1. YAZARLAR

  2. Beytullah Emrah Önce

  3. Arkada Kalanların Öne Çıkmaya Başlayan Hikayeleri

Beytullah Emrah Önce

Yazarın Tüm Yazıları >

Arkada Kalanların Öne Çıkmaya Başlayan Hikayeleri

Nisan 2004A+A-

"Onlar zulümlerinin süreceğini sansınlar...
Biz çoktan kazandık.
Biz Hakk'a teslim oldukça özgürleşenleriz!
Ne zulmederiz, ne zulme boyun eğeriz.
Beyaz önlüklerimiz gibi aktır alnımız
ve özgürdür yüreklerimiz!
Diriliş muştusu olacağız,
Sonuna dek sürecek, sürecek direnişimiz.
Direniş var, yılgınlık yok."
M.A. Cerrahpaşa Tıp Fak., 6.sınıf
27 Haziran 1998

I. Yaşanan Sürecin Bilinen Boyutları

AKP iktidarıyla birlikte kamusal alanda devam eden bir kıyımdan ziyade protokol krizleriyle gündeme taşınan başörtüsü yasağı, yıllardan beri bir çok yaşam hikayesinde önemli bir konu olagelmiştir. Bir inancın temsillerinden olan tesettür; Müslüman kadın kimliğine işaret eder ve bu yüzdendir ki laik temellere oturtulmaya çalışılan düzenin eğitim, sağlık, hukuk, kamu hizmeti... gibi alanlarında çalışan kadınların başörtüsü takmaları yıllardır kesin ve net bir tavırla yasaklanmıştır. Yasağı insan hakları, kadın hakları, demokratik haklar eksenine oturmak, sorunu bağlamından koparmaktır. İktidar sahiplerinin İslami kimlik taşıyan insanların gündelik hayatta sürekli kullanılan mekanlardaki varlığından rahatsızlığını gösteren mezkur yasak, ilk çıktığı günden bugüne şiddetinden bir şey kaybetmeden ve üstelik yeni alanlara da sıçrayarak farklı boyutlar kazanmaktadır. Bu refleks iktidarı koruma kaygısından kaynaklanmaktayken, fakat birçok Müslüman yasağın temel sebeplerini iyi kavramadan, durumu hukuki bir meseleye indirgeyerek sorunu çeşitli platformlarda çözmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla ilk zamanlarda yasağa karşı geliştirilen tepkiler, doğru, bilinçli ve tutarlı bir söylem üzerine oturtulamadığından, bugün geldiğimiz noktada yasağa karşı Müslümanların kitlesel katılımlı bir hareketini göremiyoruz.

Kazanılan idari mevkileri kaybetmemek adına da yasak, gündemden bilerek kaçırılmaya çalışılıyor. Konunun hassaslığından itinayla bahsedenler, yasağın muhataplarının hassasiyetlerini kolaylıkla gözardı edebiliyor. Yıllardan beri on binlerce insanın hayatında kapatılması zor ya da kapanmaz yaralar açan, onların hayat hikayelerinde kırılmalara ve parçalanmalara sebebiyet veren, adaletsizlik ve hukuksuzlukla mücadele sürecinde kişileri yıpratan bu yasak kaldırılmak bir yana tartışılmaya dahi açılamıyor. Yasağın ortaya çıktığı yıllardan bu yıla kadar geçen zaman diliminde Müslümanların yasağa karşı faklı zaman ve mekanlarda faklı tepkiler gösterdiğini biliyoruz. İlk zamanlardaki kitlesel tepkilerin süreç içinde çözülerek güç kaybettiğini gördük. Bugün, yasağa karşı bir tavır alıp, taleplerimizi yüksek sesle dile getirdiğimizde; şimdiki yöneticileri zorda bırakacağımız ve yasağın zamana yayılan bir politikayla önümüzdeki yıllarda çözülmesinin önünü tıkayacağımız doğrultusundaki argümanların hiçbir karşılığı yoktur. Hakim düzen, yıllardan beri yasağı değişmeyen bir politika olarak benimsemiştir ve buna karşı net bir tavır sergilemeden kaypak bir zeminde hareket ederek sonuca varılacağını iddia etmek, sadece konuyu geçiştirmekten ibarettir.

II. Yaşanan Sürecin Pek Tartışılmayan Boyutları

Başörtüsü yasağına karşı ilk tepkilerin gösterildiği, konunun sürekli tartışıldığı zamandan beri gündemde olan sadece meydanlara yansıyan görüntülerdi. Yasak, her kesim medyada işlenirken çok zaman 'eylemlerden bir eylem' gibi haberleştirildi. Bu yüzden bir kesim tepkileri 'provokasyon' olarak nitelendirirken; diğer kesim de sürekli bunları 'provokasyon değil' diyerek savunmak zorunda kaldı. Haberler, fotoğraf makinelerine yansıyan kareler ve kameralara takılan çarpıcı görüntüler üzerinden değerlendirildi; ve maalesef birçok Müslüman konuyu tartışırken gördüklerinden değil, gösterilenlerden yararlanarak konuştu ve yazdı. Bu bir bakıma yasağın muhataplarının nesneleştirilmesiydi. 'Başörtülüler' diye bir toplumsal kategori oluşturuldu. Yasağa karşı direnenler, yasak karşısında direnme gücü tükenenler, çözülenler hep bu kategoride ve bir çırpıda toplanırken, bir kimlik savaşımı veren 'başörtülüler'in hayatı hep bu yasak karşıtlığı yada mağdurluğu gibi konular üzerinden konuşuldu. Bu yüzden yasağın Müslüman kadınlar ve erkeklerin hayatları, onların aileleri, arkadaşları... üzerindeki etkileri, sebep olduğu acılar, sancılar, bunalımlar, yorgunluklar, sürgünler, görevden atılmalar, parçalanmalar gibi yaşanan gerçeklikler genellikle konunun dışında kaldı. Başörtüsü yasağı mekanla başlayıp mekanla biten bir olaymış gibi düşünüldü. Eylemler, meydanla başlayıp meydanda bitermiş gibi görüldü. Oysa yasak, Müslümanların hayatlarının her alanında etkili olacak sonuçlar doğurdu. Acılar zaman içinde herkesin bireysel olarak yaşaması gereken psikolojik bir durum oldu. Direnmekte ısrar edenlerin farklı amaçları olduğu söylendi. Direnmeyenler durumlarını haklılaştırmaya çalıştı. Çeşitli ara formüller geliştirildi...

Ne olursa olsun; tüm bu yaşananlar herkesin kendi öznel hikayesine dönüşürken, büyük bir kesim birbirlerinden habersiz olarak ama aynı hikayenin benzer kahramanları olarak yaşamaya devam etti. Bu yaşamak kavgasında onların neler hissettiği ve bireysel olarak hayat tecrübeleri konu olarak yeterince işlenmedi. Biliyoruz ki yasak yüzünden birçok kardeşimiz, kazandıkları eğitim hakkını kaybetti ve geleceğe yönelik tasarımlarında ciddi boşluklar oluştu. Müslümanlar ise bu boşlukları doldurabilecek doğru dürüst alternatifler üretemedi. Geleneksel yaklaşımlarla 'eve dön' çağrıları yapıldı. Sosyal hayatta yer edinmek isteyenlere de diploma soranlar yüzünden; 'okulu bırakmak' yanlış bir tercihmiş noktasına getirildi. Okulu bırakıp bırakmama konusundaki ana-baba baskıları çok zaman aile içi problemler çıkardı. Daha genç yaşlarda ağır bir imtihanla yüz yüze gelenlere, neden bu yasağa maruz kaldıklarının gerçek sebepleri anlatılmadığı için, büyük bir çoğunluk yasağa karşı içinde bulunduğu guruba yada cemaate göre tepki geliştirdi. Zaman içinde yapılanmalarda sistemle karşı karşıya kalma kaygısı ağır bastığından 'tesettür' salt fıkhi bir konu gibi tartışıldı ve 'ilim öğrenmenin farziyetinden' bahsedilerek farklı fetvaların yolu açıldı. Sorunları kurdu kızdırmadan, kuzuyu kaptırmadan çözme gayretinde olanlar; bu fetvalarla okullara girenlerin yaşadıkları ikilemlerin, uğradıkları ayrımcılığın ve dışlanmışlığın zaman içinde nelere sebebiyet vereceğini düşünmemişlerdi bile. Öte yandan bu sorunlardan kendine vazife çıkaranların da kendilerine 'ikinci eşler' seçmeye başladıkları iddiaları ciddi vakalar olarak gündeme gelmeye başladı. Diğer bir yandan da maddi gücü iyi olanlar içinse yurtdışı imkan olarak sunuldu. Bu ise yanlış bir şekilde 'hicret' olarak gösterildi. Gidenlerin 'bir gün dönecekleri' söylendi durdu ama döndüklerinde neler yapacaklarından hiç bahsedilmedi....

Başörtüsü yasağından sonra ortaya çıkan sorunların daha bir çok boyutu olduğunu biliyoruz. Tüm bunlara rağmen vardığımız noktada bu sorunun 'gündem dışı' bırakılmaya çalışılması, hiçbir şey yaşanılmamış ya da her şey yaşanmış bitmiş gibi hareket edilmesi için hiçbir sebeple haklı sebep de göremiyoruz. Yasak, Türkiye'deki Müslümanların en öncelikli sorunlardan biri. Her boyutuyla iyi bir şekilde değerlendirilmesi gerekir. Bu süreçte yaşanan çözülmelerin tek sebebini yasağa bağlamamakla beraber, yasağın rolünü de görmeliyiz. Yok saymakla sorunlar yok olmuyor.

III. Hikayelerden 'Hikayelere' Yansıyanlar

Yasağın çıktığı günden bugüne birçok insanın hayatında farklı değişiklikler oldu. İnsanların hayat hikayelerinde başörtüsü yasağı önemli izler bıraktı. Müslümanların ortak sorunu halini alan bu uygulamaya karşı gösterilen tepkilerin zamanla azalmasında yaşanagelen sürecin yıpratıcılığının ve çözümsüzlüğün kaçınılmazlığı gibi bir fikrin yaygınlık kazanmasının payı büyük. Yasağın muhatabı olan herkes, yasağa nasıl bir tavır almış olursa olsun; yaşadıklarında bu tavrın etkisini açıkça görmüştür. Direnenler de, umudunu yitirip vazgeçenler de yıprandı ve zaman içinde umutlar tükendi. Direnenler, gayretin kendilerinden sonucun Allah'tan olduğu inancına teslim olurken; vazgeçenler de gayretlerinin somut bir karşılığını görememenin yarattığı hayal kırıklıkları vardı. Ne yönde olursa olsun; insanların hayatlarını böylesine etkileyen bir durumun, hayattan beslenen, konusunu insanların yaşadığı olay, zaman ve mekandan alan edebiyatta kendisine bir karşılık bulması da kaçınılmazdı.

1980'li yıllardan sonra hikaye yazan bir çok Müslüman, yazdıklarında başörtüsü yasağını ve bu yasağın farklı boyutlarını irdelemeye başladı. Birçok metin, salt ideolojik kaygılarla ve sosyolojik çözümlemelerle dolu olduğu için, okunabilecek bir 'edebi metin' vasfı kazanamadı. Başörtüsü konusu, geleneksel biçimde işlenerek kadının hidayetinin tek simgesi yapıldı ve erkekler eliyle yürütülen bir 'baş örtme' yarışının bayrağına dönüştü. Üniversitelerde okumanın mücadelesini veren ve bu uğurda türlü sıkıntılara katlanan örtülü kızlar, çevrelerindeki başı açık arkadaşlarını da etkiliyor ve bu başı açık kızlara aşık olan erkeklerin de desteğiyle, ortaya hidayet hikayeleri çıkıyordu. Temanın böyle romantik işlenmesi, çok zaman hikayenin özünün kaçırılmasına sebep oldu. Birçok yazar, hikayelerini dış bakış açısıyla ele alıp, yazdıklarında bir mutlu son yaratarak geleceğe dair umutlar serpiştirmeye gayret etse de, konunun kahramanlarının yaşadıkları gerçekliği 'içeriden' görmenin ve anlatmanın büyük sorumluluğu altına giremedi. Yasakla boğuşan insanların yaşadıkları sıkıntılar yazılan metinlere hakkıyla yansıtılamadı.

Bu söylenenler konusunda ayrı bir parantez açılacak isimlerin başında Cihan Aktaş gelir. Cihan Aktaş'ın hikayelerinde anlatılanlar, ihtilallerle büyümüş bir kuşağın yaşadığı son büyülü günleriydi. Hayatın üzerindeki büyü perdesi kalkmış, yaşamın gerçekliğiyle yüz yüze kalınmıştı. Bu noktadan Cihan Aktaş'ın yazdıklarına yaklaştığımızda; yazarın, gerçeklerle yüzleşmenin kaçınılmazlığını ve yüzleşildiğinde ortaya çıkanları hikayelerinde çok iyi işlediği görürüz. Onun diğer yazarlardan ayrılmasını; yalnızca olaya sağlam bir bakış açısı getirmesiyle ve yasağın muhataplarının iç dünyasına girmesindeki başarısıyla açıklayamayız. Burada edebi bir çözümlemeye gitmeden söyleyebileceğimiz, Cihan Aktaş; hikayelerindeki kurgusal bütünlükle, konuyu ince bir işçilikle işlemesiyle, olaylar içindeki kahramanlarına kazandırdığı gerçek karakterlerle, mekanı yaşanılan atmosfere uygun olarak kullanmasıyla, zamanın getirdiklerini doğru görebilmesiyle... kendine diğer çağdaşı hikayecilerden ayrı, özel bir yer edinmiştir.

IV. Direnenlerin Hikayelerinden Tutunamayanlara

Cihan Aktaş'ın yasağın o ilk dönemlerinde yazdığı hikayelerde yaşananlara ve yaşayanlara baktığımızda gördüklerimiz 'nesneleştirilmiş' olaylar ya da kişiler değildir. Hikayelerde olaylar insan hayatındaki gerçekliğiyle ele alınırken, hikaye kahramanları da hayatın gerçekliğindeki insanlardır. Salt realizm adına gerçeği ajite etmek ya da insanlara örnek olsun diyerek kahramanları idealleştirmek gibi durumlarla Cihan Aktaş'ın hikayelerinde karşılaşmayız. Bununla birlikte sadece yaşananların olduğu gibi düzyazıya çevrildiğini de kimse iddia edemez. Tüm bunların ortasında bir denge sağlama başarısının çok iyi gösterildiği bu ilk dönem hikayelerinde, başörtüsü yasağının insanların yaşadıkları öznel durumlar ekseninde anlatıldığını görürüz. Bir kuşağın hikayesinin kalın çizgisiyle, bu kuşağın mensuplarının ince hayat çizgisini yer yer birleştirip yer yer de ayırarak yazdıklarına konu edinen Cihan Aktaş, her şeyden önce 'insani' olanı anlatmıştır. Onun kahramanlarının gücü, idealistliklerinden değil; doğruları, hataları, pişmanlıkları, inatları, direnişleri ve tüm savruklukları ile 'insan' olabilmelerinden kaynaklanır. Kadın kahramanlar hayatın içindedir ve çeşitli sıkıntılara karşı mücadele ederler. Meydanın tam ortasında durdukları zamanlarda bile kadınlıklarından sıyrılmamışlardır. Müslümanlıkları 'gökteki yıldızlardan birine tutunabilmek' kaygısı değildir. Kahramanların bireysellikleri vardır hikayelerde ama bireyci bir bakış açısıyla sınırlandırmamıştır yazar kendini. Problemler ve sıkıntılar hikayelerde yer alsa da, bu bir bunalım edebiyatına dönüşmez. Karamsarlıklar okuru umutsuzluğa sürüklemez. Hikayesi anlatılanlar direnmek gücünü her şeye rağmen içlerinde bulurlar. Eşleriyle, çocuklarıyla, aileleriyle, arkadaşlarıyla ve çevreleriyle vardır hikayelerde kahramanlar ve bahsedilenler bir figürandan ibaret kalmaz; hayatta tekabül ettikleri yerlerle hikayelerde yer alırlar. Yasak ve yasağın getirdikleri de öyle...

Başörtüsü yasağının Cihan Aktaş hikayelerindeki yeri konunun tam merkezine oturmasa da,  insanların hayatındaki önemi de belirgindir. O günlerde hayatta olan bitenler neyse onlardan beslenen bu hikayelerde; yasak insanların hayatında neredeyse, hikayelerdeki yeri de orası olur. Kahramanlar kendilerini yasağa karşı direnen bireyler diye anlamlandırmazlar. Onların hayatını anlamlandıran başka şeyler vardır fakat başörtüsü yasağı yaşayanların hikayelerindeki kaçınılmaz etkileri, yol açtığı sorunlar, beraberinde getirdiği sıkıntılar, ilişkilerdeki değişiklikler ve yaşanılan bazı dönüşümlerle birlikte bulunur anlatılanların içinde. Herşeye rağmen hayata tutunmaya çalışanların ve direnenlerin hikayeleridir bunlar...

Hikayelerden tekrar gerçek hayata dönelim. 90'lı yılların başındaki nispi özgürlük ortamının ardından gelen 28 Şubat darbesiyle başörtüsü yasağı eskisi kadar şiddetle uygulanmaya koyulup, yasağın sınırları da sınıf kapılarından kampüs kapılarına doğru çekilmiştir. Olayın sıcaklığıyla ilk günlerde gösterilen tepkiler, önceki yasaklara nispetle daha az katılımlı, daha çok temkinli ve kısa süreli olagelmiştir. Müslümanların yapılanmalarındaki hızlı çözülmeler, yasağa karşı direnen az ve belirli bir kesimin kalmasıyla sonuçlanmıştır. Böylesi sıkıntılı bir zaman diliminde farklı yapılanmaların liderlik sorumluluğunu taşıyanların, yasağa karşı açık bir tavır almak yerine, muğlak ifadelerle konuşarak, içeride ve dışarıda farklı argümanlarla durumu iki taraflı idare etmeye çalışması; kendi kimliklerini içinde bulundukları yapılarla ifade eden müslümanların da kafalarını karıştırmış; bu karışıklık ve çözümsüzlük atmosferinde yapısal ve bireysel çözülmeler de hız kazanmıştır. Daha önceki yıllarda, yasağın ve yasağa karşı direnmenin ne anlama geldiği doğru argümanlarla tartışılıp, tutarlı eylemlerle desteklenemediği için, 28 Şubat sürecinde Müslümanların büyük çoğunluğu tekrar gündeme gelen bu sorundan, kendilerini öyle ya da böyle uzakta tutarak direnme noktasında sabır gösteren insanları yalnız bırakmıştır. Daha üzücü olan bir durum da; sürecin başından beri net bir söylemle 'başörtüsü yasağı' özelinde Müslümanlara yapılan tüm haksızlıklara ve zulme 'İslami bir direniş karşılığı' vermenin önceliğinden bahsedenlere bugün 'marjinal kalanlar' gözüyle bakılmasıdır. Eğer 'İslami hareket' talebi, söylemi, iddia edildiği gibi marjinal kaldıysa; durumu, doğru bildiği davada aynı noktada kalarak direnenlerin yaptıklarıyla değil, iddialarından vazgeçerek sistemin merkezine doğru ilerleyenlerin yapmadıklarıyla açıklamak gerekir. 

Bu sürecin etkileri de zaman içinde edebiyatta bir karşılık buldu ama bu kez biraz gecikmeyle... O günlerin getirdikleri, yine aynı günlerde metinlere yeterince yansıtılamadı. O tarihlerde kaleme alınan metinleri okurken insanların hayatlarında neler yaşandığına dair pek fazla gösterge bulamayız. Bunda söylenen her şeyin sahibine ciddi sorumluluklar yüklemesinin getirdiği temkinli hareket etme isteği mi yoksa o bulanık atmosferin durulmasını bekleme ihtiyacı mı etkiliydi, tartışılır. Bu süreçle birlikle artık yasak, gerek edebi metinlerde gerek fikir yazılarında olsun, siyasi boyutundan iyice sıyrılarak tamamen hukuki bir vaka olarak karşımıza çıkmaya başladı. Artık gözlemler daha da dışarıdan yapılmaktaydı çünkü 'içeride' olmak eskisine göre daha sakıncalı bir durum ifade ediyordu. Ayrıca yılların getirdiği birikimlerden ötürü insanlar bu konuda daha hassas ve alıngan olmuştu. Umutların tükendiği noktada, kimse ne yasaktan bahsetmek istiyordu ne de neler yapılabileceğinden... Edebiyat başlığı altında yayınlanan birkaç günce ve hikayeden başka doğru dürüst bir şey çıkmadı; çıkanlar da edebi nitelikleri açısından hiç de yeterli değildi.

Son birkaç yıldır planlı olarak iyice arka plana itilmeye çalışılan başörtüsü yasağının ve bin yıl daha süreceği iddia edilen 28 Şubat sürecinin insanların hayatındaki karşılığının irdelendiği edebi metinler geçtiğimiz sonbaharda yayınlanmaya başladı. Burada bir hikaye ve bir de uzun hikayeden özellikle bahsedilerek durum örneklendirilecek. Bu metinler Müslümanların önemsediği iki önemli ismin yazdıklarıdır: Cihan Aktaş ve Yıldız Ramazanoğlu. Cihan Aktaş'ın 'Halama Benzediğim İçin' adlı kitabındaki 'Beni Kaybeden Sokaklar' hikayesiyle, Yıldız Ramazanoğlu'nun 'İkna Odası' adlı kitabı. Bu iki eserin de ortak noktası; 28 Şubat süreciyle alevlenen başörtüsü yasağının bireylerin hayatlarına nasıl yansıdığının güncel olarak anlatılmasıdır. Aradan geçen yıllardan sonra, geriye dönüp, bulunulan noktaya nereden gelindiğinin muhasebesidir. Bir nevi, geçmişle hesaplaşmadır.

Cihan Aktaş'ın 'Beni Kaybeden Sokaklar'daki kadın kahramanı, hikayenin başında kuaförden çıkarak fotoğraf çektirmenin planını yapmaktadır. Şehirdeki kaybolmuşluğundan bıkarak 'doğa sporları' kurslarından birine gidip gitmemeyi düşünür. Dağcılık, kampçılık ve ne olduğunu bile bilmediği trekking ona cazip gelmektedir. Böyle bir kurs ona yol bulmada faydalı olur mu diye düşünürken caddelerdeki dolanmaları ve arayışı da devam etmektedir. Buraya kadar kimdir bu kadın ve neden kuaförü ısrarla aramaktadır bilemeyiz. Fakat metin bize bazı ipuçları vermeye başlar. Kahramanımız, annesi tarafından inatçılıkla suçlanır. Hastanede çalışmaktadır ve yıllardır 'kendini saklama ya da gözden yitirme ya da aklama gibi nedenlerle gerginlik içinde'dir. Bu gerginliğin sebebi de belli olur; peruk takmak. Oysa ki o, 'bir zamanlar gün gelip de peruk takmanın hayatının bir parçasına dönüşmesine rıza göstereceğini' dahi hiç düşünmemiştir. Şimdi ise bir doktordur. Başı örtülü fotoğrafları hastanede müfettişlerle başını derde sokar. Buna aldırmaz ama artık dosyaya bu fotoğrafları koyamayacağının da farkındadır. Kuaför ve fotoğrafçı arayışı bulduğu çözümün bir parçasıdır. Hikayede kadının evli ve çocuklu olduğunu öğreniriz. Annesinin günlerine katılmaktadır, arkadaşlarıyla görüşmektedir, eşine yemekler yapmaktadır, işinde çalışmaktadır. Sıradan günlerdir geçip giden. Bunlardan kurtuluş yolu olarak Kanada gündeme gelir. Kocası da onu bu  kararında destekler. Orada peruk takmanın sıkıntısını çekmeyecektir.  Naylon peruk rüyalarına da tesir edemeyecektir. Rüyalarında hep 'saçkıran' olduğunu görür ve bunun ne anlama geldiğini annesinden daha iyi bilir. Kuaför de aslında bu 'saçkıran' meselesi yüzünden aranmaktadır: Saçlarını kazıtacak ve vesikalık çektirecek. Hikayenin sonunda aradığı dükkanları karanlık bir pasajda bulan kahramanımız geri dönmekle dönmemek arasında bir noktada kalır.

Bu hikayede anlatılanlarda öne çıkan, üniversite yıllarında sorunla yüzleşmemek için okuldan kaçıp şehirde kendini kaybettirmeye alıştıran birinin yıllar sonra sorunla her karşılaştığında kaçma ve her şeyden uzaklaşma gayretidir. Adını bilemesek de o yasağın karşısında eriyen bir kuşağın temsilcisidir. Yapmak istedikleriyle yaptıkları arasındaki gerilimi sürekli yaşamakta ve buna burada bir çözüm bulamadığından yurtdışına kaçma fikrini ciddi ciddi düşünmektedir. Bu karakter, önceki hikayelerde her şeye rağmen direnmeye çalışanlardan farklılaşmış bir tiptir. Teslim olmuş ama bunun sıkıntısını sürekli yaşamaktan ve kendisiyle çelişmekten bıkmış, bu yüzden de olayları akışına bırakmış; kendini annesinin misafirlerini ağırlamaya ve kocasına hizmet etmeye adamıştır. Hayatı bir girdap gibidir ve o bu baş dönmesiyle nasıl baş edeceğini bilememektedir.

Yıldız Ramazanoğlu'nun İkna Odası, aynı konu etrafında üç farklı karakterin hayat hikayelerini, belirli bir çerçeve dahilinde anlatan bir kitap. Hikayenin odağındaki isim Nermin. İlkokulun ilk günlerinden beri doktor olmayı isteyen bir kız. Okul yılları hep başarılarla dolu. Üniversitede istediği bölümü de ikincilikle kazanıyor. Tıp fakültesinde okuyacak, doktor olacak ve anne babası onun muayenehanesine gelip küçük kızlarıyla gurur duyacak. Fakat nehir bir yerde yatak değiştirmek zorunda kalıyor. İlkokuldan beri varacağı denize doğru  giden bu güçlü akıntı, üniversitenin kapısında on dakikada başka bir yöne çevriliyor. Bunu hiç beklememiştir Nermin. Kazandı belgesi eline ulaştıktan sonra tüm evraklarını hazırlamış, babasıyla birlikte kayıt günü kampüse giderler. Kapıya doğru yaklaştığında Nermin sıradan itinayla çekilip bir odaya götürüldü. Bir gurup döpiyesli çağdaş kadınlar korosu, o çirkin sesleriyle solo ve beraber şarkılar söyleyerek, Nermin'i geri kalmışlıktan kurtarmaya çalışır Ortaçağ Avrupası'ndan kalma bir zindanda, 'ikna odası'nda. Lise yıllarında bir arkadaşı vesilesiyle örtünen Nermin, odada sorgulandığı hiç sesini çıkarmadan on dakika boyunca durur ama bir türlü ikna edilemez. Başını açmaz ve girmeyi hakkettiği kapıdan hiç de hakketmediği bir şekilde geri döndürülür. Bu ilk ikna odasından sonra bir ikna odası da evde, ailesi tarafından kurulur ki bu içinden birkaç dakikada çıkabileceği bir oda değildir. Ailesinin baskılarından bunaldığı noktada Ömer'le tanışır ve evlenir. Ömer, Nermin'in geri çevrildiği kapıdan rahatlıkla içeri girip çıkabilen bir akademisyen. Davanın iyi noktalara gelmesi adına yürür kampüs koridorlarında. İleride iyi yerlere gelince, Nermin gibi arkada kalanlara yolu da açacaktır Ömer ve Ömer gibiler... Üç çocuğu olur Nermin'in. Bundan sonra da yıllar boyu hep o ikna odasının paslı çivilerine takılıp kalan eteğini kurtarabilmenin mücadelesini verir hayatında. Bireyselliğini sonuna kadar korur. İçine kapanır. Kimseyle paylaşmak istemez sıkıntılarını. Sadece yıllar boyu süren bir bunalımın içine hapseder kendini. Başını açmamıştır ama bu direngenliğin de altını bir türlü dolduramaz. Başını neden açmamıştır bilemeyiz. Kendisi de söylemez ama ikna odasının yol açtığı travmanın şokunu da çok uzun süre üstünden atamamıştır. Ne döpiyesli kadınlar onu ikna edebilmiştir, ne de Nermin kendini... Bir kısır döngünün içinde yıllar boyu döner durur... Sonunda bir umut ışığı belirir kendisinde ama bunda belki de en yakın iki arkadaşının ikna olduktan sonra başlarına gelenleri görmenin etkisi vardır.

Nuray ve Seher. Nermin'in en yakın iki arkadaşı. Nuray, Nermin'in lise yıllarında başını örtmesine vesile olan pembe başörtülü kız. Ne tezattır ki; Nermin'in örtünmesine vesile olan pembe başörtülü kız, ormanda kurdun tuzağına hemen düşer ve hiç direnmeden teslim olur, örtüsünü çıkarıp üniversiteye girer. Okulu bitirdiğinde bir şirkette insan kaynakları müdiresi olarak işe başlar. Üniversitede başlayan çözülme iş hayatında devam eder. Artık dar ceketiyle, eteği içinde sıkışmış, makyajlı yüzüyle, ellerini sigara dumanları arkasında gizlemeye çalışan biridir Nuray. Hayatta tutunamamış olsa da sektörde tutunabilmenin mücadelesini verecek güçtedir. Seher'le konuşurken Nermin'in kayıt gününün şokunu bir türlü atlatamadığını söyler, fakat kendi hayatındaki sarsıntıları bir türlü konuşmak istemez. Seher'in ise henüz başına geleceklerden haberi yoktur. Mutlu görünmektedir. Seher de, önce Nermin gibi kapıdan döner ama aradan birkaç yıl geçince sınava girer ve istediği bölümü tekrar kazanır. Yarattığı bunalım saçlarını dökmeye kadar varan sarı peruğuyla girip çıktığı tüm dersleri verir ve okulu bitirerek işe başlar. Peruk iş hayatında da takılmak zorundadır. Taviz tavizi getirir. Başındaki naylon, içindeki yaraları olmasa bile, başını kapamaya yetmektedir. Sonra Hilmi'yle tanışır. Evlilik Seher için yeni bir başlangıç olacaktır. Kariyer çizgisi sürekli yükselen Hilmi'nin kazandığı para, karısına da çocuklarına da bakmaya yetecektir. Seher Hilmi'yle evlenir, üç çocuğu olur, tüm okumuşluğunu bir kenara bırakır ve kendisini kocasına beğendirebilmek için diyetlerin, güzellik ve bakım merkezlerinin takipçisi olur. Yine de bu başına geleceklerin önüne geçemeyecektir. Çünkü karısını edebe aykırı sahneler barındırır diye sinemaya film izlemeye göndermeyecek kadar mütedeyyin olan Hilmi, genç ve güzel bir kızı ikinci eş olarak nikahlamak üzeredir. Bu haberi verdiği sırada Ömer'in gözlerindeki ışığı Nermin fark eder ve içinde şüpheyle karışık bir duygu belirir. Seher ise henüz bu haberi duymamıştır fakat duyduğunda düşeceği o dipsiz boşluğu Nermin tahmin edebilmektedir. İşte Nuray'ın ve Seher'in mezkur hallerinden sebep, Nermin bulunduğu durumu düşünür ve hikayenin sonunda, o kayıt gününde 'ikna olmamakla' doğruyu yaptığına kendini ikna etmeyi başarır.

Yıldız Ramazanoğlu'nun 28 Şubat darbesinden sonra çok fazla yaşanan ama gündeme pek taşınmayan olayları anlattığı kitabında, değinilen olaylar çok yakın çevremizde tanıklık ettiğimiz bir çok benzeri hayat hikayesini çağrıştırmaktadır. Direnmenin bireyselleşmesi ve bazen bu yükün altından kalkılamayarak büyük bunalımlar yaşanması; peruk takarak üniversite kapılarından içeri girenlerin yaşadığı ikilemler, farklı duygular arasında gidip gelmeler; zaman içinde peruktan da sıyrılarak durumun kanıksanması, beraberinde dış görünüşte ve kıyafetlerdeki başkalaşımlar... son süreçle bir çok insanın hayat hikayesinde önemli değişikliklere yol açan kesitler olarak kitapta kendine yer bulmuş.

Peki Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu ve diğer birkaç yazar, neden son zamanlardaki hikayelerinde bu temaları ön plana çıkarmaya başladı? Buna verilebilecek cevabın, hikayelerde anlatılanların, bugün içinde bulunduğumuz çevreyi ne kadar kuşattığı sorusuyla ilişkilendirilmesini gerekir. Edebiyatın konusunu hayattan aldığını biliyoruz. Adı geçen hikayelerde yaşanılanlar da aslında büyük bir çoğunluğun yaşadıklarıdır. Hikayeleri anlatılan kahramanlar, tanıdığımız, başlarından geçenlere çok zaman bizim de şahit olduğumuz insanların ortak noktalarını içlerinde barındıran tiplerdir. Hemen herkes bu tipleri yaşadığı çevrede birilerine benzetebilir, çünkü yaşanılan gerçeklik budur. Bunu söylemekle elbette 'tek gerçek bu' demek istemiyoruz, ama gerçekliğin büyük bir payında da maalesef bu hikayeler bulunmaktadır.

V. Bugünlerin Getirdikleri, Götürdükleri

AKP yönetimiyle başlayan yeni bir dönemden bahsetmek mümkün olacaktır. Fırtına öncesi sessizliğin hakim olduğu şu anki ortamda, bir bardak suda kopacak fırtınadan çekinenler birbirine sükunet telkin ederken; sorunların ilerleyen günlerde çözüleceği beklentisi içinde. Herkes yasağın biteceği yönünde umut besliyor. Bugüne kadar geçen süreye bakarak ileriye yönelik bir tahminde bulunursak, benzer şeyleri yaşayacağımızı söyleyebiliriz. Yasak varla yok arasında bir noktada bırakılarak, benden sonra tufan mantığıyla, durum idare edilecek ve çözümsüzlük de uzun vadede sürecektir. Çünkü yasak, yasal bir meseleden ibaret değildir.

Gözden kaçırılmaması gereken diğer bir nokta da yönetici kadroların 'bizden' olduğu düşüncesinden hareketle her şeyin 'meşrulaştırılmaya' başlanmasıdır. Müslümanlar tüm siyasi talepleri karşılık bulacakmış gibi davranmakta ve bu yüzden de 'hak arama' mücadelesi geri plana itilmekte. Büyük bir kesim AKP'nin peşinden sistemin merkezine doğru kaymakta ve iddialarından tek tek vazgeçmiş bir halde. Söylemler, Müslümanların bugüne kadar savunduğu bir çok 'siyasi tezi' rafa kaldırmak yönünde ve maalesef çoğunluk, sadece yönetenlerin geldiği yere bakarak bunları kabullenirken, gittiği yeri görmek istememektedir. Yönetenler de arkalarından gelen kalabalığa bakarak doğru yönde ilerlediği zannına kapılmaktadır.

Ekonomi, hayatın en temel sorunu haline getirilerek, siyasi iddialardan uzaklaştırılanlar, bir dönüşüm süreci içine girmektedir. Müslümanlara baktığımızda, hiçbir sorun yokmuş gibi hareket etmektedir ve bu siyasi mücadele alanında büyük bir boşluk doğurmaktadır. Herkes gündelik hayatına dönüp, kuru bir ekmek kavgası peşinde. Türkiye merkezli söylemler de Müslümanların ümmet ufkunu köreltmekte ve düşünsel bağlamda büyük bir geriye çekiliş ya da kısırlaşma baş göstermektedir.

Bu ülkede yıllardır devam eden başörtüsü yasağı halen devam ediyor. Bu sebepten işten atılan, ceza alan, sürgün edilen on binlerce insana ne hakları iade edildi, ne de bunun için bir tazminat ödendi. Adalet sistemindeki eşitsizlikler ve haksızlıklar giderilmedi. F tipindeki düşünce suçlusu diye tutulanlar cezaevlerinden tahliye edilmedi. Üniversitelerdeki sıkı yönetim anlayışına son verilmedi. Doğuda kanayan yaralar sarılmadı... Bunlara benzer daha bir çok soruna hiçbir çözüm bulunmadı. Tüm bunlara rağmen suskun kalınması, ancak yaşanılan çözülmelerle ve Müslümanlardan ayakta kalma direnci gösteremeyenlerin sayısının gittikçe artmasıyla açıklanabilir. Bu sorunları gündeme getirip, bunun için mücadele etmek, marjinal kalmaksa; buradan, ayağı kayıp merkeze doğru yuvarlanmaya başlayan herkese el sallamak isterim.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR