1. YAZARLAR

  2. Noam Chomsky

  3. ABD'nin Körfez Politikası

ABD'nin Körfez Politikası

Mart 1991A+A-

Noam Chomsky, Massachusetts Institute of Technology, Cambridge'de öğretim görevlisidir. ABD dış politikası ve uluslararası ilişkiler üzerine bir çok kitap ve makalenin de yazarıdır. Kitapları arasında şunları sayabiliriz: The Fateful Strugglc: The United States, Israel and the Palestinians (1983), Turning the Tide: US Intervention for Peace (1985), Pirates and Emperors: International Terrorism in the Real World (1986) ve On Power and Ideology: The Managua Leclures (1987). Chomsky'nin uluslararası terörizmi konu alan bir makalesinin çevirisi "Uluslararası Terörizm: Çare Ne?" adıyla Dünya ve İslam'ın Ocak 1990 tarihli 1. sayısında yayınlanmıştır.

Kısa Bir Tarihçe

İsterseniz önce Körfez'deki olayın gelişim mantığına bir göz atalım. Irak'ın Kuveyt'i işgalinin ardından, Saddam Hüseyin'i Kuveyt'ten çıkmaya zorlamak amacıyla uluslararası camiadan iki tür yanıt geldi. Biri Birleşmiş Milletlerin tavrıydı Ve ekonomik yaptırımlar ile ambargoyu öngörüyordu. Diğeri ise birinciden oldukça farklı olan ABD'nin tavrıydı. Amerika Suudi Arabistan'da muazzam büyüklükte bir işgal ordusu konuşlandırdı. Amerikan işgal ordusunun Birleşmiş Milletlerle hiç bir ilgisi de yoktu. Bunu, Ağustos ortalarında askeri güce katılmaları istenip de, asker göndermeyi reddeden AT ülkelerinin yaptıkları açıklamalardan rahatlıkla görebiliyoruz. Sözgelimi, Alman hükümeti bir kaç gün önce yaptığı açıklamada söz konusu askeri güç gönderme işleminin Güvenlik Konseyi'nin denetiminde olmayıp, ABD ile Suudi Arabistan arasındaki karşılıklı bir anlaşmanın ürünü olduğunu ve dolayısıyla BM nezdinde herhangi bir statüsü ya da meşruiyeti bulunmadığını bildirdi. Bu tavır farklılığının üstünü örtüp, sanki tüm dünya bizim sancağımızın arkasında kararlılıkla ilerliyormuş imajını vermek için büyük çaba harcanıyor. Ancak bu tavır farklılığı gözardı edilemez ve çok anlamlıdır da Ağustos'tan bu yana, petrol yataklarında ve Kuveyt'teki yatırımlarda kendi hayatı çıkarları bulunan İngiltere'yi saymazsak ABD'nin yalnız kaldığını söyleyebiliriz, İngiltere'yi bir yana bırakırsak, ABD esas itibariyle savaşa doğru tek başına koşmaktadır. Dünyanın geri kalan ülkelerini tehdit, kandırma ve satın alma yoluyla askeri yığınağa katkıda bulunması, ya da hiç olmazsa bu askeri hareketi meşru göstermesi için yoğun bir çaba harcanmaktadır. Şu ana kadar bu uğraşlar neredeyse tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu hususu unutmamak gerekir.

Olayın mantığını dikkatlice izleyecek olursak, saldırganlığı geri püskürtmenin ilk yolu olan yaptırımlara, yani BM'in yaklaşımıyla bir sonuca ulaşabilinecektir. Sonuç vermesi için bir müddet beklemek gerekecek ve bu da zaman ister. Öte yandan, işgal kuvvetleri öyle çok uzun bir süre bekletilemez. Askeri güç ne kadar artarsa, onları orada bekletmek de o denli güçleşir. Dev bir askeri kuvveti, bir işgal kuvvetini Suudi çöllerinde tutup bekletmek gerçekten çok zordur. Bir kaç ay sonra beklemek imkansız hale gelecektir. Bu da iki tercihle karşılaşılacağı anlamına geliyor: Ya askerleri oradan geri çekeceksiniz ya da onları savaştıracaksınız. Askerleri geri çekmek, tüm hikayenin üzerine kurulu olduğu Saddam Hüseyin'i zor kullanarak Kuveyt'ten çıkarmak anlayışının devasa kozmik önemi ve olayın yüksek ahlaki değerler uğruna yapılıyormuş gibi sunulmasından ötürü siyasi bakımdan neredeyse imkansızdır. Olayların Amerika'yı götüreceği nokta, geri çekilmeyi mümkün kılmayacaktır. Bu oradaki askeri kuvvetlerin kullanılacağı ve bizim yine bir savaşa girişeceğimiz anlamına geliyor, işte gelişen olayların mantığı budur ve bu gerçek Ağustos'un başından beri açıkça görülmektedir.

Barışçı Bir Çözümün Ana Hatları

Ağustos başından beridir açıkça belli olan başka bir şey ise şimdiki tavrın alternatifidir. Alternatif, görüşmeler yapmak ve diplomatik bir çözüm bulmaktır. Bu yol gerçekten de tek alternatiftir. Ancak ABD daha krizin başında her türlü diplomatik ilişki ve uzlaşma olasılığının kapılarını kapattı. Eğer Washington herhangi bir diplomatik görüşmeyi engellemede başarılı olursa, bir savaş çıkacağından emin olabilirsiniz. Çözüm alternatifine gelince, onun ana hatları ve çerçevesinde Ağustos'tan bu yana gayet açık görünüyor. Çözüm özelliğine sahip öneriler Irak tarafından tekrar tekrar telaffuz edildi ve Ürdün, FKÖ, Fransa ve bu felaketten kaçınılabilecek bir yol bulma arzusundaki diğer ülkelerce de önerildi. Barışçı bir çözümün başlıca özellikleri Irak'ın Körfez'e çıkışını bir şekilde garantiye almalı ki, bu isteğin hiç de haksız olmadığı hususunda herkes mutabıktır. Kuveyt, İngiliz sömürge planlarınca tek taraflı olarak bu çıkışı engellemek amacıyla yaratılmıştı. Körfez sularına Irak'ın çıkış yolu bulması bir kaç meskun olmayan adanın Irak'a kiralanması gibi oldukça önemsiz bir değişiklikle halledilebiliyor. Görüşmeler yoluyla varılacak bir çözümün ikinci özelliği ise %95'i Irak ve %5'i de Kuveyt toprakları içinde bulunan, tartışmalı sınır bölgesindeki Rumeyla petrol sahası hakkında varılacak bir anlaşma olmalıdır. Bu bölgede gizlice fazla petrol çıkartıldığına dair değişik ithamlar ve karşı ithamlar mevcut. Yine bu sorun da görüşmeler yoluyla muhakkak halledilebilecek bir sorun türündendir. Bundan daha keskin sınır sorunları bile hail edilebilmiştir. Üçüncü olarak, bölgesel çerçeve içinde gerçekleştirilmek şartıyla bir tür bölgesel güvenlik düzenlemesi gerekmektedir. Dördüncü olarak da Kuveyt'de bir plebisit düzenlenmesini ya da bir başka yolla 'halkın onayı'nı ifade edebilecek mekanizmanın kurulması önerilmektedir. Bu öneri Avrupa'daki çevrelerce geniş destek görürken, Amerika'da şiddetle karşı çıkılıp kınanmıştır. Tüm bunlar, muhtemel bir çözümün Irak'ın Kuveyt'ten çekilmesiyle bağıntılı başlıca hatları ve çerçevesidir.

Acaba bu öneriler ciddi mi? Sözgelimi Irak bunları dile getirirken önerilerinde ciddi mi? Bunu asla bilemeyiz, işin peşini takip etmedikçe, çözüme doğru adımlar atmadıkça önerilerin ciddi olup olmadığını asla öğrenemeyiz. Zaten diplomasi de budur. Siz önerileri dikkate alır, elinizden geleni yapar ve ancak ondan sonra karşı tarafın gerçek niyetini öğrenebilirsiniz. Fakat ABD bu önerileri tamamen reddettiği ve olası diplomatik çıkış yollarının tümünü kapattığı için söz konusu öneriler değerlendirilemiyor. Dolayısıyla yakında mutlaka bir savaşın içinde olacağız. Bunun sonuçlarım burada tartışmak istemiyorum, ancak çok kötü olacağı muhakkak.

Saldırganlık-Uluslararası Hukuk-Bağlantı

Olayların mantığını izlemeye devam edersek şu soruyu soracağız: ABD niçin her türlü müzakere olasılığını reddediyor? Buna verilecek cevap bizim yüksek değerleri savunduğumuz, yüksek değerleri savunanların da asla taviz veremeyecekleridir! Yüksek değerleri ifade eden bir kaç çift anahtar kelime var. Biri sık sık duymaya alıştığımız 'saldırganın ödüllendirilemeyeceği'dir. Uluslararası hukuk kutsaldır ve biz de onun ilkelerini ayakta tutmalıyız, ikincisi, bir bölgesel çözümün; teknik terimiyle "bağlantı kurmanın" [linkage] kötü bir şey olduğudur. Bağlantının bu olayda kötü bir şey olduğunu anlamanız istenir. Başka olaylarda o iyi bir şeydir. Ancak Körfez bunalımında "bağlantı" kurmak kötüdür ve dolayısıyla da onu engellemeliyiz. Çünkü saldırganı mükafatlandırır, üstelik tüm bu olup bitenlerin, tam da olası bir yeni dünya düzeni içine gireceğimiz bu dönemde kendi boyutlarını çok aşan bir önemi ve anlamı vardır. BM, nihayet artık kurucuları tarafından arzulandığı fakat soğuk savaş döneminde bir türlü gerçekleşemeyen şekliyle çalışmaktadır. Rusya'nın uzlaşmaz tutumu ve diğer değişik Üçüncü Dünya hastalıklılarının keskin Batı karşıtı retoriği BM'in asli görevini yerine getirmesini engellemişti. Fakat şimdi ABD soğuk savaşı zaferle bitirdi ve Ruslar artık engel değil. Üçüncü Dünya tiplerini de ciddiye almayıp, önemsemeyebileceğimizden BM kırk yıl önce arzulanıp da yerine getirilemeyen 'barışsever' fonksiyonunu bundan böyle layıkıyla üstlenebilir. Bu nokta gerçekte çok önemli. James Baker bizim 'tarihin ender dönüm noktalarından birinde, tam umut vaadeden bir dönemde' yaşadığımızı söylüyor. Eğer Saddam Hüseyin'in saldırganlığı doğruların ve haklıların intikamcısının 'kılıcıyla cezalandırılmazsa bu hayale ulaşılamayacaktır. Tüm bunların kanıtı da BM'nin mevcut işleyiş tarzıdır.

Maskenin Altındaki Gerçek

İşte sürekli dinlediğimiz hikaye bu. Şimdi bir sorumuz olacak. Eğer hakikaten ABD yüksek ahlaki ilkelerin savunucuysa, diploması ve müzakerelere gidilmesi gereği yönünde bir tez öne sürülebilir. Siz yüksek değerlerinizde, maliyeti ne olursa olsun, asla taviz vermemelisiniz. Özellikle de BM'in nihayette asli işlevine kavuştuğu yeni bir dönemde, hayırlı bir dönüm noktasında bunu yapamazsınız. Eğer uzlaşma yoluyla tüm barış ve adalet umutlarını yok edeceksek, hiç bir şekilde taviz veremeyiz. Bu hiç de makul olmayan bir argüman sayılmaz. Öte yandan ise, eğer tam bu yapılanlar ve girişimler sadece sinik ve ikiyüzlüce göz boyama ile aldatmacadan ibaretse, o zaman her türlü diplomasi ve müzakere için gerçekte hiç bir engel yoktur ve diğer pek çok dünya sorununda yaşadığımız gibi bu bunalımın getireceği felaketlerden kaçınma yolu da bulunmaktadır.

Sözgelimi Güney Afrika ile Namibya'yı ele alalım. BM Güney Afrika'nın Namibya'yı işgalini daha 1960'lann başında gayri meşru ilan etti. Bundan bir kaç yıl sonra Uluslararası Adalet Mahkemesi de işgalin kanun dişiliğini bildiren bir karar aldı. Fakat hiç kimse Güney Afrika'yı işgal edelim demedi. Bu ülkenin sınırlarına hiç bir işgal kuvveti yerleştirilmedi. Aksine ABD hükümeti 25 yıldan beridir "sakin (soğukkanlı) diplomasi" [quiet diplomacy] ve "yapıcı müzakereler" [constructive engagement] diye adlandırdığı bir yöntem takip etti. Biz yapıcı müzakerelerle meşgulken, Güney Afrika Namibya'yı yakıp yıkarak yağmaladı, etrafa dehşet saçtı, ülkeyi yıkıntı ve harabeye çevirdi ve Namibya'yı komşularına karşı saldırılarda ve cani ataklarda bir üs olarak kullandı. Tüm bu olanlardan sonra nihayetinde ülkede geriye kalan yıkıntıların bir şekilde Namibyalılara geri verilmesi Amerika diplomasisinin büyük bir zaferi diye anlatılır. Bu diplomasinin önemli bir başarısıdır! Aynı şey Rodezya'daki ırkçı rejim için de geçerlidir. BM Rodezya'ya yönelik yaptırım kararları almıştı. ABD yaptırımlara karşı çıktı ve bir keresinde Rodezya minerallerine muhtaç olduğumuz gerekçesiyle yaptırımların ihlaline izin veren bir yasayı onayladı. Bu da altı yıl kadar devam etti. Sonunda yine diplomatik yollarla bir şekilde bu sorun da çözüldü.

Ancak bu kriz, her nasılsa farklı algılanıyor. Her nasılsa burada "sessiz diplomasi" doğru bulunmuyor. Her zaman uğruna savaştığımız yüksek ilkeler ve kültürümüzün özünü teşkil eden evrensel değerler için ani bir intikam almalıymışız gibi gösteriliyor. Bu çerçevede, söylenenlerin sırf bir sinik yüz boyaması mı yoksa gerçekten yüksek ilkeler ve yeni dünya düzeni diye bir şey var mı sorularını yanıtlamak oldukça önemli olmaktadır. Böyle bir soru sorunca bu tür soruların cevabım verebilecek yanıt aramakla yükümlü olan insanlara gideceksiniz: Aydınlar topluluğu. Onların söylediklerine baktığımızda çok ilginç şeyler görüyoruz. Göz boyamacaya eleştirisiz tam bir destek verilmesinin dışında başka bir şey bulamazsınız. Zaten bu da göz boyamacanın bir parçası. ABD'nin yüksek ilkeler için savaştığı şeklindeki takınılan tavrın herhangi bir eleştirel analizini veya değerlendirmesini bulmaya çalışın, bakalım ne bulacaksınız. Şimdiden, yüksek ilkelerde ısrarlı olmanın pek akıllıca olmadığını, başka bir şeyler yapmanın gerektiğini söyleyen makalelerle karşılaşacaksınız. Fakat devam etmeli ve bunun ardında yatan iddiaların bir değerlendirmesini, bir analizini bulmaya çalışmalısınız. Bu iş uğraşmaya değer, çünkü eğer bu iddiaların bütünüyle bir aldatmaca olduğu ortaya çıkarsa; bir, bu krizden bir çıkış yolu gözükecek. İki, kendi kendimiz hakkında, onun ana değerleri ve üzerinde yükseldiği temeller hakkında çok şeyler öğreneceğiz. Öyleyse devam edelim.

ABD'nin BM Kararlarını Veto Edişinin Tarihçesi

İsterseniz şu an içine girdiğimiz yeni dönemin delili olarak her yerde ileri sürülen delile, yani BM'in davranışındaki ani değişimiyle, New York Times'ın tabiriyle BM'deki "ani hava değişikliği" konusuna girelim. Basında bugünlerde sözü edilen değişimle ilgili yüzlerce makale yazılıyor. Temelde hepsi de aynı şeyi söylüyor. Ben temel özelliklerini sergilemesi açısından en son yazılardan örnek vereceğim, ancak bununla neredeyse özdeş sayılabilecek pek çok benzer makale olduğunu tekrar hatırlatayım. Bahsedeceğim makale New York Review of Book'sunson sayısındaki "Körfez Krizi" başlıklı yazı. Aynen şöyle başlıyor: "Soğuk savaşın sona ermesi ve Körfez Krizi'nin patlak vermesiyle birlikte, ABD şimdi Wilsonyan kollektif güvenlik kavramının uygulanabilirliğini ölçmelidir. Bu deneye, son kırk yıldan beridir Güvenlik Konseyi'ndeki otomatik Sovyet vetoları engel olmuştu." İşte standart bu. Düzinelerce makale aynı temayı işleyip duruyor.

Otomatik Sovyet vetosunun BM'in son kırk yoldaki kollektif güvenlik için barışsever işlevine mani olduğu iddiası tarihsel gerçeklerle doğruluğunu araştırabileceğimiz bir yargıdır. Kayıtlara ve tarihsel belgelere bakabilirsiniz. Bu zor bir iş olacak tabii, çünkü hiç kimsenin hakkında bir şeyler yazmadığı bir konu araştırılıyor. Ayrıca basında da bu mesele fazlaca işlenmemiştir. Şimdiden aklınızda bazı şüpheler uyanmış olmalı. Ancak çok da yoğun olmayan bir çabayla bile konuyla ilgili kayıtlar ve gerçekleri bulabilirsiniz. Fark edebileceğimiz şey oldukça ilginç olacak. Sözgelimi son BM genel toplantısını ele alalım. BM Genel Kurulu her kış toplandığından, en son toplantı 1989-1990 sezonundaydı. Kollektif güvenlik ve barışı koruma gibi Wilsonyan idealler meselesi bir kaç kez gündeme geldi. Aslında o toplantılarda veto edilen üç Güvenlik Konseyi kararı vardı. Birincisi Panama'yı işgalinden ötürü ABD'yi kınıyordu, ikincisi ABD"nin Panama'daki diplomatik temsilcilerin diplomatik dokunulmazlıklarını ihlal ve tecavüzünü kınıyordu. Üçüncüsü ise İsrail'in işgal altındaki topraklardaki insan hakları ihlallerini kınıyordu. Bunların hepsi de ABD tarafından veto edildi ve her üçüne de ABD'den başka hiç bir veto da gelmemişti. Bunların yanısıra, uluslararası hukuk, kollektif güvenlik ve cici Wilsonyan ilkelere ilişkin meselelerle alakalı bir dizi Genel Kurul kararı da alınmıştı. İki Genel Kurul kararı tüm ülkelerden, uluslararası hukuka bağlı kalmasını istiyordu. Bu kararlar oybirliğiyle olmasa da ezici bir çoğunluğun oyuyla alınmıştı. Her iki oylamada da, karara karşı olan iki Ülke vardı: ABD ve İsrail. Kararlardan bir tanesi ABD'yi Nikaragua'ya karşı gayri meşru Contra savaşından ötürü kınıyordu, ikincisi de Amerika'nın Nikaragua'ya karşı açtığı hukuk dışı ekonomik savaşı kınıyordu. Her iki kınanan olayda her şeyiyle kanun dışıydı ve bunda hiç bir şüphe yoktu. Uluslararası Adalet Mahkemesi de bir kararıyla bunu daha önce tescil etmişti. Amerika bu kararı da evrensel değerlere bağlılığımız ve uluslararası hukuka sadakatimiz dolayısıyla anında reddetti. Tüm bunlarla ilgili, güç kullanarak toprak işgalini kınayan bir Genel Kurul kararı daha vardı. Bu karar da 3'e karşı 151 oyla kabul edildi. Aleyhteki üç oy Amerika, İsrail ve bir de -sebebini hala anlamış değilim- Dominik'ten gelmişti. Yine de olağan ikiliye bir ülke daha eklendiğinden hiç olmazsa bir değişiklik olmuştu diyebiliriz. Bu karar Arap-İsrail çatışmasıyla ilgili en önemli BM Güvenlik Konseyi belgesi olan 242 sayılı BM kararının yerine getirilmesini istiyordu. Bu gerçek tüm dünyada ABD, İsrail ve Dominik dışındaki tüm ülkelerce anlaşılmıştı. Sözkonusu karar güçle toprak işgalini kınıyor ve Arap-İsrail çatışmasına siyasi bir çözüm bulunması çağrısında bulunduğu gibi, son onbeş yılın getirdiği değişikliklere paralel olarak BM'in 242 sayılı kararından farklı olarak Batı Şeria ve Gazze Yakası'nda bir Filistin Devleti kurulması çağrısında bulunuyordu. Ayrıca BM Güvenlik Konseyi'nin oybirliğiyle aldığı bir kararın reddine rağmen yasadışı olarak ilhak edilen Golan Tepeleri'nin Suriye'ye geri verilmesini de talep ediyordu. Ancak bu hususlarda da hiç bir somut adım atılamamıştı. Zira ABD geleneksel barışsever fonksiyonuna uygun olarak, tek başına hiç bir anlam ifade etmeyen kararın yaptırımlarla desteklenmesini isteyen Güvenlik Konseyi kararlarını sürekli veto ediyordu.

Son BM Güvenlik Konseyi toplantılarında Wilsonyan kollektif güvenlik ilkelerine benzer kararlar bunlardı ve gerçekten de tüm oylamalarda bir otomatik veto sözkonusuydu, fakat Ruslar'ınki değil, Amerikan vetolarıydı. Genel Kurul toplantılarında hiç bir ülkenin veto hakkı yoktu, ancak orada hep yukarıda örnek verdiğim sonuçlarla karşılaşılıyordu. Kayıtlar ve gerçeklerden daha fazla örnek vermeyeceğim, fakat aynı tablonun son 25 yıldır geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Saldırganlık, ilhak, insan hakları ihlalleri, uluslararası terörizm, silahsızlanma, Orta Doğu, Orta Amerika, uluslararası hukuka bağlılık gibi istediğiniz önemli sorunu seçebilirsiniz. Bu konulardaki Güvenlik Konseyi kararlarını veto etmede ABD diğer tüm ülkeleri öylesine gerilerde bırakmıştır ki hiç bir ülke bu hususta ona yaklaşamamıştır bile. Bunlar hep otomatik ve refleks vetolardır. Aynı şey Genel Kurul kararlarına karşı oy kullanılmasında da, bu sefer bir iki uşak ülkesi ABD yanında olsa da, görülebilir. ABD'nin bu tavırları artık bir düzenlilik arz eder hale gelmiştir. Veto hususunda ABD'den sonra gelen onun gibi diğer bir ülke de İngiltere'dir. Güney Afrika'daki ırkçı rejimi korumak için o da bir kaç Güvenlik Konseyi kararını veto etmiştir. Ama ne olursa olsun İngiltere ABD'nin çok gerilerindedir.

New York Review'de yeni bir dünya düzenine kavuştuğumuzu, en azından böyle bir umut olduğunu belirten makalenin alıntı yaptığım paragrafındaki mesajı işleyen yüzlerce makalenin kitle iletişim organlarında ve entellektüel dergilerde yer aldığını tekrar vurgulamakta fayda görüyorum. Bunların hepsi BM'deki mucizevi hava değişimini övmekte, ABD soğuk savaşı kazandığından artık otomatik bir Sovyet vetosuyla karşılaşamadığından, Ruslar'ın bundan böyle sorun çıkartamayacağından ve Üçüncü Dünya'nın keskin batı karşıtı retoriğinin de kaale alınmaması gereğinden dem vuruluyor. Eğer zahmet edip de, Üçüncü Dünya'nın keskin Batı karşıtı retoriğinin ne olduğuna bakacak olursanız, bunun büyük ölçüde uluslararası hukuka bağlılık ve BM ilkelerine uymak anlamına geldiğini farkedeceksiniz. Üçüncü Dünya, kararların tamamında olmasa da, oldukça büyük bir tutarlılıkla bu yönde baskılar yapmaktadır. Zira uluslararası hukuk onlara başta biz olmak üzere vahşi ülkelerin tecavüzlerine karşı bir tür zayıf savunma sağlıyor. Bundan dolayı, uluslararası hukuka bağlılığı savunmuşlardır. Keskin batı karşıtı retorik bu demektir, ancak bu gerçekleri hiç bir yede okumak mümkün olmuyor.

ABD'nin Saldırganlık Tarihi

Eğer sözkonusu gerçeklere daha yakından bakarsanız, ABD'nin günümüzde ileri sürdüğü yüksek değerleri müşahade edebilirsiniz. Burada üç temel noktayı hatırlatmak gerekmektedir. Birincisi saldırganlık, ikincisi bağlantı ve üçüncüsü de yeni bir dünya düzenidir. Üçüncüsünden epeyce bahsettim. Şimdi biraz da saldırganlık konusuna girelim. Geçmiş yıllarda, yüzlerce saldırganlık vakıası gerçekleşmiştir. Saddam Hüseyin'in Kuveyt'e saldırması oldukça kötüdür ama, en kötüsü de değildir. Bundan daha çirkin olaylar olmuştur. En son, Panama'nın ABD tarafından işgalini ele alalım. BM işgali kınamıştı, işgal pek çok yönüyle, Kuveyt meselesiyle paralellik arz ediyordu. Ama en azından Saddam'ın, ABD'nin olduğundan daha fazla makul vesileleri vardı. Zayiat aşağı yukarı başabaştı. Kuveyt'te zayiat ilk iki ayda ikiyüz civarında tahmin edilirken, şimdilerde rakamın bir-iki binin üzerinde olduğu sanılıyor. Tabii ki bu da yaklaşık olarak Panama'da tahmin edilen -tabii ki bunlar yüzlerle ifade ediliyordu- ölü sayısına yaklaşık bir rakamdı. Oysa yapılan araştırmalar sonucunda, toplu mezarlardan 6000-7000 kişi çıkarılmıştı, pek çok Panamalı ve Orta Amerika İnsan Hakları Örgütleri'nin iddialarına göre ise, gerçek rakamlar binleri aşmaktaydı. Birleşik Devletler Panama'da her alanda etkili olan ABD askeri danışmanlarının tercihleri doğrultusunda kukla bir rejim kurmuşlardı. Meksika basınında, bu konuyla ilgili sızan pek çok bilgi yer almışken ABD basınında bunlara pek rastlanmamıştı. Bunun adı ABD'de 'demokrasi' idi, oysa aynı şeyin Latin Amerika'daki adı 'komedi' idi. "Sekizler grubu" -sekiz büyük Latin Amerika demokrasisi- Noriega yönetimi altındaki Panamayı, Noriega'nın suistimalleri gerekçesiyle, geçici olarak üyelikten azletmişlerdi. Geçen Mart'ta ülke tam anlamıyla askeri bir işgal altında olduğu gerekçesiyle sürekli olarak üyelikten ihraç edildi. Bu iş Birleşik Devletler'de geçiştirildi ve kimsenin de olanlardan doğru dürüst haberi yoktu. Ağustos ayında, Panamadaki katolik kilisesi, işgali, Panama tarihinin en trajedik olayı olarak lanetlemişti. Tarafımızdan yeniden düzeni oluşturmak için kurulan Panama Hükümet Komisyonu Ağustos ayında bir takım teklifler sundu. Bunların en önemlisi ise Askeri işgal yönetiminin son bulması gerekliliğiydi. İşte Panama'nın hikayesi budur.

Acaba Kuveyt'te neler oldu? Saddam Hüseyin Kuveyt'i işgal ve ilhak etti. Ama şunu gözden kaçırmayalım: BM'in müeyyedilerinden beş gün sonra. Eğer BM, Panama'da yapmış olduğu gibi, tepki kovmasaydı -zaten Panama'da bir şey yapamazdı, çünkü verilen herhangi bir kararı ABD veto ederdi- Saddam, muhtemelen ABD'nin Panama'da yaptığım yapacaktı, yani kukla bir rejim kuracak ve daha sonra askerlerini buradan çekecekti. Emin olun onun yapmak istediği tam anlamıyla bundan ibaretti. Çünkü başka bir ülkeye varmak için en etkin yol buydu. Kuveyt'teki en büyük fark, BM'in manevra yeteneği idi. Şöyle ki, otomatik veto sistemi çalışmıyordu. ABD bu saldırganlığa karşıydı, öyleyse BM çalışabilirdi. Buna benzer pek çok hadise daha vardır. Kuzey Kıbrıs'ın Türk işgal ve ilhakını ele alalım. Burada bir kaç bin insan öldürülmüş, bir kaç yüzbini de sürülmüştü. Bölge büyük ölçüde yağmalanmış ve harab edilmişti. Klasik antik çağa kadar giden Yunan Medeniyeti ile ilgili her şey yok edilmek istenmişti. Bu da Türkiye'dir. O zaman da hiç bir şey yapılmadı. ABD bu işe taraftardır. Taksimat işi ise 1960'larm başlarına kadar uzanıyordu. O zamanlarda bu Acheson Planı olarak adlandırılıyordu ve ABD'nin BM'in oraya barış getirme uğraşılarını baltalamaya çalıştığı zamanlara denk geliyordu, işte bu olay da Saddam Hüseyin ve Kuveyt hadisesinin bir benzeridir. Ya da Fas'ın Batı Sahra'yı işgalini ele alalım. Bu işgal de ABD tarafından desteklenmişti. Pas bir müttefikti. Fas'ın Sahra'yı işgalini haklılaştıran etmen, Kuveyt'in işgali için de geçerlidir. Sebebi sadece, zengin kaynakların bir avuç kabile adamının elinde bulunmasına bağlamak, kötü bir izahtır. Batı Sahra başka bir yer de olabilirdi: Ama ABD bunu da becerdi ve BM hiç bir şey yapamadı. İsrail'in Lübnan'ı işgalini ele alalım. ABD, burada, güçleri ayırmaya, saldırganlığa son vermeye, Beyrut'un bombalanmasını durdurmaya çalışan Güvenlik Konseyi kararlarının tamamını veto etmişti. Tarihte ilk kez bir başkent, TV kameralarının önünde bombalanmaya şahit olmuştu. Bunların hepsi iyi şeylerdi ve ABD tarafından onaylanıyordu. Sözkonusu olay Irak'ın Kuveyt'i işgalinden çok daha kötüdür. 6000-7000'i sadece Beyrut'ta olmak üzere, çoğu sivil 20.000 kişi katledilmişti. Ya da Endonezya'nın 1975'te Doğu Timor'u işgalini ele alalım. Bu daha farklı bir düzlemdedir. Hem işgal hem ilhak bir aradadır. Tam bir soykırım gibidir. İkiyüzbin kişi öldürülmüştür. Olay, ancak, aynı yıllardaki Pol Pot gaddarlığı ile kıyaslanabilir. ABD, katliamı yakinen desteklemiştir. Gerçekten de işgalcilerin elindeki silahların %90'ını "İnsan Hakları Yönetimi" (Carter) sağlamıştı ve katliam büyüdükçe silah sevkiyatı yaygınlaşmıştı. Oysa burada tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Kendi evimizde çıt yoktu. Kissinger zamanında ise, silahlar geçici bir ambargo varmış gibi gösterilerek, el altından sürülüyordu. O dönemde BM yine iş başında bulunuyordu ve orada Daniel Patrik Moynihan adında BM Büyükelçisi vardı, işgal sırasında kendisinin nasıl davrandığını gururlanarak dile getirmektedir. Hatıraları Tehlikeli Bir Yere bir göz atalım. Konu Üzerine olan iki paragrafta şöyle diyor: "ABD hükümeti her şeyin yerli yerinde oturmasını istiyordu. Washington BM'in almak istediği yaptırım kararlarına mani olunmasını arzuluyordu. Sorumluluk bana verildi ve ben de bunu başarıyla ifa ettim." Daha sonraki satırlarda başarısının ne olduğunu şöyle ifade ediyor: "İki ay içerisinde raporlara göre, yaklaşık 60.000 kişi öldürülmüştü. Kabaca bu, Naziler'in İkinci Dünya Savaşı'nda öldürmüş oldukları insan sayısına eşit bir orandı." Moynihan, BM'in girişimlerini nasıl durdurduğunu açıklarken gururlanıyor ve bundan büyük bir haz duyuyordu. Daha ilginç olanı ise, işlenen cinayetleri tanımlarken, bunları (ben değil o) Naziler'inkiyle kıyaslıyordu. Daha sonra ise öteki konulara geçiyor. Dolayısıyla BM için bu ara düzülen methiyeler serisi içerisinde Daniel Moynihan'ın bir kahraman gibi karşılanması doğaldı.

New Yok Times ilk sayfalarında onun kitabına yer ayırıyor, kitabı göklere çıkarıyordu. Kendisiyle röportajlar yapılıyordu. Çünkü hayatını, uluslararası hukukun BM müeyyidilerinin uygulanmasına adamıştı. Ve sonuçta da onun kahramanca mücadelesinin sonunda tüm dünya, onunla aynı konuma gelmişti ve o da kendini temize çıkmış hissetmişti. Hem de kendisi bir Harvard profesörü idi. Tüm bunlardan çıkan sonucun şu olduğunu düşünüyorum: Hayal gücünüz ne kadar zengin olursa olsun, ahlaksızlık noktasında asla saygıdeğer ve medeni bir aydın topluluğunun seviyesine erişmeniz mümkün değildir.

Daha fazlasına lüzum yok. Sonuçta görülmektedir ki; ABD'nin saldırganlığa, her nasıl olursa olsun, itirazı yoktur. Saldırganlar mükafatlandırılamaz fikri, ABD politikası prensipleri gözönüne getirildiğinde, oldukça komik kaçmaktadır. Onlar bu sözü çok nadiren ağızlarına almaktadırlar. Sözün geçtiği bağlamlar ise oldukça enteresandır. Sadece, ABD'nin muhalifleriyle, saldırganlık hususunda anlaşamadıkları zamanlarda. Biz yanlış yapıyoruz. Yaptıklarımız hakkında yeterince açık değiliz. Yaptıklarımızı berbat edip bırakıyoruz. Şu bir gerçek ki, bu tarihsel kayıtlarda temelli bir tutarsızlık bulamıyorum. Aksine ABD'nin eylemlerinin tümüyle tutarlı olduğunu söyleyebiliriz. Eğer saldırganlık ABD'nin çıkarlarınaysa, yumuşak ve sevimlidir. Yok eğer tersineyse, çirkin ve iğrençtir. Yani gösterilecek tepki, saldırganlığın çıkarlara uygun olup olmamasına bağlıdır. Eğer bunun tek bir istisnası bile varsa görmek isterim doğrusu. Burada bir terslik göremiyorum. Bu ifade edilemeyen bir hakikattir ve sorgulama dışıdır.

Bağlantı

Müzakerelere neden müsaade etmediğimizin son sebebi olarak, şimdi de bağlantı hususuna değinelim. Bağlantı, bölgedeki diğer benzeri meselelerle ilgilenen bölgesel güvenlik antlaşmasını sembolize eden bir kavramdır. Sözgelimi İsrail'in, Suriye Golan Tepeleri'ni ilhak etmesi, Batı Şeria'yı ve Lübnan'ın %10'unu işgal etmesi gibi. Bizim karşı çıktığımız bağlantı meselesinin bir yönü de budur. Akıllıca düşünebilen insanlar olarak sizin de "bağlantı"ya, yani bölgenin tamamındaki saldırganlık ve şiddeti çözecek genel bir güvenlik düzenlemesine karşı olmanız gerektiği sürekli olarak size dikte edilir. ABD, bağlantıya neden karşıdır? Şunu unutmayalım ki, bu karşı çıkışlarımızın tümünde de diğer ülkelerce açık bir biçimde yalnız bırakıldık. BM'in en son oylamaları, Arap-İsrail çatışmasının siyasi uzlaşması Üzerine olan 151,152 ve 153, maddeleri ile ilgiliydi. Orada da bir tarih vardır. Son yirmi yıldır ABD, BM'in bütün çabalarını ya da Arap-İsrail çatışmasına barışçı diplomatik uzlaşma sağlamak isteyen herhangi bir çabayı engellemektedir. 151, 152 ve 153'ün oylanması dünyanın bu mesele üzerine nasıl bölündüğünü çok iyi bir biçimde göstermektedir. 1976'da ve tekrar 1980'de ABD; Suriye, Ürdün, Mısır gibi Arap ülkelerinin önerdiği ve FKÖ'nün desteği ile hazırlanmasında katkısı bulunan tasarıyı, Güvenlik Konseyi'nde veto etmişti. Onlar BM'in 242 sayılı kararı doğrultusunda, güvenlik garantisi, askersiz bölge, sınırlar vs. gibi konuları içeren siyasi bir çözüm istemişlerdi. ABD bunu Güvenlik Konseyi'nde veto etti. ABD, Genel Kurul'da da kararlara sürekli karşı çıkıyor, ancak çoğu kez itirazında yalnız kalıyordu. Bu durum, 1970'lere, Henri Kissinger'in Orta Doğu Politikası sorumlusu olarak, politikayı yönlendirmeye başladığı tarihe kadar uzanır. Ortada bir çatışma vardı ve bu bir şekilde çözüme bağlanmalıydı. ABD o dönemlerde, uluslararası konsensusla uyumlu bir konum arayışı içindeydi, Kissinger bunu tersine çeviri vermişti. Çatışmanın adı artık 'açmaz' [stalemate] olarak değiştirilmişti. Mevzu, Mısır Başkanı Enver Sedat'ın uluslararasında tanınan, 1967 Haziran öncesi sınırları üzerine olan genel bir barış antlaşması teklif etmesiyle tekrar öne çıktı. O zaman Filistinliler'e herhangi bir gönderme yapılmamıştı. 1971'de, hiç kimse Filistinlilerden bahsetmiyordu. Filistin devleti ya da benzeri şeyler gibi meseleler yoktu, İsrail ise teklifi reddediyordu ve bunu "içtenlikli bir barış teklifi" olarak görmesine karşılık eğer gerçekleşirse, Araplar'ın sınırların belirlenmesi konusunda daha avantajlı bir konuma geçecekleri gerekçesiyle reddediyordu. Kissinger'in etkisindeki ABD, İsrail'e itirazında arka çıktı. Hatıralarında açıkladığı gibi, Kissinger çözüm bulma yerine, açmazda bırakmayı tercih etmişti. Bunun pek çok sebebi vardır, ancak bu böyleydi ve devam etmesi de bu yolla olmuştu. O gün bugündür de, ABD çatışma ile ilgili bütün siyasi anlaşma çabalarını engellemiştir. Bunu yaparken en son Genel Kurul kararına kadar da, bütün dünyaya karşı tek başına kalmıştır.

Sözkonusu olay, medeni aydın topluluğu tarafından nasıl karşılanmıştır? Bir kaç ay önce, New York Times'ta Alan Cowel imzasıyla yayınlanan ve "Sovyetler, Orta Doğu'da takıma girmeye çalışıyor" başlıklı yazıları görmemiz mümkündür. Sözkonusu yazının içeriği şöyledir: "Sovyetler, Washington'la çatışmaktan kaçınmaktadırlar ve bölge diplomasisindeki Ana akıma yaklaşmaktadır. Ve eğer Sovyetler bu medeni tavırlarında sebat ederlerse, Ana akımın içerisinde takım oyuncusu olabilirler." Burada neler oluyor? Oldukça basit, bunları anlamalısınız. Takım Birleşik Devletleri'dir. Ana akımdan kastedilen de başka bir şey değildir. Dünyanın geri kalan kısmı ise takım dışıdır. Ana akımın dışındadırlar. Şimdi ise Ruslar takıma alınmak istenmektedir. Çünkü onlar, dünya değerlendirmelerinde bizimle hem fikirdirler artık. Böyle devam ederlerse, Orta Doğu diplomasisinde bizimle beraber olabileceklerdir. Şimdilik ana akım sadece bizden oluşmaktadır. Onların katılmasıyla cüsse ikiye katlanacaktır. Bunlardan daha da ilginç olanı, bütün bunlara herhangi bir eleştiriye tabi tutulmaksızın, gülümsenmeksizin ve şaşırılmaksızın geçip gitmektedirler. Bu da bize göstermektedir ki, ortalıkta gerçekten de otoriter ve fanatik bir entellektüel kültür iş görmektedir ve fanatizmin derecesi Rum'daki mollalardan bile daha aşırıdır. Sözünü ettiğim bizim entellektüel kültürümüzdür ve sözkonusu olan da onun nasıl işlediğidir. Bunlar olurken ne bir kimse ayıplamış, ne bir kimse gülümsemiş ve ne de bir kimse farketmiştir. Medya'daki 'barış sürecine' ilişkin literatür oldukça geniştir. Nedir Barış Süreci? ABD'nin geçtiğimiz 20 yılda Orta Doğu'daki barışı engelleme çabalarını anlatan teknik terimden başka bir şey değildir. Güvenlik Konseyi kararlarının veto edilmesi BM'yi devre dışı bırakılması, kararlarının geçersiz ve hükümsüz kılınması; işte barış süreci budur. Yine olanlar ne bir kimse tarafından ayıplandı, ne de eleştirildi. Gençlere tavsiye olarak şunu da eklemeliyim; bu normları/değerleri içselleştiremediğiniz sürece, oyunun bir parçası olamazsınız. Onun için dikkatli olmanız sizin menfaatinizedir.

Dolayısı ile biz herhangi bir bağlantıyı kabullenenleyiz. ABD, körfezdeki çatışma için diplomatik bir antlaşmayı istememektedir ve aynı şekilde Arap-İsrail çatışmasında da diplomatik bir çözüme karşıdır. Açıktır ki ikisi arasında bir bağlantıya yani, her ikisini de içeren genel bir diplomatik uzlaşmaya karşı çıkacaktır. Böylelikle, Körfez krizini yatıştıracak, katliamları durduracak, oldukça makul ve akıllıca yollardan biri olan bölgesel güvenlik antlaşmasına muhalif olacağız. İşte bunlar tartışılan konulardır ve bunlar bizim erdemimizin doruğudur!

Bu noktada, olanların ne önemi var diye sorabilirsiniz. Acaba gerçeklerin bir önemi var mı? Acaba, basın ya da aydınlar topluluğu giyinip kuşanıp aynanın karşısına geçip cesaretleriyle övünürken, bizim ne kadar mükemmel olduğumuza, diğerlerinden ne kadar ayrıksı bir yerimiz olduğunu söylediklerinde, bunlar önemli olmayacak mıdır? Bu müşkül durum çok sorun çıkaracaktır. Bunun neden böyle olacağını daha önceden açıklamıştım. Eğer yüksek değerlerin konumu, olanlara bir liyakat atfederse, o zaman makul bir argümanımız var demektir. Hem de öyle bir argüman ki, sizi diplomatik çözüm yollarından men edip, doğruca savaşa sürükler. Hakikat kılıcı, bu devasa yeni düzeni kabullenmeyen her kişiyi yok etmelidir. Öte yandan, eğer her şey bir göz boyama ise, mutlaka içsel bir felaketten kaçınmanın bir yolu olmalıdır. Bu nedenle aydınlar topluluğunun nasıl işlediği önem kazanmaktadır.

Bu arada entellektüel standartlarımızdan pek bahsetmedik. Bizim ahlaki ölçülerimiz nelerdir? 3 Kasım tarihli New York Times gazetesinin baş sayfasındaki bir makalede "Fırtına Norman" diye bilinen, çöldeki genel komutan General Schwarzkophf ile bir mülakat vardı. Şöyle başlıyordu: "Irak'taki Amerikan güçleri komutanı, birliklerinin Irak'ı ortadan kaldırabileceğini, ancak ülkeyi yok etmenin bölgedeki uzun vadeli güç dengelerinin çıkarına olmayacağından ihtiyatlı olduğunu söyledi." Yani başka bir deyişle, biz 17 milyon insanı katledebilir dik ve herhangi bir zorlukla karşılaşmaksızın ülkeyi yeryüzünden silip süpürürdük, ancak bu taktik icabı pek akıl kan değildi; çünkü bizim uzun dönemli çıkarımıza uygun değildi. Ve buna bir tepki de gösterildi. Sözkonusu makalede Fırtına Norman'ın neredeyse bir güvercin olduğu sonucu çıkarıldı. Buna pek çok tepki gelmiş olabilir. Benim gördüğüm sadece bir tanesi. Fırtına Norman 'taktik nedenlerle' 17 milyon insanın öldürülmesi ya da ülkenin yok edilmesi taraftan değil, işte tüm bunlar bize; 'biz' ve 'onlar' konusu ile, bizim evrensel değerlerimiz hakkında bir şeyler söyleyebilir. Takdiri size bırakıyorum.

Bütün bunlar mesele mi? Evet, bunlar mesele, tarihî ilk elde sömürme deneyimini yaşayan insanların meselesi, gerçekte pratik olarak geçerli olmayan erdemin ve hayırhahlığın meselesi. ABD neden, İngiltere hariç kimsenin onaylamamasına rağmen, çıkarları uğruna savaşmaya can atmaktadır. Sanırım bunun iki büyük sebebi var. Petrolünü artırmak, petrol fiyatlarını düşürmek ya da bu gibi şeylerden herhangi biri olduğunu düşünmüyorum. Açıkça, prensiplerle de ilgili bir şey değildir. Şimdi bunu bir kenara bırakalım. Aydınları endişelendiren konu budur.

ABD Dış Politikasının 1 Nolu Aksiyomu

ABD'nin bu en baskın ve belirleyici dış politika ilkesi o denli önemlidir ki, onbeş yıl önceye kadar hakkında yazı yazarken "uluslararası" ilişkilerin 1 numaralı aksiyomu" diye adlandırmıştım. Bu aksiyom, hiç bir yerel gücün Orta Doğu'nun enerji kaynakları üzerine denetim sağlamasına izin verilmemesini içerir. Orta Doğu enerji kaynakları ABD'nin petrol şirketlerinin ve yerli işbirlikçilerinindir. Zaten Orta Doğu siyasi coğrafyasına bir göz atarsak bu sömürgeci düzenlemenin nasıl sürdüğünü görebiliriz: Bölgede yoğun bir nüfus yaşıyor, ancak petrolün büyük bir bölümü ufak ailelerin elinde. Bu düzen şimdiki haliyle başlangıçta İngilizler tarafından kurulmuş ve ardından da ABD tarafından devralınmış. Bu küçük şeyhlikler ABD ve İngiltere'nin eli altındadurduğu müddetçe her şey yolunda ve mükemmel. Onların işleri çok iyi idare ettiklerini Harvard işletme Fakültesinde eğitim gördüklerini ve bizim öğrettiklerimizi uyguladıklarını söyleyebiliyoruz. İşte bağımsızlık budur. Öte yandan, eğer toplumun değişik kesitlerini temsil edebilen herhangi bağımsız milliyetçi bir güç etkinliğini arttırsa, işler çığırından çıkmıştır anlamına geliyor. Bu tür sebeplerden ötürüdür ki ABD 1953 yılında İran'daki muhafazakar milliyetçi parlamenter rejimi devirdi. En kalabalık Arap devleti olan Mısır'a bölgedeki doğal kaynaklan denetimi altına alma fırsatını veren Arap milliyetçisi hareketin temsilcisi Nasır'ı da ABD bu yüzden hezimete uğrattırdı. Humeyni'ye bunun için karşıydı. Şimdi de Saddam Hüseyin'e bunun için karşı çıkıyor. Ağustos'un 2'sinde Saddam Hüseyin ABD'nin düşmanı oldu. Ağustos'un 1'inde de Saddam en az Ağustos'un 2'sinde olduğu kadar işkenceci, katil ve gangsterdi. Ama o zamanlar vazgeçilmez bir dosttu, ilişkilerimiz gelişiyordu. O da bir ılımlıydı. Ona karşı hoş davranmalıydık. Bizim yanımızdaydı ve kendisiyle hiç bir sorunumuz yoktu. Kürtlere karşı kimyasal silahlar kullanır, insanlarına zulmeder. Her şey harika. Fakat Ağustos'un 2'sinde uluslararası ilişkilerin 1 nolu aksiyomunu ihlal etti ve birden Cengiz Han'la Hitler'in ruhlarına büründü, Hem zaten Hitler benzetmeleri de standart model haline geldi. Tabii hiç bir dürüst aydın bu tür bir söylemi dürüstlük tanımına sığdıramaz. Aynı model Mussolini, Trujillo, Marcos, Duvalier ve Noriega ile olan ilişkilerimizde de mevcuttur. Hep aynı hikaye. Diktatörler istedikleri her şeyi yapabilirler: Cinayet, işkence, gasp, her şey. Hiç bir itirazımız yok. Ancak bize zararı olmaması şartıyla ABD çıkarlarını destekliyormuş gibi görünmeleri şartıyla. Ama eğer çıkarlarımıza zarar verirlerse, hemen daha önceki suç dosyalan gün yüzüne çıkarılır ve biz de bu hususlarda son derece dürüst davranır, ilkelerden vazgeçmeyiz. Bu felaketin böyle gitmesine göz yumamayız. Onları yıkmak ve yerlerine tıpkı eskisine benzeyen, -genellikle daha beteri olur- yeni birini koymak için müdahele etmemiz gerekir. Gerçeğin saptırılması olaylarından bir tanesi de budur. Zira bu model çok yaygındır ve aynı şey Ağustos'un 2'sinde Saddam Hüseyin için de uygulanmaya başlanmıştır.

Petrol = Güç

ABD niçin petrolün denetimini ele geçirmek istiyor? Bunun da bir hikayesi var. Daha 1940'larda, Arabistan Yarımadası'nın enerji kaynaklarının muazzam miktarlarda olduğu çok iyi anlaşılmıştı. Hatta 1944 yılında hükümet tarafından "eşsiz bir stratejik güç kaynağı ve dünya tarihinin en büyük maddi mükafatı" olarak tanımlanmıştır. Bir kaç yıl sonra da bazı gizli bölgelerde bu yabancı yatırım sahasından en büyük mükafat şeklinde söz ediliyordu. Petrol açıkça dünyayı denetlemenin anahtarı olacaktı. Her kim buraları ele geçirirse, dünyanın çoğunluğuna nüfuz edebilirdi. ABD de bir süper güç olmayı amaçladığından, bu musluğu kendi eli altında tutmaya çalışıp, başka hiç bir gücün kendisine ortak olmamasını istiyordu. Çok uzak görüşlü ve etkili bir planlamacı olan George Kennan, 1949 yılında ABD'nin petrol üzerinde denetim sağlaması halinde, Japonya ve Almanya gibi hasımları üzerinde "veto gücü" diye adlandırdığı bir güce ulaşabileceğini belirtmişti. O zaman Almanya ve Japonya rakip olmadıkları halde, gelecekte bu konuma gelebileceğini kestirmiş olsalar gerek. ABD bunun için petrolü istiyor. Yani biz kullanmayacağız. ABD ve Batı Hemisphere, 1960'ların sonlarına dek dünyanın en büyük petrol üreticisi ve ihracatçısı durumundaydı. Ama buna rağmen belirtilen politikayı aynen takip ettik. ABD'nin petrol fiyatının düşük olmasını sürekli istediği de doğru değildi. Bazen düşük fiyat istedi, bazen yüksek. Ancak her zaman petrolü elinde tutmak, hakim etkileyici bir konumda olmak istedi. Asıl önemlisi, hiç bir yasal güç bu rolü ele geçirmemeliydi. Buradan doğal olarak çok daha genel bir ilkeye varılmıştı: politikalı sağcı olmuş, solcu olmuş ne olursa olsun Üçüncü Dünya'da rastlanan radikal milliyetçilik ve bağımsızlıkçı milliyetçiliğe göz yumulamaz. Çünkü bağımsızlık kaynakların ülke çıkarlarına yönlendirilmesi anlamına gelir ki bu da asla kabul edilemez. George Kennan'ın da ortaya koyduğu gibi Üçüncü Dünya'nın rolü sömürülmektir. Bu hükümet siyasetini belirleyen politikacının belirttiğine göre Üçüncü Dünya fonksiyonunu yerine getirmelidir. Hammadde kaynağı ve endüstri dünyasının pazarı olmak. Bağımsız milliyetçilik buna izin vermez. Dolayısıyla, hep bir ağızdan bağımsız milliyetçiliğe karşı çıkarız. Bu muazzam stratejik güç kaynağının, dünyada olup biteni etkileme gücü veren bu büyük nimetin değerinden ötürü Orta Doğu'da sözkonusu husus özellikle önemlidir.

İşte dünya meseleleri için 1 nolu aksiyom. Bölgede olup biten şeylerin pek çoğu bu bağlamda rahatlıkla anlaşılabilir, İsrail'le stratejik ittifak denilen şey 1950'lerin sonlarına doğru tam da bu bağlamda şekillendi. Ulusal Güvenlik Konseyi 1958 yılında, radikal Arap milliyetçiliğine karşı muhalefetin mantıki bir çıkarımının, bölgede tek güvenilir Batı dostu olarak İsrail'in desteklenmesini gerektirdiği sonucuna vardı. 1960'larda İsrail, ABD istihbaratınca Nasır'ın körfez ülkeleri üzerindeki başkalarına karşı bir engel şeklinde değerlendiriliyordu. Mısır o zamanlar Suudi Arabistan'la neredeyse savaş ediyor gibiydi. Son zamanlarda açığa çıkan dokümanter deliller, Yemen kökenli İsrail askerlerinin de bu savaşa fiilen katıldığını göstermektedir. ABD istihbaratının son 20 yıldır İsrail'i Nasır'ın Arap dünyasını birleştirme çabalarına ve Arap topraklarının kaynaklarını halkının kullanımına açmasına karşılık bir tür engel olarak değerlendirdiğini zaten hepimiz biliyoruz. Aksi halde Orta Doğu bölgesi asli fonksiyonunu yerine getiremezdi.

Nixon Doktrini

İsrail, Nasır'ı 1967 Savaşı'nda neredeyse tahrip etmeyi ve ezmeyi başardığında, ABD ile olan stratejik ittifakı güçlenmişti. Hem Amerika da oraya silah yığmaya başladı. İsrailliler vazifelerini başarıyla yerine getirmişlerdi ve 1970'ler boyunca mükafatlandırmaya devam edildiler. Bu arada 1970"lerin başında Kissinger'in barışçı bir çözümü engellediği ortama değinmek gerek. Kissinger'in politikalarının bir hazırlanış ortamı vardı. Adı Nixon Doktrini'ydi ve ABD'nin Vietnam Savaşı'nda dünyayı sırf kendi kaba gücüyle idare etmenin imkansızlığını anlaması manasına geliyordu. Görevini başkalarıyla paylaşmalı, bazı sorumlulukları yanlısı ülkelere devretmeliydi. Nixon doktirini budur. Kissinger'in tanımlamasıyla, bölgesel güçler de, ABD'nin rehberliğindeki genel bir çerçevesi içerisinde kendi bölgesel sorumluluklarını üstlenmelidirler. Çok zeki bir entellektüel olmayan Savunma Bakanı Melvin Laird bunu daha basit bir dille açıklamıştı: O, emirleri Washington'dan alan yerel 'cops on the beat'lerin [jandarma] olacağını söylemişti. Orta Doğu'nun jandarmaları İsrail ve o zamanlar CIA darbesiyle tahta oturtulan Şah'ın iktidarda olduğu İran'dı. İsrail, İran ve Suudi Arabistan armasında, sözle ifade edilmese de oldukça gerçek bir üçlü ittifak mevcuttu. Suudi Arabistan, ABD için çalışan ve petrol kuyularını işleten bir kaç bin insan demekti. İsrail ve Iran ise, kimsenin bu düzene karşı çıkmamasını sağlayacak, özellikle de sık sık çılgın fikirlere sahip olan bölge halkına karşı düzeni koruyacak bekçilerdi. Bu düzen 1970'ler boyunca devam etti. 1973 Savaşı Mısır'ın basitçe dışlanamayacağını kanıtlamıştı. Nasıl silah kullanılacağını biliyorlardı. Yeteneksiz Araplardan değillerdi. Bunun için Kissinger Mısır'ı çatışmanın dışında tutacak bir geri çekilme konumu aldı. En büyük Arap caydırıcı gücüyle çatışmayı göze alamıyorsan, Mısır'ı çatışmanın dışında tutarsın. Böylece İsrail yoğun Amerikan yardımıyla birlikte engelsiz kaldı. Artık elindeki silahları işgal ettiği toprakların entegrasyonunu genişletmek için çatılardan ateş ederken ya da kuzey komşusuna saldırırken kullanıyordu. O zamandan bu yana da aynı durum sürüyor.

Şah'ın devrilmesiyle birlikte İsrail'in rolü daha da önemli hale geldi. Dahası Şah'ın yıkılışının hemen ardından, Humeyni'nin başa gelişinden bir kaç hafta sonra ABD İran'a parası Suudi Arabistan tarafından ödenen ve İsrail üzerinden giden silahlar göndermeye başladı. Amaç daha sonra olaya karışan yüksek mevkideki İsrail yetkililerince açıkça ifade edildi. Bunlar ancak İran-Contra meselesi sırasında açığa çıkabilmişti. Amaç, o zamanki hükümeti devirebilecek İranlı subaylar bulmaktı. Bu hiç bir sır tarafı bulunmayan çok yaygın bir uygulamaydı. Devirmek istediğiniz hükümete askeri yardım sağlamak son derece alışık olunan bir metottur. Bunu Ailende zamanının Şili'sinde, Sukarno'nun Endonezya'sında ve en son olarak da


 

Humeyni'nin iran'ında gördük. Sebebi de gayet açık. Bir iktidarı devirmenin en iyi yolu, orduda sizin adınıza bu işi yapabilecek adam­lar bulmaktır. Ordudaki bu adamları bulabilmenin yolu ise onlarla ilişki kurmaktır: Onlara askeri yardım gönderirseniz, eğitirseniz, bağlantıları kurarsınız, yönlendirip sizin şartlarınıza uyacak adamla­rınızı seçebilirsiniz. Tüm bunların tran-Contra söylentileri sırasında üstünün örtülmesi gerekiyordu. Bunun için epey uğraştılar. Herşeyin 1985 yılında rehinelerle ilgili yapılan bir hatayla birlikte başladığı izlenimi bıraktırmak zorundaydılar. Halbuki bu, yıllar önce başla­mıştı ve rehinelerle alakası yoktu, işin içinde rehine falan yoktu. Artık tamamen açığa çıktı. Standart işleyen bir prosedür uygulanmıştı. Hükümetler böyle devriliyordu. Fakat yine hiç kimse bu konuda konuşmak istemiyor. Gelişmelerin cereyan ettiği bağlam buydu. Iran-Irak savaşı sırasında ABD'nin Irak'a karşı yakınlaşması -belki bir gün Irak'ı işgale ABD'nin ittiği de ortaya çıkabilir- işte bu bağlamda gelişti. Amerika'nın Irak'la olan ilişkilerinin içeriğinin bazı yönlerini şimdilik tam olarak bilemiyoruz. Fakat tüm bunlar uluslararası ilişki­lerin 1 nolu aksiyomu çerçevesinde gerçekleştirildi: Dengelerin bölge halkının değil, kendi elimizde olmasını garantiye almak. Amerika'nın şimdi Körfez'de olmasının en önemli sebebi budur.

Yeni Dünya Düzeni: Dizginsiz ABD Saldırganlığı

Niçin güç kullanarak kazanmak istiyoruz? Neden diplomasi değil? Söylediklerime spekülasyon denebilir, fakat benim spekülasyo­num bunun yeni uluslararası düzenin, yeni dünya düzeninin diğer özellikleriyle açıklanabileceğidir. Kendimize ABD'nin gücünün ne olduğunu soralım? Yeni Dünya Düzeni'nde bizim en önemli kartımız nedir? Moral veya ahlaki bir güç mü? Bunları bir kenara koyabiliriz. Hiç kaale almadığımız Kosta Rikalı Üçüncü Dünya Katolik teologları bu konuda tamamen haklılar. Siz Hıristiyanlar'la-Roma imparator­luğu analojisinden hoşlanabilirsiniz veya hoşlanmayabilirsiniz, hiç bir ahlaki ve moral güce sahip olmadığımız şüphe götürmez bir gerçek. Peki ya politik ve diplomatik gücümüz var mı? Buna hiç bir zaman sahip olamadık. ABD'nin izlediği politikalar Üçüncü Dünya ülkele­rinde hiç beğenilmez ve hep eleştirilmiştir. Dolayısıyla da eğer her­hangi bir çatışma diplomasi sahasına kayarsa, büyük olasılıkla kay­bederiz. Zaten ABD bunun için ısrarla Orta Doğu, Hint Çini, Orta Amerika'da müzakerelere ve diplomasiye karşı çıkıyor. Buralarda tekrar tekrar barış müzakerelerini kesmeye çalıştık ve bunda da bir hayli başarılı olduk. Yine bu sebeple ABD BM'i her girişiminde etkisiz hale getiriyor. Daniel Moynihan'dan daha önce söz etmiştim. Güzel bir gerekçe. Diplomasi bizim için kötü haber demek. Diplomasi yoluyla ulaşmak istediğimiz sonuca varamıyoruz. Bu sahada gücümüz yok. Ya öyleyse ekonomik gücümüz var mı? 1970'lerin başına kadar, ezici bir ekonomik hakimiyetimiz vardı. Ama artık böyle bir üstünlüğümüz kalmadı. ABD hala en büyük ekonomiye sahip ülke, ancak eskisi gibi dev bir farkla değil. Amerikan ekonomisine uzun vadede pek çok yıkım getirecek Reagan yıllarından sonra baş rakipleri Almanya ve Japonya ile kıyaslandığında ekonomik olarak daha zayıf. Moda bir ifadeyi kullanırsak, dünya üç kutuplu bir ekonomiye sahip. Dolayısıyla ekonomik gücümüz de fazla önemli değil. Geriye tek bir şey kalıyor: Askeri güç. ABD bu hususta neredeyse tekeli elinde tutuyor. Üstelik, yeni dünya düzeninde, ABD'nin güç kullanmasına karşı artık bir caydırıcı güç bulunmaması gibi çarpıcı bir yenilik de var. Eskiden bir caydırıcı güç bulunuyordu: Sovyet gücü. ABD ancak belli ölçülere kadar güç kullanabiliyordu. Sının aşarsa karşısında Sovyetler'i bulacak ve bu da tehlikeli sonuçlar doğuracaktı. Kendimizi tehlikeye sokmak istemediğimizden dolayı da sınırı aşmıyorduk, izlediğimiz ahlaki ilke bundan ibaretti. Yani bize karşı güç kullanabilecek bir güç her zaman mevcuttu. Dahası Sovyetler Birliği ABD saldırısının kurbanlarına da yardım edebiliyordu. Buna teknik bir isim de takılmıştı: 'Sovyet saldırganlığı' deniliyordu. Sözgelimi, Sovyetler Birliği, Nikaragua'da ABD'nin şiddet kullanarak devirmeye çalıştığı hükümete yardım sağladığında "saldırganlık" yapmış oluyordu. Ama artık ne Sovyet saldırısı ne de Sovyet caydırıcı gücü vardı. Dolayısıyla ABD askeri güç kullanmak açısından çok daha serbest. ABD bunun tamamen farkında ve bilincinde. Soğuk savaş sonrası dönemin önemli özelliklerinden biri de bu olacak. İlk soğuk savaş sonrası askeri müdahale Panama'yaydı. Farklı bir bahane bulması dışında her şey eskisi gibiydi. Artık Ruslar'ı bahane olarak gösteremezdik. Bu sefer başka yalanlar gerekiyordu. Bu anlamda soğuk savaş sonrasında olduğumuz anlaşılıyordu. Yine hiç bir caydırıcı güç de yoktu. Bu gerçeği Elliott Abrams, ilk defa Ruslar'la çatışma ihtimali korkusu olmadan askeri güç kullanabiliyoruz diye övünerek açıkça ifade etmişti. Zaten Latin Amerika'da, Ruslar'la çatışma ihtimali zaten hep az olmuştu; fakat Körfez'de bu çok daha büyük bir anlam taşıyor. Burada ABD ilk defa askeri gücünü oldukça serbestlik içinde kullanabilecek. Ruslar'la çatışma olmayacağına bundan daha fazla emin olunamazdı. Onlar artık oyunun dışında kalmışlardı. Caydırıcı güç yok. İşte yeni dünya düzeni. Askeri güç kullanımında hakimiyet kurmaktan da öte, karşımızda hiç bir caydırıcı güç de bulunmuyor.

Tabloyu genel olarak gözönüne getirirsek, böyle bir dünya düzeninde kaba kuvvetle kazanılan bir zaferin, kaba kuvvetle hükmetmeye niyetli bir gücün çıkarına gayet uygun olduğunu görürüz. Diplomasi ile kazanılan bir zafer bu gücün işine gelmez. Sanırım bu faktör şu an Körfez'de olanları büyük ölçüde aydınlatıyor. Artık Orta Doğu'da vukubulacak büyük trajediye engel olacak fazla vakit yok. Hiç zaman harcayacaklarını zannetmiyorum. Sonuç ne olursa olsun, derindeki sorunlar çözülmeyecek. Yani şiddetin kurumsal kökenleri ile onu destekleyip savunan kültürel faktörler. Bunlar da bizden hiç uzak değil.

Çev.: Cengiz Şişman

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR