, dini içerikli bir kıssa epeyce uzun sayılabilecek bir metrajda -18 bölüm halinde- karşımıza çıkıyor. Seslendirmesinin de gayet başarılı olduğu söylenebilir.

Bu arada Türk yapımı bir Ashab-ı Kehf filmi de var ki (bu Ramazan'da kimi kanallarda o da gösterildi) dini içerikli birçok filmde olduğu gibi, evlere şenlik. İnanılmaz derecede zayıf hatta kimi yönleriyle gülünç.

Belki Ramazan'ın da getirdiği manevi yoğunluğun etkisi de olabilir ama didaktik bir boyut taşıdıkları halde diyaloglar da gayet iyiydi, özellikle gizli toplantılarda, ölüm ve işkence öncesi sahnelerde ve hele hele gençlerin, imparatorun da aralarında bulunduğu yönetici sınıfa ve putperestliğe karşı kıyamlarında konuşmalar dengede tutulmuş ve mesaj yerli yerinde verilmiş. Kimi zaman tahrifata yüz tutmuş İsevilik eleştirilerine, son elçiye göndermeler yapılmasına, Kur'an'daki temel hedef olan ölümden sonra dirilişe sık sık vurguda bulunulmasına, İslam dışı kaynaklardan yararlanmada bir sıkıntı çekildiğinin hissedilebildiğine de bu arada değinmiş olalım. Özellikle dizinin son bölümlerinde karşılaştığımız "mağara şehitleri" ifadesinin de yeni ve çarpıcı olduğu muhakkak.

"Mağara Arkadaşları" adıyla gösterime giren dizinin senaryosu hazırlanırken Kur'an'daki anlam ve anlatımı merkeze alma kaygısının yanı sıra İslam dışındaki diğer dinlere ait metinlerin ve tarihi rivayetlerin de göz önünde bulundurulduğu sezilebilmekte. Bu durum küçük ölçekli kimi sakıncalar içerse de, bir iki saatlik bir sinema filmi yerine 18 bölümden oluşmuş bir dizi içerisinde göze batmıyor. Tartışılabilecek kimi hususlar, İslami hassasiyeti ve sanatsal bir form içerisinde sunulan dini mesajı zedeleyecek boyutta değil.

Diziyle ilgili olarak ileri sürülebilecek en önemli eleştirilerden biri şu olabilir: Kahramanlarımız günlük hayattan soyutlanmış lahuti bir mücadele veriyorlar sanki. Ana tema hep 'tek-tanrıcılık', putçuluğa karşı alınmış tavır ve İsevilerin çektiği sıkıntılar ekseninde yoğunlaşıyor. Üstelik inançlarını açığa vuruncaya kadar bu putlara kimi zaman kendileri de (göstermelik de olsa) tazimde bulunmak zorunda kalıyorlar. Kendi evlerinde, gizli toplantılarında ve tebliğ çalışmalarında dahi Roma hakimiyetinin toplumu boğan zulümlerinden, sömürüden, ekonomik ifsaddan, ahlaksızlık ve zorbalıktan istiğna ve İstikbardan neredeyse hiç bahsetmemeleri mesajın gücünü tek boyutluluğa indirgemekte. Bu yüzden film, ontolojik bir dinler tarihi çalışmasından bir kesit olarak kalmakta sanki. Halbuki Kur'an'daki diğer kıssaları da düşündüğümüzde hakla batılın mücadelesi sahih inancı tesis etmenin yanı sıra hayatın her alanındaki şirk, zulüm, ifsad, adaletsizlik ve ahlaksızlıkları giderme amacını da içermektedir. Elçiler ve öncüler, Allah'ın mesajını hayatın her birimine, her boyutuna yaymanın çabası içinde olmuşlar, yüzlerini hep insana ve hayata dönmüşler, egemenlerle olan çatışmalarında da sadece savundukları dinin mücerred bir kabul, resmi bir onay görmesi için çalışmamışlardır. Kısaca, tevhidi mücadelenin seyri, etkisi ve kuşatıcılığı biraz daha zenginleştirilerek, daha kapsamlı bir biçimde verilebilirdi. Bu, izleyicinin, filmle yaşadığı zaman ve mekan arasında daha sağlıklı, daha işlek ve güncel bir irtibat kurmasını da kolaylaştırırdı.

Diziyi seyrederken ister istemez aklımıza takılan hususlardan biri de putperest, işgalci ve zorba Roma yönetiminin yahudilere yönelik tavrıdır. Filmden hareketle söylersek, İsevilere inanılmaz baskı ve işkenceler uygulayan yöneticilerin yahudilere müsamahakar sayılabilecek bir biçimde davranmalarının nedeni ne olabilir? Bunda yahudilerin uzun yıllar öncesine dayanan köklü ve ister istemez kabul görmüş bir dini geleneğe sahip olmalarının ve zaten nüfuslarının da az ve dağınık olmasının etkili olduğu düşünülebilir. Ayrıca kimi yahudilerin uzlaşmacı, işbirlikçi ve tüccar mantıklı insanlar olması da elbette ciddi bir etkendir. Dikkat edilmişse dizide de bazı yahudiler yönetimle işbirliği yapıyor ve tıpkı Hz. İsa'ya ve havarilerine zulmedilmesi örneğinde de olduğu gibi, kendi varlıklarını ve menfaatlerini, başkalarını ispiyonlama, başkalarının yok edilmesine katkıda bulunma biçiminde gerçekleştirmekteydiler. Ancak bizce, bu müsamahadaki en önemli etken, yahudilerin dinlerini kendilerinden olmayan, kendi soylarından gelmeyen kişilere aktarmamaları, bu yüzden etkilerinin sınırlı ve lokal olmasıdır. Onlar, tıpkı günümüzde olduğu gibi, kendi tutumları gereği herkesi etkileyebilecek, özgürlük ve hakkaniyet arayışını kitleleştirebilecek evrensel ve kuşatıcı bir perspektife sahip değildiler.

"Yedi Uyurlar", "Mağaradakiler" olarak da adlandırılan Ashab-ı Kehf, bir mağarada yıllarca uyuduktan sonra tekrar uyandıkları Kur'an'da haber verilen muvahhid bir arkadaş gurubu... Bu kıssaya yer verilmesinden dolayı Kur'an'ın on sekizinci suresine de "Kehf" adı verilmiştir.

Kıssanın özünü oluşturan ve "ölümden sonra dirilişin bir misali" olan uzun süre mağarada uyuyup yeniden uyanma hadisesi, İslam dışındaki diğer bazı dinlerde ve çeşitli efsanelerde de yer almaktadır. -Nitekim senaristin uzun kapsamlı bir dizi için bunları da okuyup araştırdığı anlaşılmaktadır.- Bu anlatılar, dini eksenli, yasanmış ve vahiyle aktarılmış bir olayın zaman içerisinde değişik kültür ve coğrafyalarda biraz da değişerek öne çıkmış biçimleri olabileceği gibi, aralarında kimi benzerlikler bulunan farklı kimi olay ve anlatımların zamanla karışması, aynı olaymış gibi düşünülmesi şeklinde de vuku bulmuş olabilir. Nitekim Kur'an-ı Kerim birçok kıssada şahit olduğumuz gibi gerekli görmedikçe yer, zaman ve şahıs adlarını kullanmamakta, dikkatleri mesaja çekmektedir. Bu kıssa için de aynı şey söylenebilir.

Hint kutsal kitaplarından Mahabharata'da yedi kişinin, yanlarında bir de köpek olduğu halde riyazet için krallığa ve dünyaya yüz çevirdikleri nakledilmektedir. Yahudilikte ise Talmud'da kimi kısmi benzerliklere rastlanılabilmektedir. Kıssa ana hatlarıyla "Efes'in Yedi Uyurları" adıyla Hıristiyanlıkta da mevcuttur. -Yeri gelmişken, dizide geçen yerin, Türkçe okunuşuyla "Filadelfiya" olduğunu, burasının da bugünkü Ürdün'ün başkenti Amman'a çok yakın bir yerde bulunduğunu hatırlatalım.- Bu anlatım, İmparator II. Theodosius'un saltanatının otuz sekizinci yılında Efes şehrine yakın bir mağarada hiç bozulmamış bazı cesetlerin bulunması rivayetine dayandırılmaktadır. Bu iddiayı Louis Massignon da "Opera Minora" adıyla 1963 yılında neşredilen kitabında aktarmakta ve incelemektedir. IV. yüzyılın başından itibaren hristiyanlar tarafından tazimde bulunulan "Efes'in Yedi Uyurları" ile ilgili kıssa özetle şöyledir:

İmparator Decius (Doğu'ya ait rivayetlerde Dakyanus) Efes'e gelerek putlara tapınmayı ve hristiyanların da onlara kurban kesmelerini emreder. Gizlice hristiyan olmakla suçlanan ve sarayda yaşayan yedi genç, imparatorun başka bir rivayette ise Efes valisinin huzuruna getirilir. Baskıya rağmen putlara kurban kesmeyi reddeden gençlere düşünmeleri için mühlet verilir. İmparatorun şehirden ayrılması üzerine gençler kaçarak Anchilus (Encilus) dağı yakınlarındaki bir mağarada gizlenirler. Bu arada gençlerden biri hem olup biteni öğrenmek hem de yiyecek almak üzere kıyafet değiştirerek şehre iner. Kısa bir süre sonra Efes'e dönen imparator, gençlerin huzuruna getirilmesini ister. Şehre inen genç koşup bunu arkadaşlarına haber verir ve onlar ilahi lütuf neticesinde derin bir uykuya dalarlar. Gençler bulunamayınca babaları, yakınları çağırılır ve böylece onların bir mağarada saklandıkları öğrenilir. Thedore ve Rufinus adlı iki İsevî, genç şehitlerin hikayesini bir levhaya yazıp mağaranın ağzına koyar veya bir başka rivayette içeri atar. 307 yıl sonra (158, 197, 353 yıl rivayetleri de vardır.) İmparator II. Theodosius zamanında (401-450) Papaz Thedore öncülüğünde ölümden sonra dirilişi inkar eden bir akım baş gösterir. Hıristiyanlığı kabul eden imparator bundan son derece rahatsız olur. Bu arada bir ahır yapmak için arazinin sahibi mağaranın ağzındaki taşları kullanır ve mağara yeniden açılır. Tanrı gençleri uyandırır. Onlar sadece bir gece uyuduklarını zannetmekte ve Decius tarafından öldürüleceklerini düşünmektedirler. Bir genç şehre tekrar iner. Şehrin kapıları üzerinde haç görünce çok şaşırır ve insanlara şehrin adını sorar. Gördüklerini arkadaşlarına bildirmek için sabırsızlanır; fakat daha önce yanında bulunan eski parayla yiyecek satın almak ister. Esnaflar bu eski parayı görünce gencin hazine bulduğunu zannederler ve bu hazineyi paylaşmayı düşünürler. Bu haber yayılınca pek çok insan toplanır. Şehrin papazı ve vali onu sorguya çekerler. O da başlarından geçeni anlatır ve arkadaşlarını görmeleri için onları mağaraya davet eder. Halk heyecanla tepeye tırmanır ve gençlerin hikayesini anlatan iki kurşun levha bulunur. Gencin arkadaşları mağarada sağ ve sakin bir vaziyette görülür. Gençlerden biri (Maximilian veya Achilides) yeniden dirilmenin gerçek olduğunu göstermek için Tanrı'nın kendilerini derin bir uykuya yatırdığını ve kıyametten önce dirilttiğini söyler. Daha sonra gençlerin hepsi ölüm uykusuna yatar ve oraya bir bazilika yapılır1.

Efes öne çıkmakla birlikte Hristiyanlıkta yedi uyurlara nisbet edilen başka yerler de vardır. Ayrıca Grek-Batı geleneğinde gençlerin sayısı yedi olarak kabul edilmekte; fakat kimi eski Süryanice vaaz metinlerinde bu sayı sekiz olarak ileri sürülmekte ve gençlerin isimleri de her kaynağa göre farklılık arzetmektedir. "Yemliha, Mekselina, Mesliha, Mermuş, Debernuş, Sazınuş, Kefeştateyuş" isimleri en yaygın olanlardandır2.

Muhammed Esed kıssayla ilgili olarak meal-tefsirinde şunları söylemektedir:

"... Klasik müfessirlerin ekseriyeti, Kur'an'ın bu Mağara İnsanları'yla ilgili atfını açıklamaya çalışırken hep bu hristiyan menkıbesine dayanmışlardır. Ama, öyle görünüyor ki, kıssanın bu hristiyan versiyonu, hristiyanlık öncesi döneme, yahudi kaynaklara giden çok eski ve sözlü bir geleneğin son uzantısından başka bir şey değil.

Klasik müfessirlerin hemen hepsinin naklettiği muhtelif güvenilir hadisler de bunun böyle olduğunu göstermektedir. Bu hadislere göre, Muhammed (s)'in sahiden peygamber olup olmadığını sınamak için onun Mekkeli muhaliflerini, öteki meseller yanında ona Mağara insanları'nın kıssası konusunda da soru sormaları için kışkırtanlar Medineli yahudi din adamlarıydı."

Esed, İbn Kesir'in yorumlarını da göz önünde bulundurarak, bu insanların kıssasında, Hz. İsa'nın zuhurundan hemen önceki ve hemen sonraki yüzyıllarda yahudi dininin tarihinde önemli bir rol oynayan dini bir harekete, çileci Essene Kardeşliği hareketine ve özellikle, onun kollarından birine, yani Ölü Deniz yakınlarında bir yer de uzlet içinde yaşamayı seçen ve modern zamanlarda Ölü Deniz Yazmaları/Kitabeleri keşfedildikten bu yana "Kumran Cemaati" olarak bilinegelen bir topluluğun hayatına ilişkin çarpıcı bir temsil bulunduğunu vurgulamaktadır. Esed 9. ayette geçen "rakim" ifadesinin de bu görüşe güçlü bir destek sağladığını belirtmektedir. Ancak Muhammed Esed, sonuçta (birçok kıssada yaptığı gibi) bu anlatımın da temsili bir hüviyet taşıdığını iddia etmektedir3.

Ashab-ı Kehf kıssasının anlatıldığı Kur'an'ın on sekizinci suresine, bu kıssanın öneminden dolayı "Kehf" adı verilmiştir. Surenin 9-26. ayetlerinde bildirildiğine göre, putperest bir kavmin içinde Allah'ın varlığına ve birliğine inanan birkaç genç bu inançlarını açıkça dile getirip putperestliğe karşı çıkmış, taşlanarak öldürülmekten veya zorla din değiştirmekten kurtulmak için mağaraya sığınmışlardır. Yanlarındaki köpekle birlikte orada derin bir uykuya dalan gençler 300 ya da 309 yıl (ya da daha farklı bir zaman) sonra uyanmışlardır. 300 yıla 9 ilavesi, şemsi takvimle belirtilen sürenin kameri takvimle ifadesidir diyenler de olmuştur. Müfessirlerden bazıları, ayetteki ifadenin meseleyi aralarında tartışan grupların sözü olduğu görüşünü benimsemekte; gerçek süreyi sadece Allah'ın bile bileceğini bildiren ayetin de bunu gösterdiğini söylemektedirler. Nitekim Mevdudi Hristiyan kaynaklarıyla Kur'an'ın anlatımı arasında paralellik olduğunu savunarak uyanışın yaklaşık 197 yıl sonra gerçekleştiğini belirtmekte ve şunları söylemektedir; "Biz 300 ve 309 yıllık sürelerin Allah'ın kendi sözü olarak değil, başkalarının bu konuyla ilgili kendi görüşleri olarak Kur'an'da belirtildiği görüşündeyiz." Ayrıca, Mevdudi'ye göre olay kesinlikle Anadolu'da (Efes'te) vuku bulmuş; M.S. 250 yılında uykuya dalan gençler, 197 yıl sonra, M.S. 447'de uyanmışlardır4.

Mağarada "bir gün kadar" uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini gümüş bir para vererek yiyecek almak üzere şehre gönderirler. Böylece onların durumuna muttali olanlar, Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini anlarlar, onlardan bazıları da mağaranın bulunduğu yere bir mescid yapmaya karar verirler.

Kur'an-ı Kerim mağara arkadaşlarının sayısı hakkındaki ihtilafları bildirmekte, köpekleriyle birlikte dört veya altı olduklarına dair tahminleri "karanlığa taş atmak" şeklinde nitelendirmektedir (18/Kehf: 22). "Yedi kişiydiler, sekizincisi köpekleriydi" diyenler hakkında aynı ifade kullanılmadığına göre bu görüşün gerçeğe daha yakın olduğu düşünülebilirse de onların sayısını Allah'ın bilebileceğini belirten ayet-i kerime, bu konuda fikir yürütmenin bir sonuç vermeyeceğini, bunun çok da önemli olmadığını ortaya koymaktadır.

Kıssa tarih ve tefsir kitaplarında çeşitli rivayetler şeklinde geniş olarak nakledilmekte olup bu rivayetler ana hatlarıyla hristiyan kaynaklarındaki tasvirlere uymaktadır.

Ashab-ı Kehf'in Hz. İsa'dan önce mi yoksa sonra mı yaşadığı, dolayısıyla hangi dini inanç halkasına mensup olduğu konusunda da bir açıklık yoktur. Kıssanın geçtiği yerle ilgili olarak da çeşitli rivayetler mevcuttur. İspanya, Cezayir, Mısır, Ürdün, Suriye, Afganistan ve Doğu Türkistan'da Ashab-ı Kehf'e ait olduğu ileri sürülen mağaralar vardır. Anadolu'da ise Efes, Tarsus ve Efsus (Afşin/Maraş) olmak üzere üç yer gösterilmektedir. Hatta bu yüzden çeşitli münakaşalar yaşanmış, iş tarihi bir mesele olmaktan çıkarak mecliste milletvekili kavgalarına kadar götürülmüştür. (Bu arada Kahramanmaraş'ta yaygın bir erkek adı olan Ökkeş'in, mağara ehlinden biri olduğu kabul edilen Ukkaşe'den geldiğini belirtelim.) Muhammed Teysir Zabyan, Ehlü'l-Kehf adlı kitabında Ashab-ı Kehf'in Ürdün'de Amman yakınlarındaki bir mağarada bulunduğunun burada yapılan kazılarla kesinlik kazandığını ve birçok bilim adamının da aynı kanaatte olduğunu çeşitli vesikalarla ispata çalışmaktadır. Ancak Fahreddin Razi'nin dediği gibi, Ashab-ı Kehf'in yaşadığı zaman ve mekan hakkında bir nass bulunmadığına göre bunu kesin olarak bilmek mümkün değildir. Zaten Kur'an da ders bakımından önemli olmayan bilgilerden ziyade üzerinde düşünülmesi, ibret alınması gereken hususları öne çıkarmaktadır.

Yahudilik ve Hıristiyanlıkta var olduğu, Kur'an'da da özlü olarak tekrarlandığı anlaşılan bu kıssayla iman-küfür mücadelesinin öteden beri hep var olduğu, inananların her devirde zulme ve takibata maruz kalmalarına rağmen tevhidi çizginin yiğit takipçilerinin olduğu, samimiyetle iman edip inançlarının gereğini yapanları Allah'ın mutlaka başarıya ulaştırdığı ve nihayet her şeyi yoktan var eden Allah'ın insanları yeniden diriltmeye muktedir bulunduğu vurgulanmaktadır.

Sözlerimizi tekrar diziye ve günümüze dönerek bitirelim. Geldiğimiz nokta itibariyle, içinde bulunduğumuz ortam/konjonktür, toplumun muhalif birçok kesimi gibi müslümanları da elbette sıkmakta, üzmekte ve moral bozukluklarına sebebiyet vermektedir. Hayatın her alanında zulüm, ifsad, haksızlık ve çirkeflikler yaygınlaştırılmakta ve çoğu kere bunların teşhirine, bunlara tepki gösterilmesine bile izin verilmemektedir, Kimlik ve kişilikler sürekli erozyona, değer yitimine maruz bırakılmaktadır. Onurlu, muhalif, dirençli insanlar da, kimi zaman, kendilerini çok az, "bir avuç görme" psikolojisi içerisinde yıpratmaktadırlar. Oysa Kur'an bize nice az kişi ve toplulukların, Allah'ın izniyle nice derinlikli ve etkileyici başarılara ulaşabileceklerini öğretmektedir. Neredeyse 'yarım düzine' denecek kadar az insandan oluşan Ashab-ı Kehf de bu örneklerdendir. Hatta Firavunun karısının yaşadığı o muazzam dönüşümde ve "şehrin bir ucundan koşup gelen mümin bir adam" örneklerinde tek tek fertlerin bile ne kadar önemli, dönüştürücü ve saygıya değer çabalar üretebildiklerine tanıklık etmekteyiz. Buradan hareketle, Mağara Arkadaşları dizisi her şeye rağmen, çok olumlu etkiler uyandırmış ve verdiği mesaj(lar)la suskun dillere ve sıkışan göğüslere bir nebze olsun şevk ve canlılık bahsetmiştir. Bu çalışma aynı zamanda, iyi ve ilkeli kullanıldığında, sanatın pozitif etkisinin gücünü göstermesi açısından da önemlidir. Çağrı ve Çöl Aslanı gibi filmlerin sadece müslümanlar açısından değil değişik inanç ve kültürlere mensup sinema eleştirmenleri tarafından da bir "fenomen" olarak kabul edildiklerini burada hatırlatmış olalım. Umarız ki bu kabil çalışmalar zamanla daha da artar.

Yapımcının, yapımda emeği geçenlerin yanı sıra, Kanal 7 televizyonunu da bu çabasından dolayı tebrik ediyor ve benzeri yapımlara daha fazla yer verilmesini bekliyoruz.

Dipnotlar:

1- İsmet Ersöz, "Ashab-ı Kehf" maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 3, s. 465-466

2- Büyük Larousse, C. 20,5. 12481

3- Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, İşaret Yayınları, İstanbul 1997, s. 586-587

4- Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'an, İnsan Yayınları, İstanbul 1996, C. 3, s. 167

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR