1. YAZARLAR

  2. Yılmaz Çakır

  3. Anadolu Aleviliğinin Oluşumuna Etki Eden Faktörler

Anadolu Aleviliğinin Oluşumuna Etki Eden Faktörler

Aralık 2003A+A-

Alevilik değerlendirmelerinin ve yorumlamaların hızla arttığı günümüzde bu meseleye eğilenlerin çok farklı kesimlerden ve kimselerden oluştuğunu görüyoruz. Konuya hızlıca bir giriş yapma bahasına, Alevilik çalışması yapanlara kısa bir göz atarak başlamak istiyoruz. Kanaatimizce bu alanla ilgili çalışma yapanları şöyle tasniflemek mümkündür.

a) Yabancı yazar ve oryantalistler: Bunların bir kısmı Alevilikte Hıristiyanlığın ya da önceki panteist kültürlerin, medeniyetlerin izlerini bulma hevesiyle hareket etmişlerdir. Yine oryantalistler için İslam ve doğu ülkelerinin taşıdığı ihtilaf potansiyeli de meraka ve ilgiye değer görülmüştür.

b) Türkçüler: Daha İttihat Terakki döneminde (1908-1918) ve ondan önce Jön Türkler hareketlerinde sosyoloji ve folklor açısından yürütülen çalışmalarla Aleviliğin eski Türk adet ve ananelerinden kaynaklandığı iddia edilmiştir. Bunlardan Ziya Gökalp sorunu, klasik yaklaşımı olan Türkçülük zaviyesinden ele almıştır. Sonraları Fuat Köprülü ve onun takipçilerinin bu hususta daha mutedil ve ılımlı bir yol izledikleri söylenebilse de; özellikle eski Türk inanç ve ananeleri ile Türklerin eski dinlerinden olan Şamanizm'e, olayların izahında ağırlıklı bir yer ve rol verilmesi dikkat çekici olmaktadır.

c) Kemalistler: Alevilik gibi İslam'ın bir yorumu olarak ortaya çıkma iddiasındaki bir eğilimin, İslam'la ilgisinin kurulmasına şiddetle karşı çıkan ve Aleviliği Anadolu coğrafyasının ve medeniyetlerinin etkilediği bir yönelim olarak göstermek çabası içinde olmuşlardır. Konuyu "hümanist, özgürlükçü, akılcı, dogma karşıtı, şeriatın kalıplarını kırma vb." yavelerle sunmak temel özellikleridir. "Türk Ulamı" gibi ucubelerden ve icatlardan bugün dahi medet ummaya çalışan söz konusu çevrelerin, 28 Şubat sonrası Aleviliğe yeni bir manivela olarak sarılmalarında, kitabi dine ve müntesiplerine karşı duydukları korkunun payı yadsınamaz.

d) Sosyalistler: Bu gruptakiler de Aleviliğin, Safevi Devleti'nin Osmanlı İmparatorluğuna dönük siyasal hesaplarının ve kullanımlarının bir parçası hatta icadı olarak görmek yerine; onları adeta adalet ve özgürlük savaşçıları olarak anlamak ve anlatmak istemişlerdir. Perspektifleri bulanan bu çevrelerde Şeyh Bedrettin, Börklüceli Mustafa, Pir Sultan Abdal ve benzerleri birer devrimci olarak görülmüştür.

e) Alevi kesimler: Alevileri homojen addederek onları bir başlık ya da çatı altına toplamak imkansızdır. Siyasal ve dini/mezhebi tercihlerine göre Kemalist, Sosyalist ya da Şia'ya muhabbet eksenli Aleviliklerden bahsetmek mümkündür.

f) Sünni kesimler: Sünnilerin Alevilere yönelik itiraz ve eleştirilerinin temelinde, bu kesimin şeriatın emirlerine karşı yeterli hassasiyeti göstermeyişleri bulunur. Yine Alevilerin Şah İsmail'in Safevi Devleti'yle birlik olup, batı karşısında Müslümanların temsilcisi olan Osmanlı'yı arkadan hançerleme girişimleri de, toplumsal hafızada etkili olmuşa benzemektedir. Sünni kesimde dikkat çeken bir başka çaba da Alevilerin sahiplendiği Hacı Bektaş-ı Veli gibi kimi Sufi şeyh ve pirlerin, Alevilerin iddia ettiği gibi şeriatı hafife alan insanlar olmadıkları; tersine Sünni itikad ve amellerle bağdaşır bir yaşayış sürdürmüş veliler ve şeyhler oldukları yönündeki itirazlardır.

g) Yeni çalışmalar: Objektif ya da tarafsız kalma kaygısıyla vücuda getirilen bu çalışmalarda Aleviliği oluşturan unsurların karışık ve değişik olduğu dile getirilmekte ve Aleviliğin bu senkretizm (karışım)den bağımsız anlaşılamayacağı savunulmaktadır. Bu alanlarda son yıllarda en fazla dikkat çeken ismin Ahmet Yaşar Ocak olduğu söylenebilir.

Tanım Girişimi

Sözlükte "Ali taraftarı" anlamına gelen Alevi kelimesi daha ziyade siyasal, sosyal ve tarihsel olayların biçimlendirdiği bir kavramdır. Şia içinde yer aldıkları kabul edilen bazı mezhepler Alevi nisbesini alırlar.

Nitekim Zeydiyye, İsna Aşeriyye gibi mutedil Şiilerin yanında, Batıniyye ve İsmailiyye mensupları da Alevi diye bilinirler. Bugün Aleviler olarak tanınan iki itikadi çevre vardır. Lübnan, Suriye, Hatay yörelerinde varlığını sürdüren Nusayrilik ve ikinci olarak da 13. yüzyılda Anadolu'daki etnik ve sosyal/dini kaynaşmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan ve 16. yüzyılda Safeviler'in tarih sahnesine çıkarttığı Kızılbaşlık.

Osmanlı yazılı belgelerinde Rafıziler, Kızılbaşlar olarak nitelenen bu gruplar özellikle şimdilerde kendilerini Alevi olarak tanımlamayı tercih etmektedirler.1

Safevi tarikatının şeyhlerinden ve Alevilik-Kızılbaşlık inancının önde gelen isimlerinden Şeyh Haydar müridlerinin başlarına Tac-ı Haydari denilen bir kavuk giydirir. Bu kavuk 12 dilimli olup kızıl renktedir. Her dilimin üzerine Ehl-i Beyt'ten olan 12 imamın isimleri işlenmiştir. Bundan dolayı bu insanlara Kızılbaş dendiği de söylenmektedir. 12. yy. ve 13. yy.da yaşayan Anadolu Türkmenlerinin kızıl börk giydikleri bildirilmektedir. Yine Batıniyye fırkası mensuplarının da kırmızı elbiseler giydiklerini öğreniyoruz.2

Anadolu Aleviliği'nin ortaya çıktığı tarihsel zemini izlemek için kanaatimizce dönemin sırasıyla siyasal, sosyal ve ekonomik tablosuyla, kültürel ve dini yaşamını iyi tahlil etmek gerekir.

1) Siyasal zemin:

Aleviliğin Anadolu'da ortaya çıkışını Safevi tarikatı mensupları olan Şah İsmail ve atalarının buralardaki faaliyetleriyle izah etmek olsa olsa sonuca işaret etmek olur. Evet Aleviliğin yaslandığı, kitabi olmayan eksik, yetersiz ve çoğu kere de yanlış yorum ve pratiklerle sarmalanmış, İslam öncesi muhtelif inanç ve ibadetlerin İslam'la etiketlenmesi sonucunda ortaya çıkan ve heteredoks3 olarak da tanımlanan din anlayışı pek çok nedenin ürettiği bir sonuç olmalıdır. Bu sonucun siyasal nedenlerinin ilk dönemini Alevilik ve Şiilik başlığı etrafında başka bir yazıda ele almayı düşündüğümüzü belirterek, Anadolu Aleviliği'ni derinden etkileyen ve oluşumunda büyük rolü bulunan A- uzak dönem B- yakın dönem olmak üzere iki dönemin siyasal olaylarına değinmek istiyoruz.

A-Uzak dönem

a) Türklerin İslamiyet'i kabulü:

İslam orduları 634 yılında Suriye'yi Bizans İmparatorluğu'nun elinden almış, 634-41. yılları arasında da Sasani İmparatorluğu'nun merkezi İran'a hakim olmayı başarmışlardır. İran'ın fethinden sonra İslam orduları Orta Asya'ya açılmış ve Ceyhun nehrine kadar varmışlardır. 750 yılında Maveraunnehr'e (Ceyhun nehrinin öte yakası anlamında kullanılan bu isimlendirme sonradan bölgenin adı olmuştur) kadar ulaşan Müslümanların böylece Türklerle temasları da yoğunlaşmaya başlamıştır.

Türklerin İslam'la ilişkileri bir tür halk İslam'ı diye de nitelenebilecek düzeyde gerçekleşiyordu. Daha ziyade tüccar, gezgin tebliğci ve askerler yoluyla yapılan tebliğ çalışmaları İslam'ın yükselen konjonktürel gücüyle birlikte göçebe ve yarı göçebe ve asker konumunda bulunan Türkler üzerinde müspet etkiler bırakıyordu. İslam'ın Cihad emirleriyle Türklerin savaşçı nitelikleri örtüşüyor, halk İslamının kimi inanç ve ritüelleri de Şamanizm'in ve eski doğu dinlerinin biçimlendirdiği anlayışlarla uyuşuyor ya da tevile hazır duruyordu.

Her ne kadar Türklerin İslamlığı salt bu düzeyde gerçekleşme m işse de (burada hemen Buhara ve Semerkand gibi şehirlerin uzun yıllar kitabi/ilmi çalışmaların merkezlerinden olmaları durumu hatırlanmalıdır) halkın ekseriyetinin bu istikamette bir yönelim içinde İslam'a girdiği söylenebilir. Türklerin İslamiyet'e İran coğrafyası ve kültürü üzerinden girdiği de bilinmektedir. (Bu gün bile namaz, abdest, peygamber gibi kimi dini terimlerin Farsça olduğu unutulmamalıdır.) Yani Türklerin İslamiyet ve Arap kültürü ile ilişkileri, İran kültürü dolayımında gerçekleşmiştir. Bu ise sanıldığından daha önemli sonuçlar doğurmuştur. Özellikle Abbasiler'in 750 yılında iktidara gelmesinden önce ve sonra İranlılar ve Türklerle başlattıkları ilişkiler ve dayanışma, Emevilere karşı Ehl-i Beyt sevgisi ve Hz. Ali bağlılığı temelinde gündeme getiriliyordu. Türklerin daha ilk İslamlaşma girişimlerinde Ehl-i Beyt ve Hz. Ali sevgisinin Emevi Devleti'nin yaptığı yanlışları eleştirme ve Abbasiler'le (Abbasiler; Arap-İran-Türk koalisyonundan müteşekkildi) birlikte olma adına gündemlerine girdiğini biliyoruz.

Türklerin (Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Osmanlılar) Sünni devletler kurmuş olmalarına rağmen, Hz. Ali'ye hep özel bir muhabbet duymalarının ve kimi çevrelerde bunun müfrit derecelere ulaşmasının arka planında bu ve benzeri olaylar da önemli bir yer tutmuştur. Burada değinmekte yarar gördüğümüz bir başka husus da, o dönemler din değişikliklerinin büyük topluluklar halinde gerçekleştiği hususunun akılda tutulma gereğidir. Misal olarak ilk müslüman Türk devleti olan Karahanlılar'ın lideri Satuk Buğra Han, İslamiyet'e kavminden 200 bin çadır halkıyla birlikte girmişlerdir.4 Bu durum yeni müslüman olan insanların dini niteliklerinin ve seviyelerinin ne durumda olduğuyla ilgili de yeterli açıklamaları yapıyor olmalıdır.

b) Haçlı seferleri: Yaklaşık 200 yıl süren (1096-1291) uzantılarıyla ve "artçı seferleriyle 300-350 yıl gibi uzun bir süre devam ederek İslam topraklarını etkileyen bu dış saldırıların istila ve savaşların İslam coğrafyasında derin etkileri olduğu inkar edilemez.

İslam ülkelerini savunmada kalmaya icbar eden, (Osmanlı ile bu durum değişiyor) onların ülkelerinin zenginlik ve kaynaklarını tüketen, asayiş ve denetimi zorlaştıran bu girişimlerin özellikle yeni müslüman olan toplulukların "dinde derinleşebilme"lerinin önüne yeni engeller çıkarttığı gerçeğini konumuzla alakası olması açısından önemsemek gerekiyor.

c) Moğol saldırı ve istilaları: İslam memleketleri Batı'dan gelen Haçlı Seferleri'nin açtığı yaraları kapatmaya fırsat bulamadan bu sefer Doğu'dan gelen yeni bir musibetle sarsılmaya başlamıştır. Moğol hükümdarı Cengiz'in (ölümü 1227) kurduğu yeni imparatorluk Haçlı sürülerinin etkisinin azaldığı bir ortamda belirir. Cengiz, Haçlılar'dan ve onların tahribatından uzakta kalmış İslam bölgelerini talan etmeye, yakıp yıkmaya ve halkını katletmeye başlar. Buhara, Semerkand, Merv gibi ilmi faaliyetlerin beşiği şehirler tamamen yakılıp yıkılırken (1220-21) medreseler, ilmi eserler yok edilir, alimler öldürülür. Cengiz'den sonra da Moğollar İslam ülkelerini talan etmeyi sürdürmüşlerdir. 1258 yılında Moğollar Hülagu komutasında Bağdat'ı zaptederek Abbasi Halifeliği'ne de son vermişlerdir. Ayrıca Hülagu'nun Hıristiyan olan eşinin Hıristiyanlara sağladığı avantajlar ve İslam düşmanlıkları da zikredilmelidir. Meydana gelen bu olayların çok boyutlu etkileri olmuştur. Birincisi; gerek Haçlıların gerekse Moğolların zulmü ve iki-üç asır süren işgaller ve istilalar, ümmet üzerinde büyük bir yorgunluk ve moralsizlik oluşturmuştur. İkincisi; çok sayıda insanın ve bu arada alimin katli (sadece Bağdat'ın istilasında 90 bin kişi katlediliyor) İslami tefekkür ve düşünce açısından büyük bir kayba yol açmıştır. Üçüncüsü; Moğol zulmünden kaçan insanlar büyük kitleler halinde Anadolu'ya sığınmışlardır. (Bir rivayete göre Osmanlı'nın Kayı aşiretinin de Cengiz'in Merv şehrini kuşatması sırasında göç ettikleri söylenir.*)

Sosyal siyasal ve dini olayları anlamakta bu büyük kitlesel göçlerin dikkate alınması gerekir. Anadolu'ya gelen bu insan kitlelerinin yol açtığı çok değişik problemler olmuştur. Önceden gelip yerleşik hayata geçmiş diğer unsurların yaşantıları ve kurulu düzenleri üzerinde pek çok olumsuz etki yapan yeni gelenler, birçok yerde başı bozuk sürüler gibi davranarak yeni sorunlara yol açmışlardır. Dördüncüsü; bütün bu dönemlerde özellikle 13 ve 16.yy.da halkta koyu ve yoğun bir mistik eğilim merakı baş göstermiştir. Bu durum yorulan, bunalan insanların ruhlarının daha dingin bir dünya isteğiyle ilgisi olabileceği gibi; göçebe/çoban, başıboş bir hayat yaşama geleneğini sürdüren insanların sabiteleri ve ilkeleri olan kitabi bir anlayışla kayıtlanmak istememeleri ile de ilgisi olabilir. Yine kitabi dinin temsilcilerinin ve merkezlerinin uğradığı kayıp ve hasarlardan başka, bu işin gerektirdiği emek ve çabanın zorluğu da hesaba katılmalıdır. Üstelik muhtelif tarikatlar her arayışa ve anlayışa uygun örgütlenmelerini de sürdürürken, onların dışında daha sahih ve kitabi bir din anlayışının yaygınlaşma şansı azalıyor gibiydi.

Toplumsal güvenin sarsılması, hoşnutsuzlukların artması kimilerinde tam bir kaçış ve içe kapanış duruşu ile birlikte mistik eğilimleri arttırırken, kimilerinde de militan bir etki oluşturarak savaşçı yönelimleri gündeme getirmiştir. Mevlana Celaleddin Rum-i ve Muhiddin Ibn-i Arabi gibiler dönemin "içe dönük" eğilim temsilcileri olarak hatırlanabilir. Bazı Batıniyye tarikatları ise ikinci gruba giren militan arayışların adresleri olmuşlardır. Konumuzla doğrudan ilgisi olan Şah İsmail'in ve atalarının kurduğu Safeviyye Tarikatı da bu aktivist tarikat örneklerindendir. Yine siyasi merkezin kuşatıcılığının ve otoritesinin zayıfladığı dönemlerde ahalinin ihtiyaç duyduğu maddi1 ve manevi desteğin tarikat örgütlenmeleriyle giderildiğini de akılda tutmak gerekir. Bu arada, önceki heterodoks kimlikli tarikatların toplumsal etki gücünü anlayabilmek açısından Anadolu Selçukluları'nı yıpratan ve sonunda yıkılmasına neden olan Baba-i Tarikatı'nı ve Baba İshak isyanını da (1240) hatırlamak yararlı olur. Son olarak; Anadolu'nun 13. yüzyılda Anadolu Selçukluları yönetiminde istikrarlı bir bölge olması sadece savaşlardan, istilalardan kaçanlar için değil, pek çok Sufi ve mutasavvıf için de uygun bir coğrafya olarak gözükmesi, konumuzla da yakın alakalı olmalı.

B- Yakın dönem:

Yakın dönemden kastımız; Anadolu Aleviliği'nin ortaya çıkması öncesi Anadolu'da baş gösteren siyasal olaylardır. Bunlardan en önemlisi Türkistan Han'ı Timur'un (1 336-1405) Anadolu'ya yaptığı saldırılar sonucunda Osmanlı'yı mağlup ederek (1402) Fetret Devri olarak nitelendirilen yeni bir döneme sebep olmasıdır. Timur'un Yıldırım'ı mağlubiyetinin siyasal sonuçları kendisinden çok sonraları meydana çıkan olaylarda da hissedilir. Timur'un Memluklular ve Osmanlılar karşısında aldığı galibiyetler Anadolu'daki Türkmen unsurunun isyan düzeyini yükseltmesine, Anadolu beyliklerinin birer müstakil güç olarak kuvvet bulmalarına yol açmıştır. Timur'un seferleri Osmanlı siyasal karizması üzerine vurulmuş ağır bir darbe olarak; gerek beylikler düzeyinde gerek aşiretler düzeyinde, gerekse tarikatlar düzeyinde iktidara karşı muhalefet unsurlarının gücünü ve umudunu artırıcı bir işlev görmüştür. Yine burada Yıldırım'ın oğulları arasında oluşan ve 10 yıl süren taht kavgalarının ve bunun Bizans'ın ömrüne katkılarını da zikredebiliriz. Heterodoks Türkmen unsurların, tarikatlar çatısı altında siyasal hedeflere talip heveslerle yola çıkmaları (Şeyh Bedrettin Örneği) artık daha kolay olmaktadır. Safeviler'in hevesleri ise ufukta gözükmeye başlamıştı.

2) Sosyal ve Ekonomik Zemin:

A- Türkmen-Türk Ayrışması

Anadolu Selçuklukluları ve Anadolu beylikleri gibi yerleşik, oturmuş hukuki/nizami bir geleneğe dayanarak hareket etmek Osmanlı'nın işini kolaylaştırmış olmakla birlikte, Moğol istilalarının ardından 13. yy.dan sonra Anadolu'ya gelen Heterodoks inançlı Türkmen kitleleri sadece inançları dolayısıyla değil, adet ve alışkanlıkları, yaşam tarzlarıyla da iktidar merkezleri için sorun oluşturmaya başladılar. Sorundan kastımız Türklerin daha Orta Asya'dan bu yana sahip oldukları göçebe/yarı göçebe yaşam alışkanlıkları ve bu alışkanlığın sonuçlarıdır. Göçebelik olayına değinmeden önce bu olguyla yakından alakalı gördüğümüz Türkmen ve Türk isimlerinin tarihsel süreçte uğradığı değişikliğe, aldığı yeni kimliğe bir göz atmak yararlı olur.

Yerleşik hayata geçen Türkmen göçebelere muhtemelen 12. yy. sonlarına doğru Türkmen yerine Türk denmeye başlanmıştır. Özellikle Konya, Kayseri, Erzurum, Erzincan, Sivas gibi büyük yerleşim merkezlerindeki ahali için durum böyledir. Bu bölgeler dışındaki dağlık, ovalık bölgelerde yaşayanlar ile uçlarda bulunanlara yine Türkmen denmeye devam etmiş, göçebelik alışkanlığını sürdürenlerden bir kısmına ise "yürüyen" anlamında "Yörük" denmiştir. Bilahare bu isim gerçek anlamını kaybedip Batı Anadolu Türkmen oymaklarının genel adı olmuştur.5 Yine Türkmen sözcüğünün bu anlamlarından başka müslüman olan Türkleri, müslüman olmayan Türklerden ayırmak için kullanıldığı da söylenmiştir.6

Son olarak "men" ekinin mübalağa eki olduğu ve "safkan" Türk anlamına gelebileceği de iddia edilmiştir.7 Biz daha ziyade Türkmen sözcüğü ile en başta belirtilen anlamın kast edildiğini düşünüyoruz. Merkezde ya da köylerde yaşayan yerleşik nüfusla -ki bunlar Sünnidirler- kenarlarda, dağda, yaylalarda göçebe hayatı sürdüren Türkleri ayrıştırmak için bu sonunculara Türkmen dendiği görüşünü daha tercihe şayan buluyoruz.

B- Göçebelik Olgusu (İlk Dönem):

Göçebeler, daha doğrusu yarı göçebeler, ayrı ayrı yayla ve kışlaklarda yaşarlar, kendi ihtiyaçları kadar ziraatla meşgul olurlardı. Hayvancılık temel meşgaleleriydi. Orta Asya'dan getirdikleri halıcılık zanaatı ve nakliyecilik de onlar için geçim kaynağı idi. O zamanlar Anadolu'nun pek meşhur olan atlarını yetiştirenler, halılarını dokuyanlar bunlardı. Aile reislerinin idaresi altında yaşarlardı.8

Bir Orta Asya geleneği ve yaşam tarzı olan göçebelik Anadolu'ya gelen kitlevi insan unsurları için yine tek tercih olarak sürdürüldü. Orta Asya'nın geniş bozkırlarında hem bir çoban hem de iyi bir savaşçı olan bu insanların, otlakların ve sulak arazilerin her an azalması, kuruması halinde yaşama çabalarını yağma ve çapulla sürdürmek dışında başkaca da seçenekleri yoktu. Örgütlenme istidatlarına ise tarih pek çok kez şahit olmuştur. "Her Türkün asker doğması" meseli ıssız ve geniş bozkırın yani coğrafyanın dayattığı bir zorunluluktu. Yerleşik medeniyetlere karşı yaşam savaşı vermek için iyi atlara ve iyi okçulara sahip olmak gerekiyordu. Yerleşik halkın bu gözü pek ve savaşçı unsurlardan korkması doğaldı. Ahalinin ve şehirlerin düzen ve asayiş alışkanlıklarına da aldırış etmiyorlardı. "Ferman padişahın dağlar bizimdir" yollu haykırışlar şiirsel ve romantik bir kahramanlığa işaret ediyorsa da 16. yy. da "Tüfek icat olunca mertlik de bozuluyordu" belki de bu şehrin/medeniyetin dağlara gecikmiş cevabıydı. Ya da "Kitap'tan yazıdan" uzak yaşayan "Bedeviliğin" ödemesi gereken bir bedel...

C- 16. yy Başlarında Göçebelik

16.yy.'ın ilk yıllarında neredeyse nüfusun %25'ini konar göçerler oluşturmaktaydı. 15. yy. da bu oranın daha da yüksek olduğu tahmin edilmektedir. (Rumeli'nde konar göçerler fazla tutunamamışlardır.) Bu göçebe toplulukların toplam vergi veren nüfusun içindeki oranları ise %7'yi bulmamaktadır. Yerleşik köylülerin ekinlerini ve bağlarını hayvanlarına yediren, karşı çıkan köylüleri ise öldüren konar göçerlerin at ve deve sahibi olmaları ve silah taşımaları dolayısıyla yerel unsurlara karşı hakim bir konumda bulundukları görülür.9

Osmanlı'nın kuruluş aşamasında göçebelerle olan sağlam ve müspet ilişkisi özellikle imparatorluk ve kurumlaşmaya gidildikçe bozulmaya başlamıştır. Önceleri uç'larda gaza'ya sevk edilen akıncılar ve gaziler olarak dinamik bir unsur işlevi gören göçebe/gazi dervişlerin sonraki yıllarda (özellikle de Fatih sonrasında) nizami ordu ve devşirme-bürokrat geleneğinin başlatılması ile birlikte, hızla gözden düştükleri görülmüştür. Bu itibar ve ihtiyaç azalımının hoşnutsuzluk zeminini güçlendirdiği sonraki yıllarda daha da iyi anlaşılacaktır.

Yine Osmanlıdaki isyanların özellikle Orta Anadolu'da meydana gelmesini, iklim ve verimlilik faktörleriyle izah etmeye çalışanlar da olmuştur. Buna göre Rumeli'de daha az isyan çıkartılmış olması manidar addedilmektedir. Çiftçilikle uğraşan köylünün, özellikle Orta Anadolu gibi yılda bir defadan fazla ürün alınamayan yerlerde yaşamlarını güçlükle sürdürebilmeleri, toplumsal huzursuzluk ve bunalımların oluşmasında önemli faktörlerden sayılmalıdır. Giderek artan nüfus karşısında verimsiz arazilerin daha da verimsiz kaldığı ve köylünün devletin kendisinden istediği vergiyi vermekte güçlük çektiği gerçeği de hoşnutsuzluk tablosuna ilave edilmelidir. Devletin 15. ve 16. yy.larda Anadolu'dan Balkanlar'a yaptırdığı sürgün ve iskan teşebbüslerine rağmen 1520-1575 yılları arasındaki 55 yılda Çorum-Niksar-Tokat bölgesinde nüfusun %100 artmış10 olması yukarıdaki işaret edilen durum ile alakalıdır.

İktisadi ve sosyal tablodan bizar olup da isyanlara katılanların Alevi-Sünni her türlü inanç mensubu köylüler olduklarını gösteren ilginç bir olay olarak; Kanuni döneminde ortaya çıkan Kalender Baba isyanını zikredebiliriz. Söz konusu isyana 20 bin kişinin katıldığını öğreniyoruz. Devlet'in gönderdiği orduları yenen bu isyancıların arasında tımar toprakları ellerinden alınanların da olduğu fark edilince gerekli düzenlemelerin yapılması yoluna gidiliyor ve isyancı sayısı 20 bin'den 3-4 bin'e düşüyor. Bu durum mezhep, tarikat ve benzeri farklılıklara rağmen aynı kaderi paylaşanların, gerektiğinde hakim siyasi idareye karşı ortak tepkiler verebildiğinin bir göstergesi olarak algılanabilir.

Özet olarak Ahmet Yaşar Ocak'ın da işaret ettiği gibi11 uzun zamandır yerleşik hayat yaşayan okuma, yazma bilen, az çok gelişmiş bir kültür seviyesine sahip olan şehirli Türklerle, at sürülerinin peşinde otlaklarda durmadan yer değiştiren, yazılı ve kitabi kültürle tanışmamış göçebe Türk (Türkmen) boylan arasındaki bu fark, onların İslami anlayış ve yaşayışlarına da yansımıştır. İslam'ı kaynağından öğrenenlerle; bu imkanlardan mahrum olan yada buna sırt çeviren, Şamanizm'in mistik temelleri üzerine bina edilen, inançlarını eski hurafelerin yoğurduğu kimseler, elbette köklü bir ayrılığın konusu olacaklardı.

D- Beylikten Devlete: Yapılanma Sorunları

Osmanlı Devletinin kuruluş dönemlerinde özellikle Osman ve Orhan Gazi dönemlerinde yani devlet henüz kurumlarını oluşturmazdan önce padişahlar Türkmen-Oğuz geleneğine ve töreye dayalı birer "bey" idiler. Etraflarında bulunanların yakın arkadaşları, her konuyu istişare ettikleri, konuştukları dostlarıydılar. Aşiret, beyliğe; beylik devlete, devlet imparatorluğa evrilirken bu değişen şartların, ilişkileri ve kurumlan değiştirmemesini beklemek ne kadar doğru olabilirdi? Orhan Gazi Bursa'da ilk cami ve medreseyi kurarken, şeriatsız/kuralsız bir devlet yapılanmasının olamayacağının bilincinde olmalıydı. Beylikten devlete geçişin de ilk aşamaları olan bu dönemlerde bırakalım tebaayı, beyliğin kendisi dahi göçebe-Türkmen özellikler ile tebarüz etmişti. Bu dönemin çarpıcı olaylarından birisi de Orhan Gazi'nin, Bursa'nın fethine katılan Geyikli Baba'ya onun isteği üzere iki yük şarap göndermesidir. Geyikli Baba, heterodoks bir Yesevi şeyhidir ve Alevi-Bektaşi geleneğince de sahiplenilir.12

Osmanlının topraklan genişleyip ticareti arttıkça yeni sorunlarla yüz yüze gelinmeye başlanıyordu. Önceleri fethedilen yerlerdeki pazarlardan, ticaret sahalarından vergi alınacağını bile bilemeyen Osmanlı, artık vergi, maliye, tapu, ticaret, veraset vb. alanlarda çözüm üretmek mevkiindeydi. İlk zamanlarda Osman Gazi'nin pazar vergisi için söylediği bir tür "Bu nedir, nereden icap etti?" sorusu çok genlerde kalmıştı. Bu sürecin konumuzla da yakından alakası bulunan iki önemli düzenlemesinden birisi devşirme yoluyla asker alan Yeniçeri Ocağının kurulması iken, İkincisi yine devşirme yoluyla Kapıkulu/bürokrat teşkilatının organize edilmesidir.

I. Murat zamanında devşirmelerden oluşan, sıkı disiplinli Yeniçeri ordusunun kurulması, disiplin ve hiyerarşi tanımayan Türkmen aşiretlerinin, derviş gazilerinin etkisizleştirilmesinin ilk işaretiydi. Osmanlı tarihçisi Şamdanizade bu durumu şöyle anlatır: "Müslüman evladından (devşirme) alınmaz idi. Hatta sünnetli doğan zımni (gayri müslim) evladı dahi şüphelü deyu alınmaz idi. Zira Müslüman evladı kâr ve kisp (ticaret ve kazanç) bilür, hıyni müzayakada (tehlike anında) babası-anası yanına kaçar, zahmete tahammül etmez deyü kabul olunmazdı. İlla reaya (gayri müslim) evladı (devşirilip müslüman olduktan sonra) cenkten dönemez, dönse hakkından gelinür, kaçamaz deyu böyle kanun kılınmıştı."13

Toplumdaki aşiret, kabile, aile çekişmelerinin devlete yansımasını ya da halk tabanı olan sosyal grupların devleti kuşatmasını, ele geçirmesini önlemek İçin Kapıkulu bürokrasisini ve askeri bürokrasiyi tümden devşirmelerden oluşturan ve bunu imparatorluğun temel kuralı haline getiren Fatih olmuştur. Artık Osmanlı'nın ilk yıllarındaki hem köylü, hem derviş gazi Türkmen unsurlarına eski rağbet kalmayacaktı. Bu durumun, Türkmen çevrelerinde Anadolu Aleviliğinin oluşumuna yaptığı katkıları göz ardı edemeyiz. Bilahare Şah İsmail'in, Osmanlı ile ilişkileri neredeyse vergi düzeyine İnmiş, hoşnutsuz bu çevrelere hitap etmesi daha kolay olacaktı.

3) Kültürel Zemin

Şifahi Gelenek

Alevilerin kitabiyata dayalı kaynaklarının olmadığını, onun yerine şifahi kültürden tevarüs ettikleri bilgilerle hareket ettiklerini pek çok kişinin yanı sıra Alevi dedesi olan Bedri Noyan da söylüyor. Noyan'a göre Alevilikte herkes kültür seviyesine göre kulaktan dolma bilgilerle hareket etmekte ve Aleviler arasındaki töre farklılaşmaları da bundan ileri gelmekte.14 Alevi halk kültürünün yazıya geçmiş hikaye ve esatir (mitoloji) kitaplarına gelince bunların hiçbir ilmi ve tarihi değeri olmamakla birlikte halk duygularını coşturan bir işlev gördükleri de söylenebilir. Yakın zamanlara kadar televizyon öncesi köy kahvelerinde ve odalarında okunmayı sürdüren Hz. Ali cenkleri, Horasanlı Eba Müslim ve Seyyid Battal Gazi kitapları Alevi-Sünni bütün kesimlerin ilgi ile okudukları eserlerdi. Burada bir çeşni kabilinden Ziya Şakir'in yazdığı ve Maarif Kitaphanesi tarafından 1950 yılında İstanbul'da basılan Hz. Ali'nin Hayatı, Öğütleri, Cenkleri adı altında oluşturulan kitaptan bir alıntı ile devam edelim:

-Ona Ali derler...

-O, nasıl bir kahramandır?

-O, öyle bir kahramandır ki, birisi darda kalıp da "Medet ya Ali!" dese derhal hazır olur. (Devamında Hz. Ali'ye seslenilir. O da anında çağrıya icabet eder, imdada yetişir. s. 449)

Yine Muharrem Zeki Korgunal tarafından yazılan ve 1971 yılında Bolayır Yayınevi tarafından cenk ve kahramanlık romanları serisinden "Eba Müslim-i Horasani ve Nasr-ı Sayyad Savaşı" adlı kitap da ilginçtir. Kitapta Nasr-ı Sayyad, Harici bir zalim olarak anlatılır. Yine Hz. Hüseyin'i katledenlerin Hariciler olduğu bilimsel gerçeği(!) ile de bu kitap vesilesiyle karşılaşırız. Kitabın özellikle Sünni esatir kitaplarından olduğu açıktır. Zira bütün kahramanlıklar Sünnilerce icra edilir. Misal olarak "Sünniler, Abdullah ibni Mansur'un gösterdiği yararlılıktan gayrete gelmişlerdi. Bir an için de yedi bin Haricinin canını cehenneme gönderdiler." (s. 266) denirken bir başka yerde "Resul ü Ekrem bir vasiyette bulundu, bir de dua öğretti sonra dedi ki: 'Ben dünyadan göç edince dört halife (Vurgu bize ait.) sıra ile hilafet makamına geçecek adilane icrayı hilafet edecekler. Bir zaman gelecek ki, hilafeti zalimler alacaklar ve evlatlarıma cefada bulunacaklar. Gene Abdurrahman adında Eba Müslim lakabında bir kahraman doğacak zalimlerin zulmüne nihayet verecek." (s. 288) denmek suretiyle Alevi hassasiyetleri de okşanmış olur. Halkın hiçbir ilmi değeri ve sahihliği olmayan bu kitaplardan öğreneceği dinin, nasıl bir din olacağı ise ortadadır.

Kitabiyatı olmayan bir inancın ilkelerinin, gayet esnek, sığ, yüzeysel ve yetersiz olacağı aşikardır. "Eline, beline, diline sahip çıkma, şekle değil öze bakma, kalbi temiz olma, insana değer verme" gibi beylik ve yaldızlı sözlerin mahiyeti bu minval üzere okunmalıdır. Elbette şifahi kültür sadece Aleviler için söz konusu değildir. Büyük oranda Sünni halk kesimleri için de bu durum geçerlidir. Ne var ki, Sünnilerin kıstas alacakları, kıyaslayacakları, kitabi ilke ve inançlarının bulunması büyük bir avantaj sağlamaktadır. Bugün halk Sünniliğinde pek çok hurafenin savunusunun "Kitapta yeri varmış" ya da "Kitapta yazıyor" yollu itirazlarla yapılmaya çalışılması bile göstermektedir ki, bu çevrelerde "Kitap" asıldır, esastır, değerdir. Kur'an'ın mevsukiyeti üzerinde dahi polemik yapan bazı Alevi çevrelerin hurafeci/heterodoks İnançlara savrulmalarına ise şaşmamak gerekir. Böylelerinin durumu bastığı dalı kesen insanın durumuna benzemektedir.

Alevilik düşüncesinin temel sunum ve aktarım tarzları arasında türkülere de malzeme oluşturan şiirin önemli bir yerinin bulunması da yine şifahi kültür geleneği ile ilgili bir duruma işaret eder. Sözlü kültürde özenle incelenmiş bir düşünceyi koruyup hatırlama sorununa geçerli çözüm, belleğe yardımcı olan, ağızdan çıkmaya hazır düşünce biçimleri kullanmaktır. Düşüncenin ritmik, dengeli tekrarlan kafiyelerle, sıfatlar ve başka kalıpsal ifadelerle olur. Bu yönüyle şifahi kültürde şiir, herkesin sık duyup kolaylıkla hatırladığı, kolay hatırlanacak şekilde oluşturulmuştur.15 Okur yazarlığın yayılmadığı toplumlarda bilgiye ulaşmanın belki de en önemli yolu şeyh, pir ve üstadlardır. Onların anlattıkları, aktardıklarıdır. Yazının etkin hale geldiği bugünkü süreçte Alevi dedelerin ve babalarının etkilerinin azaldığı gerçeği başka sebeplerle birlikte bu durumla da ilgilidir.

Şifahi kültürün ideal bilgi ortamını oluşturmaya el vermeyen, dolayısıyla medeniyet inşasına da imkan tanımayan özelliği dolayısıyla hurafeci uydurmaların buralara daha kesin nüfuz edecekleri ve ettikleri ortadadır. Yazıdan habersiz sözlü kültürde yaşayan insanlar pek çok şey öğrenebilirler, nitekim çoğu oldukça bilgiç ve bilgedir fakat inceleme yapamazlar. Elbette bu insanlar sebep-sonuç ilişkisini bilirler. Mesela hareketli bir nesnenin itilince hareket edeceğini gayet iyi bilirler. Ancak ayrıntılı nedenler zincirini çözümlemeli biçimde bir bir sıralayıp düzenleyemezler. Çünkü bu ancak yazıyla/metinle mümkündür. Soy dökümü türünden uzun uzadıya aktardıkları diziler, çözümlemeye değil, yalnız kümelemeye dayanır.16 Yine J. Ong'a göre "Yazıdan habersiz insanlar, özellikle bir düzene göre yapılan konuşmalarda asker yerine kahraman asker, prenses yerine güzel prenses, çınar yerine ulu çınar denmesini tercih ederler. Kelimelerin ağırlığından ötürü okur yazarlara pek hantal, bıktırıcı ve ağdalı gelen bu kalıpsal yük ve sıfatlar sözlü anlatımdan ayrılamaz."17 Bugün kaynak olarak esatiri, mitolojiyi gündeme taşıyan çevrelerin (gerek Alevi, gerekse Sünni) mübalağalı tutumlarında ve coşkulu yaklaşımlarında bu husus kendini belli etmektedir.

Söylediklerimizden elbette sözlü geleneğe bağlı insanların temelde kıt zekalı ve kaba-saba düşünceli oldukları hükmüne vardığımız sonucu çıkartılmamalı. Zira yüzlerce dizeden oluşan Homeros destanlarının yazıya geçirilmeden önce yıllarca zihinsel bellekte tekrarlanarak, sözlü olarak aktarıldığı ve yine Kur'an hafızlığı yapan pek çok ümminin bulunduğu hususu atlanamaz. Bununla birlikte Kitabullahın kaleme, yazıya, sayfalara ve okumaya yaptığı vurgular da göstermektedir ki, ideal olan, arzulanan yazılı kültürdür; yazıdır. Zira söz uçar yazı kalır... Kim bilir belki de Moğolların göçebe, zalim hükümdarlarının, Cengiz ve Hülagü'nün İslam diyarlarında ki kütüphaneleri hınçla ateşe vermeleri göçebe zihnin, yazıya karşı duyduğu kinden ve korkudandı.

Dünün dünyasında şifahi kültürün, kulaktan duyma inançların yaygınlığını, dolayısıyla bu zeminde var olan Anadolu Aleviliği de dahil olmak üzere benzer çevrelerin hitap ettiği kesimlerin genişliğini, yaygınlığını bugünkü durduğumuz, bulunduğumuz yerden bakarak anlamak zor olabilir. Oysa matbaanın icadı18 öncesine kadar ilim öğrenmenin en temel rükünlerinden olan okur yazarlık geniş halk kitlelerine yayılabilmiş değildi. Bu alan, daha ziyade, zengin ve seçkinlerin ulaşabildiği, uğraşabildiği bir alandı. Dolayısıyla ilim ve kitap sıradan fanilerin işi olmaktan ziyade imkan sahibi çevrelerin ilgilenebildikleri özel bir alandı (Elbette bunun makul, anlaşılabilir sebepleri olabilir). Hülasa muhtelif inanç ve itikatların mozaiği görünümünü veren dini unsurların, medrese ve mekteplerin bulunduğu şehirlerden daha ziyade "çevrede" bulunan insanlar üzerinde etkili olması yerleşik düzene yanaşmayan insanların bu konuda dezavantajlı bir konuma sahip olmaları bir göçebe kimliği olarak tebarüz eden Aleviliğin inançlarıyla da yakından alakalıdır.

4) Dini Ortam

Anadolu Aleviliğinin zuhurundan önce mevcut olan dini eğilimlerin şehirlerde, yerleşik köy ve kasabalarda Sünni karakterli olduğunu fakat bu Sünniliğin mektep ve medrese çevreleri dışında Alevilik unsurlarıyla pek çok benzer özellikler gösterdiğini söyleyebiliriz. Şehirlerin Sünni özellikler içermesi başta Selçuklular olmak üzere Osmanlıların tercihleriyle ve ihdas olunan kurumlarla yakından alakalıdır. Bu hususta Selçuklu veziri Nizamülmülk'ü, kurduğu medreseyi, ve bu medresede uzun yıllar ders veren Gazali'nin Sünni din anlayışına yaptığı katkıları özellikle zikretmek gerekir. Gazali'nin bir tür disiplinize ve sistematize ettiği ilimler, ondan sonra gelenlerce de sürdürülmek suretiyle dönemin batıniliğinin yol açtığı kaos ve anarşi ortamının oluşturduğu kafa karışıklıkları ve ümitsizliklerin önü büyük ölçüde alınabilmiştir. Medrese dışında oluşan tekke ve zaviyelerde ise halk İslamında (mesela Yunus Emre'de) naif bir tarzda ortaya çıkan, konan kimi din dışı panteist/vahdet-i vücutçu unsurlar daha ince bir diyalektikle işlenmiştir (Muhiddin ibn Arabi, Mevlana Celaleddin-i Rumi vb. örneklerde olduğu gibi). Diğer çevrelerde ise sonraları Aleviliğin de üzerinde şekillendiği, son derece karışık, İslam öncesi eski anlayış ve yaşayışların üzerlerinin İslami renklerle boyanması ile oluşan eklektik, sentetik, karışık bir din anlayışı söz konusu olmuştur. Özellikle Türkmen şeyhleri ve müritleri arasında yaygın olan bu din anlayışlarının menşei kısmen Yesevilik, kısmen de Kalenderdik diye nitelendirilen heterodoks tarikatlardır.

Yesevilik 12. yy.'da Orta Asya'da (Türkmenistan) Ahmet Yesevi tarafından kurulmuştur. Önceleri bu alanda çalışma yapanlarca söz konusu bu şahıs, Sünni addedilirken sonraları bunun doğru olmadığı iddia edilmiştir.19

Yeseviliğin Anadolu'ya yayılması daha ziyade Cengiz istilasından sonra hız kazanmıştır. Ağırlıklı olarak eski Türk inançlarının ve bununla alakalı olarak Şamanizm'in etkilerini taşır. Kalenderilik ise Melametiye diye tabir olunan bir gelenekten gelir. Tabilerinin Hint tasavvufundan etkilendiği çok muhtemeldir. Giyim ve kuşamları, yaşayışları tıpkı Hint fakirleri gibidir. Saçlarını, kaşlarını, sakal ve bıyıklarını tıraş ederek kendilerine özgü davul ve bayraklar taşırlar. Umumiyetle gezginci olan "Nerde akşam orda sabah" tarzı yaşayışlarıyla geniş çevreleri etkileme potansiyelleri ve adeta Nihilizme varan umursamazlıkları ve başı-bozukluklarıyla her tür uygunsuz ortamın arayacağı neviden olmuşlardır.*

13. yy. Anadolusu'nun bu tablosunun ileriki yıllarda da sürdüğünü muhtelif olaylarla, vesilelerle görüyoruz. Babailiğin ve onun devamı niteliğindeki Bektaşiliğin ve bilahare Aleviliğin böyle yaşayan bir heterodoks din anlayışı zemininde fidelenip büyüdüğünü, kök budak saldığını görüyoruz.

Dipnotlar:

1- TDV İslam Ansiklopedisi Alevi maddesi.

2- Anadolu Aleviliği'nin Tarihsel Arka Planı, Mustafa Ekinci, Beyan Yay., s. 101 .baskı Ocak 2002; Osmanlı Safevi İlişkileri, Adel Alloushe, Anka Yay., s. 60. baskı. Ekim 2001.

3- "Doksi" Latince görüş, doktrin, inanış anlamındadır. "Heteredoks" kabul edilmiş ana görüşe uygun olmayan, ters olan anlamındadır. "Ortodoks" çoğunlukça kabul gören anlayış, inanç demektir. Bir müslüman için hele de Kur'ani bilince sahip insanlar için, çoğunluğun mutlak doğruluk kriteri olamayacağı da malumdur.

4- Türkiye'de Alevilik Bektaşilik, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Selçuk Yay., s. 83, 1994, 3. baskı

*- Bozkır İmparatorluğu Atilla Cengiz Han Timur, Rene Grousset, Ötüken Yay., s. 236, baskı 1993.

5- Age, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı. Selçuk Yay. s.98. baskı, 1994

6- Alevi Bektaşi Kimliği -Sosyo Antropolojik Araştırma- Prof. Dr. Orhan Türkdoğan. s.374. Timaş Yay. baskı, 1995.

7- Age, Rene Grousset, s. 153.

8- Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, Prof. Dr. Fuat Köprülü, TTK. basımevi, s.46, 3.baskı, 1988.

9- Türkiye Tarihi, Cilt.2, Osmanlı Devleti 1300-1600. Suraiya Faroqhi

10- Osmanlı'da ve İran'da Mezhep ve Devlet, Taha Akyol. s.50, Milliyet Yay. 1. baskı.

11- Türk Sufiliğine Bakışlar, A.Y. Ocak, s. 252, İletişim Yay.

12- A.Y.Ocak, Kalenderiler, TTK Yay. s. 90.

13- A.g.e. Taha Akyol, s. 32

14- Alevi Bektaşi Kimliği, Orhan Türkdoğan, Timaş Yay. s. 347.

15- Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür -Sözün Teknolojileşmesi-, Metis Yay., 1995, s. 49

16- A.g.e. s. 21, 75.

17- A.g.e. s. 54

18- Matbaanın ülkemize girişi 1727 yılında gerçekleşmiştir. (Konuyla ilgili muhtelif tartışmaların yapıldığı malumdur. Biz bu notu sadece okuryazarlığın yaygınlaşması bağlamında zikrediyoruz.)

19- Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kitabında Yeseviliğin Sünni bir tarikat olduğunu söylerken (1919 yılında) daha sonraları Osmanlı Devletinin Kuruluşu adlı kitabında bu görüşünün doğru olmadığı sonucuna vardığını söyler, (s. 98). Fuat Köprülü'nün cumhuriyet döneminde değiştirdiği bu görüşü hakkında; dönemin baskın ulusçu eğilimlerinin etkilerinin ve katkılarının da hesaba katılmasında yarar olabilir.

*- Bugün için de ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel konum ve tercih farklılıkları tarikat konumlanışlarını ve tercihlerini önemli derecede etkilemekte ve belirlemektedir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR