1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. ​​​​​​​Adalet Talebi Seçimlerin Gölgesinde Kalmasın!

​​​​​​​Adalet Talebi Seçimlerin Gölgesinde Kalmasın!

Mayıs 2018A+A-

Erken seçim kararının siyasetin hararetini bir hayli yükselttiği görülüyor. Politik figürlerin kızışan siyaset arenasında kendilerine yer bulma, yer açma çabaları bekleneceği üzere karşılıklı konumlanma ihtiyacını beslemekte ve çatışma olgusunu derinleştirmekte. Mamafih tüm bu hararet düzeyi yüksek tartışma-çatışma görüntüsü aynı zamanda temel sorunların gündemleşmesi önünde bir engel de oluşturmakta. Sonuç itibariyle tablonun bütününe bakıldığında, isimlerin öne çıkıp, sorunların geri planda kaldığı; derinleşen sorunlara dair ilkeli, kimlikli tavır kaygısının ve bu çerçevede çözüm arayışlarının önemsenmediği bir vasatın elbirliğiyle inşa edildiği görülmekte.

Hâlbuki ortada devasa sorunlar var. Hukuk düzenindeki çarpıklık sıradanlaşma, normalleşme yolunda. Düzeleceğine dair inançsa yerini adeta kanıksamaya, bu haliyle kabullenmeye bırakmış halde. İtiraz etmenin nasılsa sonuç vermeyeceği karamsarlığı ve üstelik risk doğurabileceği korkusu suskunluğu, sinikliği beraberinde getiriyor. Ve sonuçta adalet yarası Türkiye’nin vicdanında kanamaya devam ediyor.

Günü Kurtarma Telaşı Sadece Yarını Değil, Her Şeyi Kaybettirebilir!

Politik alanda derin bir yozlaşma olgusu ile yüz yüzeyiz. Günü kurtarma telaşı içinde sanki kimse dün ne dediğini hatırlamadığı, hatırlama ihtiyacı hissetmediği gibi, yarın neyi nasıl izah edeceğine, etmek zorunda kaldığında işin içinden nasıl çıkacağına dair de en küçük bir kaygı içinde gözükmüyor. Ne pahasına olursa olsun, bir yerlere gelmek, bir şeyleri elde etmek, ele geçirmek temel hedef haline gelmiş gibi. Ve bu yaklaşım tarzı açıkça çürütüyor!

AK Parti, MHP ile kurduğu ’koalisyon’un ülkenin birlik ve beraberlik hedefinin, varoluş kavgasının gereği olduğunu ileri sürerken, muhalefet cephesinde yaşanan garip yakınlaşma ve ittifaklar da diktatörlüğe karşı demokrasi mücadelesinin zorunlu adımları olarak savunulmakta. Sonuçta herkesin hedefe ulaşmak uğruna her şey olabildiği ama kimsenin kendisi olarak kalmasının gerekli olmadığı, ilke ve ölçü tanımayan, alabildiğine kaypak bir zemin ortaya çıkıyor.

2014’teki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP ile birlikte ‘çatı aday’ projesinin mimarlığını yapan, yanlarına aldıkları bazı partilerin de katılımıyla Erdoğan’a karşı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday gösteren MHP, bugün “Çatı aday FETÖ projesidir!” diye kesip biçiyor. 2015 Haziran seçimleri sonrasında AK Parti’yle görüşmeyi bile reddeden, illa da seçim diye direten; başkanlık sistemine şiddetle karşı çıkan; 17-25 Aralık yıldönümünü yolsuzlukla mücadele haftası olarak kutlayan MHP kendisini siyasetin doğrucu Davut’u ilan etmiş, AK Parti de bu kerameti kendinden menkul söylemi itirazsız benimser bir görüntü içinde. 

AK Parti’nin MHP ile işbirliğini bu denli içselleştirmesi her düzeyde sıkıntı doğurmaya, sorun üretmeye müsait bir ortam teşkil etmekte. Konjonktürel hesaplarla alabildiğine yükseltilen milliyetçi söylem ve hamasi dilin ortaya çıkardığı kimliksel kirlilik ve ileriye dönük doğuracağı riskler ısrarla görmezden geliniyor. Oysa otoriter-devletçi tutumun palazlandırılmasının bu ülkede geçmişten bu yana sistemi nasıl dayatmacı bir tavra sürüklediği ve halkın ezilmesine,  sindirilmesine sebebiyet verdiği çok iyi bilinmektedir. Ne yazık ki bu köklü sorun ‘kişisel teminat’la geçiştirilmeye çalışılmakta ve her an farklı ellerde toplumun tepesinde bir baskı mekanizmasına dönüşmesi muhtemel bir işleyişe sonuna dek kapı aralandığı gerçeği idrak edilememektedir.

Milliyetçilik Sorunun Kaynağıdır, Çözümün Adresi Olamaz!

MHP’lileşme görüntüsünün ayrıca AK Parti’yi bu ülkenin köklü sorunlarından biri olan Kürt sorununun çözümü noktasında da etkisizleştirdiği, kısırlaştırdığı açıktır. Son yıllarda PKK’nın etkinliğinin geriletilmesi ve savaş kapasitesinin zayıflatılmasının sevindirici bir gelişme ve gerek bu ülke halkı gerekse de tüm coğrafyamız için bir kazanım olduğuna kuşku yoktur. Bununla birlikte kurtarıcılık iddiasıyla Kürt halkını silah zoruyla teslim almış görünen bu yapının geriletilmesinin sanki Kürt sorununun hallolduğu şeklinde bir algıya yol açtığı görülmektedir ki bu net bir yanılsamadır!

Kürt sorununu bir hayli büyüttüğü, biçimlendirdiği kesin olsa da son kertede PKK’nın Kürt sorununu ortaya çıkarmadığı, Kürt sorununun PKK’yı doğurduğu bir realitedir. Dolayısıyla sorunu PKK şiddetinin geriletilmesine indirgeyen bakış açısı yanlıştır. Ve her zaman yeniden kanamaya aday bir yara olarak Kürt sorunu çözüm beklemektedir. Ne var ki son süreçte takındığı dil ve geliştirdiği pratikler, çözüm noktasında güçlü adımlar atma potansiyeline sahip olduğu düşünülen AK Parti’yi çözümden uzaklaştırmakta, hatta sorunun parçası olmaya doğru itmektedir.

PKK şiddetini legalleştirme, meşrulaştırma işlevini aşamamış, aşması da mümkün görünmeyen HDP’nin Kürt illerinde hâlâ geniş kitlelerin yöneldiği en güçlü adres konumunu sürdürmesinde elbette cahilî bir yönelim olan Kürt milliyetçiliğinin etkisi belirleyicidir. Mamafih AK Parti iktidarının bölgesel temelde tesis edilmiş bu statükoyu bozacak bir tutum geliştirmekten uzak bulunduğu ve bilhassa da son süreçte ortaya koyduğu yönelimiyle kitleleri mevcut statükoya bir anlamda mahkûm ettiği de açıktır.

Örneğin Leyla Zana’nın milletvekilliğinin düşürülmesi olayı bu manada soruna çarpık yaklaşımın somut bir örneği olduğu gibi, tipik pragmatist bir tutumu yansıtmıştır. Ne kadar ayıptır ki AK Parti Kemalist resmî ideolojinin en baskın dayatmalarından biri olan milletvekilliği yeminini bir cezalandırma aracı olarak kullanmıştır. Rakip partiden bir vekili saha dışına sürmenin AK Parti’ye politik zeminde ne kazandıracağı meşkûk ama inandırıcılık, samimiyet, dürüstlük noktayı nazarından çok fazla şey kaybettireceği kesindir.

Türkiye siyaseti neredeyse tüm aktörleriyle tutarsız tavır ve eylemlerin birbiri ardına sahnelendiği bir oyun alanına dönmüş gibidir. Öyle ki rakibinde gördüğünde kıyasıya eleştirdiği yaklaşımları kendisi için mubah, hatta vacip gören bir tutum alabildiğine yaygındır. İttifak arayışları bu çelişik tutumun en somut göstergelerini sunmaktadır. Aynı şekilde kavramlar bir şiar, bir mesaj kaygısından ziyade rakiplere karşı bir silah olarak kullanılmakta, daha doğrusu tüketilmektedir.

Boğazına Kadar Zulme Batanların Adalet İstismarı

Adalet kavramının politik aktörlerce hangi zeminde, nasıl tüketildiği, içinin boşaltıldığı bu durumun somut bir tezahürü olarak karşımızdadır. Şimdilerde en geniş ölçekte CHP’nin sahip çıkıyor göründüğü, ilaveten tüm sol, Kemalist çevrelerin tepe tepe kullandığı adalet kavramından bu kesimlerce ne anlaşıldığını kestirmek çoğu zaman pek mümkün görünmemektedir. Öyle ki Tayyip Erdoğan’ı diktatörlükle suçlayan bu çevreler Suriye kasabına methiyeler düzmekten çekinmemekte; güya insan hakları ihlallerine karşı alabildiğine duyarlılık sahibi görünmelerine karşın Esed zalimine karşı ayağa kalktığı için her türlü zulme, insanlık dışı baskılara, katliamlara, işkencelere maruz kalan Suriyelilere karşı birer canavar kesilebilmektedirler.

Bu sözde adalet düşkünü ve insan hakları savunucuları, muhacirlere bile düşmanlıklarını gizlememekte, Avrupa’da ancak aşırı sağcıların, Neo-Nazilerin yabancılara karşı geliştirdikleri ırkçı söylemleri birebir tekrar etmekten çekinmemektedirler. Aslında bu tiplerin ikiyüzlülüğünün Suriye hadisesinden önce de bilinen bir durum olduğunu hatırlatalım. Nitekim 28 Şubat zorbalığı sürecinde İslami taleplerin bastırılması hususunda takındıkları tavırlarını, çok yakın bir zamana kadar aynen korudukları, ta ki süngüleri düşüp çaresiz kalınca dayatmacı söylemlerini terk etmek zorunda kaldıkları bilinmektedir. Nitekim halen gündemde tartışılmakta olan bir mesele olan, 28 Şubat sürecinde büyük bir haksızlığa maruz kalarak hukuk dışı yollarla cezalandırılan mahpusların yeniden yargılanma talepleri karşısında takındıkları tavır da gerçek yüzlerini ortaya koymaktadır.

Adalet diye haykırıp Esedçilik yapan CHP’nin ya da Kürt halkının özgürlüğünü savunma adı altında PKK tahakkümüne hizmet eden HDP’nin iktidar eleştirisi inandırıcılıktan da tutarlılıktan da fersah fersah uzaktır. Aynı şekilde güya İslami bir perspektiften muhalefet yaptığı iddiasında olan Saadet Partisinin de tutarsızlıkta diğerlerinden geri kalır bir yanı yoktur. Esed’in Duma’da kimyasal silahlarla katliam yapmasını gerekçe göstererek ABD’nin rejime ait bazı tesisleri vurması üzerine verdikleri tepki ibretliktir! SP, ABD bombardımanını “Kandil gecesinde İslam toprakları bombalanıyor!” söylemiyle eleştiriyor, lanetliyor. İyi de SP, tam 7 yıldır Esed rejiminin ve İran’ın bayram, cuma, gece gündüz, okul hastane dinlemeksizin ve genç yaşlı, sivil asker ayırmaksızın sürdürdüğü vahşi katliamların nerede, hangi topraklar üzerinde gerçekleştiğini zannediyor acaba? Trump’un şovu karşısında içleri parçalanırcasına hüzün duyan bu mübarekler nezdinde acaba Halep’in, Humus’un, Guta’nın Ruslarca yakılıp yıkılması neden herhangi bir sorun teşkil etmiyor? Oralar İslam toprağı sayılmıyor mu? Yoksa orada yaşayanlar katledilmeyi hak etmiş mücrimler mi?

Adaletsizlik Olgusu Bundan Daha Güçlü Nasıl Dillendirilebilir?

Adalet kavramı günümüz Türkiye’sinde en fazla dillendirilen ama aynı oranda en yoğun tarzda suiistimale uğrayan kavramların, taleplerin başında gelmektedir. Yazık ki iktidar mensupları açısından şüpheyle, düşmanlıkla karşılanmakta, iktidar karşıtlarınca ise istismar edilmekte, içtenlikten, tutarlılıktan uzak bir zemine taşınmaktadır.

Bu noktada iktidar çevrelerinin bu derin sorunu, kanamakta olan yarayı görmezden gelme hususunda ısrarları, muhalif çevrelerin samimiyetsiz ve tutarsız tutumlarını sorunu örtmek için bir mazeret olarak öne çıkartmaları ve bu çerçevede adeta kendilerini bilinçlice körleştirmeleri dikkat çekicidir. Oysa sorunun artık daha fazla örtülebilir, gizlenebilir bir yanının kalmadığının görülmesi lazımdır. Bu bağlamda iktidarın tescilli düşmanlarının veya muhaliflerin, bağımsız sivil toplum örgütlerinin ya da yabancı kurum ve kuruluşların raporlarını, sözlerini, tepkilerini, eleştirilerini bir kenara bırakalım ve kısa süre önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki farklı vesileyle yaptığı iki konuşmada adaletsizlik vurgusuna dikkat çekmesinin nasıl izah edilebileceğini soralım! Her şeyi örtme, tüm kirliliği halının altına süpürme telaşıyla hareket eden sözcüler, avukatlar, dalkavuklar bu sözleri nereye oturtacaklar?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 6 Mart tarihinde Yargıtay’ın 150. Yılı Sempozyumu ve Yeni Yargıtay Binası Temel Atma Töreninde yaptığı konuşmada aynen şunları söyledi: “Bir ülkede halk bunalmış, ellerini semaya açarak adalet çığlığı atar hale gelmişse oradaki yargı sisteminde bir sorun var demektir. Adaleti kaybettiğimizde her şeyimizi kaybedeceğimizi de bilmek zorundayız.”

Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan, çok kısa bir süre önce, 25 Nisan tarihinde Anayasa Mahkemesi’nin 56. kuruluş yıldönümü yemeğinde yaptığı konuşmada da şunları ifade etti: “Bir yerde adalete olan özlem çok fazla ifade ediliyorsa orada zulüm var demektir. Bizlere düşen görev insanlığın talebine cevap vermektir.”

Bu sözler gayet net, dolaysız bir şekilde ifade edilmiş sözlerdir ve hiç de tevile müsait gözükmemektedir. Ortada giderek şiddetlenen bir sancının, derinleşen bir yaranın bulunduğu ve acil müdahale gerektirdiği açıktır. O kadar ki muhalif kesimlerce ülkede icra edilen hukuk düzenine ilişkin pek çok aksamanın, usulsüzlüğün, çarpıklığın bir numaralı sorumlusu olarak tanımlanan, itham edilen şahıs çok sarih bir şekilde gidişatın kötülüğüne dikkat çekmektedir. Bu noktada yetki sahibi, sorumluluk üstlenmiş herkes nerede, neyin yanlış yapıldığı hususu üzerinde ciddiyetle durmalı, düşünmeli ve adalet zeminindeki çarpıklığı gidermeye yönelik adımlara odaklanmalıdır.

Ve bilinmelidir ki adalet kaybedildiğinde çok şey değil, her şey kaybedilir. Ve adalet yitirildiğinde kazanılanın ya da elde kalanın bir değeri de anlamı da olmaz!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR