1. YAZARLAR

  2. Hüseyin Gündüz

  3. Adli Mahkûmlar ve Prangacı Zihniyet

Adli Mahkûmlar ve Prangacı Zihniyet

Temmuz 2012A+A-

Hamd; akılları hayrette bırakan, kullarına iradeyi bahşedip onları dilediklerini seçmede özgür kılan, âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selam; ne kadar güçsüz olursa olsun mazlumun yanında yer alıp haksızlıklara karşı çıkarak ve ne kadar güçlü olursa olsun zalimin zulmüne boyun bükülmemesi gerektiğini hayatında göstererek tüm insanlara örnek olan Hz. Muhammed’e ve onun mesajını anlayıp o doğrultuda hareket eden ashabına ve onlardan sonra gelenlere olsun.

Bundan sonra ise sizleri Yüce Allah’ın selamıyla selamlıyor, yayın hayatınızda başarılar ve çalışmalarınızda ihlâs ve bereketin eksik olmamasını diliyorum.

Adım ve soyadım: Hüseyin Gündüz. 1989 tarihinde Batman’da doğdum. İslami görüş ve düşünüşün hâkim olduğu bir aile ortamında büyüdüm. İki buçuk sene önce ben cezaevindeyken elim bir iş kazasında hayatını kaybeden babam ömrünü İslam’a vakfetmiş davetçi bir şahsiyet ve İslami hareketin vefakâr Müslümanlarındandı. Allah ona rahmet etsin. O böyle olmasına rağmen ben tam tersiydim. Kıssalar içerisinde benzerlik olacaksa belli bir döneme kadar Nuh (as) ve oğlu gibiydi bizim durumumuz. Ben, gerek bölgemiz üzerinde oynanan kirli politikalar gerek fesat komitelerin ifsadi hareketleri ve gerekse de TV dizileri içerisinde revaçta olan mafyavari filmlerin üzerimde bıraktığı derin etki sonucu, ailemin içerisinde bulunduğu manevi atmosferden teneffüs edemeden ‘mafya’ olmak gayesiyle 2003 yılında henüz 14 yaşındayken İstanbul’a kaçtım.

17 yaşıma ulaştığımda, dostluk, arkadaşlık ve birlikteliklerin menfaatler üzerine kurulduğu mafya dehlizinde en yakın arkadaşım diye bildiğim biri tarafından 5 kurşunla yaralandım. 1 sene sonra ise organize olarak hareket edildiği iddia edilen bir örgüt kapsamında Batman’da gözaltına alındım ve getirildiğim İstanbul’da çıkartıldığım mahkemede tutuklanarak Metris Cezaevi’ne konuldum.

Daha önceleri birçok defa karakollarda günlerce gözaltında tutulduğum olmuştu ama cezaevi süreci ilkti. Esasında mafya âleminde belirli bir konuma, makama gelebilmek ve nam sahibi olabilmek için (cezaevi, yaralanma) büyük bir avantajdı. Zaten bu yüzden cezaevine girenler daha çok biliniyorlardı. Ama benim açımdan durum farklılaşmış ve başkalaşmıştı. Çünkü ben Hz. Muhammed (s)’i öldürmeye giderken onda dirilen Hz. Ömer (ra) misali, zindana girdiğimde tam esir oldum derken, tam her şey bitti derken, İslam imdadıma yetişti. Böylece ruhi ve manevi özgürlüğü elde ettim. Kanaatimce özgürlüklerin en sahici olanıdır manevi, ruhi ve fikrî özgürlük… Ve kanaatimce bunun kıymetini bilenlerdir en büyük özgürler… Desem ki ben özgürlüğü parmaklıklar ardında yaşadım, bu benim açımdan hiç mübalağalı bir söz olmaz.

Şu an itibariyle 4 seneyi bulan tutukluluk süreci içerisinde kaldığım beş cezaevinde (Metris, Silivri, Siirt, Kandıra, Kocaeli) İslami kimliğim gereği şahsi/nefsi sorunlardan doğan tartışma ve kavgalardan hep uzak kalmaya, İslami sayfamı bunlarla kirletmemeye çalıştım.

Kaldığım her cezaevinde ‘değişimimi’ kurum idaresine anlatıp ona göre tedbir almasını rica ettim. Çünkü bendeki değişim aynı şekilde hasımlarım üzerinde gerçekleşmemişti. Olası bir karşılaşma durumu olursa geçmiş defterler açılır ve cezaevlerinde hiç de hoş olmayan olaylar meydana gelebilirdi. Bu yüzden cezaevinde her zaman tek kişilik koğuşlarda kalmayı hem mazide kalmış husumetleri geride bırakmak açısından ve hem de İslami tekâmül açısından daha sağlıklı buluyordum. Bunların dışında -hâlâ devam etmekte- olan birçok neden de vardı. Çünkü adli koğuşlarda akidevi ve amelî birliktelikler yoktu ve bu çok büyük sorunlara kapı aralıyordu. Bununla birlikte kalınan koğuşlar çoğu zaman dar olduğundan ve mahkûm sayısı malum olduğu üzere haddinden fazla olduğundan, bu darlık ve sayısal fazlalık küçük sorunların bile kavgaya dönüşmesine sebep oluyordu.

Küçük gibi görünen ama esasında bir Müslüman için büyük bir sorun olan şu örnek, durumun vahametini izah etme açısından kâfidir. Şöyle ki: Huşu ve hudu duygusunu ve lezzetini tatması ve yaşaması için Bir Müslümanın namaz kıldığı ortamın sessiz ve sakin olması gerekir. Ancak bu, adli koğuşlarda pek mümkün olmuyor. Çünkü namaz vakitlerinde TV izlemekte olan mahkûmlar namaz kılanlara aldırmayıp TV’nin sesini rahatsız edici bir seviyede tutmaktadır. Doğal olarak bu, namazın huşu ve hudusuna halel getirmektedir. Namaz kılan bir Müslüman, TV’nin sesini kısılması yönünde ricada bulunsa bile olumsuz bir tepki almakta hatta çoğu zaman “Dışarıda zalim, burada âlim; dışarıda silahlı, burada külahlı!” gibi istihzai cevaplarla karşılaşmaktadır. İşte bu minvalde konuşmalar koğuşta gergin bir hava oluşturmakta ve aşılan saygı sınırı çoğu zaman kavgalara neden olmaktadır. Bu örnekleri (Kur’an okuma, oruç tutma, kitap okuma) çoğaltabiliriz.

Bu realiteye mebni olarak ben ve diğer Müslüman tutuklu ve hükümlüler bu tür ortamlardan uzak durmaya gayret ettik.

Şu an bu satırları kaleme aldığım Kocaeli 2 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevinde de durum böyle oldu. Kurum idaresine geçmişimi anlatarak tek kişilik koğuşlarda kalmayı rica ettim. İlk başlarda üç kişilik koğuşlara alınarak talebim kabul edilmedi. Ancak kaldığım koğuşta yatan mahkûmların biri hasımlarımın akrabası çıkınca ‘seddizzerai’ (kötülüğe giden yolları kapatmak) kaidesi gereğince idareye tekrar talepte bulundum ve uzun uğraşlar sonucu tek kişilik koğuşlara geçmeyi başardım.

Ama kısa bir müddet sonra kurum idaresi kalmış olduğum koğuşu boşaltmam gerektiğini söyleyip beni üç kişilik koğuşlara alacaklarını söylediler. Ben onlara sorun çıkmasını istemediğimi söyleyip koğuşumu değiştirmemelerini rica ettim. Ancak sözlerim dikkate dahi alınmadı ve mahkûmlar arasında ‘robokoplar’ diye bilinen kurum müdahale ekibi koğuşuma girerek beni darp etti. Bir anda bana saldıran bu insanların içerisinde herhalde biri insafa gelmiş olacak ki “Daha vurmayın!” diyerek onları vazgeçirmeye çalıştıysa da kâr etmedi ve kin kusarcasına ellerimden ve ayaklarımdan tutup beni darp ettiler.

Daha sonra o hengâmede tam olarak sayamadığım ama 10’u aşkın personel tarafından ellerimden ve ayaklarımdan tutulup havaya kaldırılarak kurum personelinin ‘yumuşak oda’ diye isimlendirdiği ve her tarafı sünger kaplı, asıl ismi ‘müşahede’ olan hücreye konuldum. Bununla birlikte ellerim ters bir şekilde kelepçelenerek yüz üstü yatırılıp hücrede öylece bırakıldım. Kurum personellerinin sorumlusu (başgardiyan) zafer kazanmış edası ve alaycı bir üslupla “Uslu durmazsan ayaklarını da kelepçelerim!” diye tehdit etti. Kelepçelemesini söyleyince teşebbüs etti ancak neden sonra vazgeçti.

06.06.2012 tarihinde şahsıma yapılan bu onur kırıcı zulümden dolayı açlık grevine başladım. Tek talebim eski odama geçmekti ancak kabul edilmedi. Okumam için Kur’an-ı Kerim getirmelerini rica ettim ancak o da ‘yasak’ gerekçesiyle reddedildi. “Daha önce buraya Kur’an konulmuş!” deyince aramızda gerginlik çıktı ve bu gerginliğin meydana getirdiği hasardan dolayı da ayrıca 3 gün daha hücre cezası verildi.

Zor kullanılarak koğuşumdan alınışım, Kur’an-ı Kerim talebim ve sürecinde yaşananlar kameralarda kayıtlıdır. Bu olaylardan hemen önce de sırf ‘takke’ taktığımdan dolayı ailemle ‘haftalık telefon görüşmesi’ne çıkarılmadım ve bu hakkım yok sayıldı. Tutanak tutuldu ve netice de disiplin kurulu, takke takmakla asayişi bozduğum gerekçesiyle bana kınama cezası verdi.

Kaldığım bu cezaevinde yapılan bu menfi ve meşum hareketler şahsımla sınırlı değildir. Adli bir dosya kapsamında tutuklu bulunan birçok mahkûmun başlına gelmiştir. Kronolojik olarak kamera kayıtlarına bakılırsa bu ayan beyan görülür. Sadece bu cezaeviyle de sınırlı değildir. Örneğin daha önce kaldığım Ümraniye F Tipi Cezaevinde sakalım kurumda görevli 4 personel tarafından boğazım sıkılarak zorla kesildi. Şu an bile orada sakal yasağı devam etmekte diye biliyorum. Bu yasağa uymayanlar telefonda aileleriyle görüştürülmüyorlar.

Her ne kadar 4 senelik bir tutukluluk süresini İslam hukuku açısından fazla bulsam ve bu sürelik bir cezayı gerektirecek suçu -bana ayrıca verilmiş 15 senelik cezadan dolayı- kabul etmesem de suçluyum. Evet, suçluyum… Beşeri hukuk açısından nasıllığı da pek umurumda değildir. Ama bir suça sevk edecek tüm vasıtaları önüme koyan bu sistem en az benim kadar suçludur. Evet, bu tağuti sistem suçludur. O, 140 bine yakın insanı suça sevk ettiği için yağlı urgana geçirilecek büyük suçu işlemiştir.

Bu yazıyı kaleme almamın nedeni yukarıda belirttiğim zulümlerin ve onların birçok benzerinin cezaevlerinde işlendiğini belirtmek ve bunların önlenmesine yönelik olarak tedbirler alınmasını talep etmektir. Özellikle adli mahkûmlar kurumların idaresi tarafından büyük baskılara maruz kalmaktadırlar. Ama mafya olan veya hatırı sayılır çevresi olan insanlar şu anda devletin baştan sona her kurumunda olduğu gibi cezaevinde de imtiyazlı konumdadırlar.

Cezaevinde yaşanan başlıca sorunları ve talepleri şöyle sıralayabilirim:

1- Kurum personeli mafyalar önünde nasıl el pençe divan durup her türlü saygı ve ihtiramı gösteriyorsa aynı şekilde bir saygı ve ihtiram göstermese bile yaşça büyük mahkûmlara saygısızca ve aşağılayıcı bir şekilde hitap etmekten vazgeçmelidir. Hastane, revir, görüş vs için koğuşlardan alınmaya gelen bu mahkûmlar aniden gelen gardiyanlardan giyinmek için izin istediklerinde kendilerine hakaretlerle cevap verilmemelidir.

2- Koğuşlara girilip çıkıldığında arama bahanesiyle mahkûmların eşyaları yerle bir edilip dağıtılıyor ve uygunsuz vaziyette görünmemek için ranzaların etrafına takılan perdeler alınıyor. Eşyalara basılmak suretiyle kirletiliyor.

3- Haftada bir sosyal aktivite olan ortak alan sohbetleri keyfi uygulamalarla iptal ediliyor.

4- Çıplaklığı ve fuhşiyatı teşvik eden kanalların sayısı çok olmasına karşın -içeriği sorgulanmaya çok müsait olsa da- ‘ehven-i şer’ denilebilecek kanalların varlığı yok denecek kadar azdır. Hatta yoktur dense yeridir.

5- Kurumun işçi koğuşunda çalışmakta olan mahkûmlar belirli işler için görevlendirilmişlerdir ama ‘angarya’ olarak görülüp personelin en özel işlerinde dahi çalıştırılıp kendilerine eziyet edilmektedir.

6- Kurum personeli ve mahkûm arasındaki en ufak sorunda mahkûma tutanak tutulurken cezaevinin imtiyazlı mahkûmları personele en ağır küfürleri, hakaretleri fütursuzca ve pervasızca yapabilmektedir.

7- Allah’ın yaratmış olduğu güzel nimetler kullanılırken kötü malzemelerle bozulmakta ve yemekler kirletilmektedir. Bu durum çok sayıda mahkûmun ciddi hastalıklara müptela olmasıyla sonuçlanmaktadır.

8- Haftada iki defa mahkûmlara verilen 1,5 saatlik sıcak suyun paylaşımı üç kişilik koğuşlarda kişi başına yarım saat, 10 kişilik koğuşlarda 20’şer dakika, 15 ve 21 kişilik koğuşlarda 10 dakika olarak düşmektedir. Bu süre yetmemekle birlikte, mahkûmlar arasında ciddi sorunlara neden olmaktadır. Evlerinde rahat bir şekilde banyosunu yapan kurum idaresi bunun farkına varmayıp, ağır ve tamamen gayrı insani koşullar altında, pislik içerisinde yaşayan mahkûmların nasıl temizlendiğini sorgulamamaktadır.

9- Türkiye’deki hemen hemen tüm cezaevleri yatak kapasitesini aşacak şekilde tıka basa doludur. Mahkûmlar, iç içe ağır şartlarda, çoğu cezaevinde merdiven altlarında, tuvalet önlerinde uyumaktadırlar.

10- Kurum kantininde fahiş bir fiyata satılan battaniye, nevresim, kalem, ajanda gibi ihtiyaçları maddi durumu iyi olmayan mahkûmlar alamadıkları için ailelerinden bu ihtiyaçlarını istemekte ancak kurum idaresi “kantinde satılıyor” gerekçesiyle gelen eşyaları mahkûmlara vermeyip onları maddi açıdan zor durumda bırakmakta ve aynı zamanda ‘döner sermaye’yi güçlendirmektedir.

Yukarıda yazdığım sorunlar dışında daha birçok sorun vardır. Ancak yazının hacmi buna müsait değildir. Bunlar ve bunlara benzer sorunlar bir an önce çözülmeli, yeni isyanlara mahal verilmemelidir. Bunların dışında ise cezaevinde İslam’la tanışmış biz Müslümanların bazı talepleri vardır:

1- Cezaevlerinde nasıl ki sigara içmeyenler koğuşu, uyuşturucu koğuşu, cinayet koğuşu ve benzeri koğuşlar tasnife tabi tutulmuşsa, cezaevinde namaz kılan mahkûmlar için namazlarını rahat bir şekilde eda edebilecekleri ‘namaz kılanlar’ koğuşu yapılmalıdır.

2- Müslüman mahkûmların sakalına, takkesine, sarığına, şalvarına yapılan irticai müdahaleden vazgeçilmeli ve mahkûmlar cezaevi içerisinde istedikleri şekilde gezebilmelidirler.

3- Her koğuşta mahkûmların kitaplarını yerleştirebilecekleri kitaplıklar yapılmalı veya mahkûmların kendi el emekleriyle yaptıkları kitaplıklar cebren alınmaktan vazgeçilmelidir.

4- İslami değişimin mihenk taşı olan ‘tevhid’ düşüncesi ile ilgili kitaplar kurum kütüphanesinde en azından diğer düşüncelerle ilgili olan kitapların sayısına denk hale getirilmelidir.

5- Yine bu düşünceyi mahkûmlara anlatmak için konferanslar, kurslar tertip edilmeli ve bu konferansın konuşmacıları Diyanet görevlilerince sınırlandırılmamalıdır.

6- Özellikle ailesi uzak memleketlerden ziyaretlerine gelen mahkûmların ziyaret süresi 1 saatten fazla olmalı ve telefon görüşmeleri de 15 veya 20 dakikaya çıkarılmalıdır. Ailesi yakında olan mahkûmlar için de bu yönde bir iyileştirme yapılmalıdır.

7- Mahkûmların, ailelerinin bulunduğu memleketlerdeki cezaevlerinde yatırılması ve yargılanması sağlanmalı ve ailelerin mağdur edilmesinden vazgeçilmelidir.

8- Birinci dereceden yakın akrabaların hastalanması ve ölmesi üzerine mahkûmların onları ziyaret edebilme ve cenazesine katılabilme hakları bulunmasına rağmen bu sadece belli başlı mahkûmlar için uygulanıyor. Bu, genele şamil olmalıdır.

9- Cezaevlerine bağlı olarak ya da cezaevi içerisinde mescitler yapılmalı ve mahkûmların buradan istifade etmesi sağlanmalıdır.

10- Kurumlarda senede bir veya iki defa olmak üzere dil öğrenim kursları açılmaktadır. Buna Arapça da eklenmelidir.

Görünürde olan bu talepler dışında daha başka talepler ve çözülmesi gereken birçok sorun daha vardır. Denetlemek için cezaevlerine gelen müfettişler, mahkûmların taleplerini almakta ancak bu talepler kâğıt üstünde kalmaktadır. Her şeyden önce cezaevi idarelerinin keyfi uygulamaları cezai tedbirlerle engellenmelidir.

Buradan mazlum halklar için mücadele ettiğini iddia eden siyasi mahkûmlara da seslenmek istiyorum: Adli mahkûmlara tepeden bakmaktan vazgeçmeli ve onların sorunlarıyla ilgilenip örgütsel olarak karşı koymalısınız. Onları gördüğünüzde, onlarla karşılaştığınızda bilgisel üstünlük taslamaktan ve ideolojik dayatmadan vazgeçmeli ve sorunlarını sorup onları dinlemelisiniz. Eğer mazlumiyeti ideolojik veya örgütsel sınırlara-kalıplara hapsedip mücadelenizi buna göre şekillendirecekseniz, size dokunan en küçük zararda cezaevini inletip, diğer mahkûmlar söz konusu olduğunda sesinizi bile çıkarmayacaksanız, ırksal taassubu olan ve size zulmettiğini iddia ettiğiniz zihniyetten farkınız kalır mı?

Son olarak belirtmek isterim ki, salih insan yetiştirme potansiyeline sahip olup, kişiyi en ağır şartlarda dahi mesut eden tek güç İslam’dır. Dünyevi ve uhrevi açıdan bu böyledir. İslam, 23 senelik kısa bir süre içerisinde yeryüzünün en bedevi toplumunu yeryüzünün en medeni toplumu haline getiren, nice eşkıyadan evliya, nice katilden asil insanlar çıkarıp yetiştiren tek dindir. O, tarihe çeşitli özellikleriyle altın harflerle yazılmış Ömer, Ebuzer, Ebubekir (ra) vs şahsiyetleri ve altın bir nesli kazandıran yüce bir dindir. Mademki cezanın ve cezaevinin asıl amacı ‘ıslah’tır. İşte İslam… İşte teori… İşte pratik… Ve işte biz…

Bidayetinde ve nihayetinde hamd Allah’adır.

Kocaeli 2 Nolu F Tipi
Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR