1. YAZARLAR

  2. Fehmi Huveydi

  3. Normalleşme Taraftarlarının Yalanları, Bize Kızılderililerin Akıbetini H
Fehmi Huveydi

Fehmi Huveydi

Yazarın Tüm Yazıları >

Normalleşme Taraftarlarının Yalanları, Bize Kızılderililerin Akıbetini H

05 Eylül 2016 Pazartesi 19:50A+A-

İsrail'in iddialarını temize çıkarmak için yalan söylemesini anlıyorum fakat bazılarımızın İsrail ile normalleşmeyi savunmak için yalan söylemesini garipsiyorum.

1

İsrail ile normalleşmeyi savunan Mısırlı bir entelektüel, İsrail’i sadece bölgedeki bir yapı olarak gördüğünü söyleyince yalan söylemekle kalmıyor, bunun yanında Siyonistlerin ortaya attığı delili de tekrar etmiş oluyordu. Hem de onların kullandığı kelimelerle. Bunun delili, “İsrail ve Güney Sudan özgürlük hareketi” kitabının müellifi Moshe Fergie’nin yazdıklarıdır.  Yazar şöyle yazmış: “İsrail bakış açısına göre Arap Bölgesi, kültür ve medeniyet açısından bir birlik oluşturmuyor. Bilakis çeşitli kültürlerden oluşmuş bir karışım var. Burada Araplar, persler, Türkler, Ermeniler, İsrailliler (mugalataya bakın) Türkler, Dürziler, Bahailer, Şiiler, Sünniler ve Aşuriler yaşadı.”  Azınlıkların ve kimliklerin bu şekilde sıralanması İsrail varlığını meşru kılmayı hedefliyor. Çünkü bu şekilde tasvir edilen bölge; diller, ırklar ve halkların bir karışımı haline geliyor ve aralarındaki birlik imkansız bir hayal olarak görülüyor. Bunun mantıklı sonucu da her halkın bölgede kendisine özel bir yapısı olmasıdır. Bu şekilde İsrail, bölgede yaşayan bir halk olarak meşruiyet kazanmış oluyor. İsrailli yazarın takip ettiği bu mantık silsilesini, doktora yapmış ve üniversitede siyasal bilimler dersi veren Mısırlı araştırmacı da takip ediyor. Her ne kadar İsrailli araştırmacının yazdığı mantık silsilesini zikretmese de. Siyasal bilimler hocasının normalleşme fikrine bu kadar bağlı olduğu sırada İsrail'in uluslararası kanunlar açısından herhangi bir meşruiyetinin olmadığını unutmuş olması dehşetimizi arttırıyor. Çünkü Belfour kararı, siyasi bir karardı ve Filistin'i bölmek fikri Birleşmiş Milletlerin 1948 Mart ayında reddettiği bir fikirdi. O zaman bu fikrin bölgeyi bir kan denizine çevireceği ifade edilmişti. Devletlerin İsrail'i tanıması ise herhangi bir vakitte üzerinde düşünülüp geri alınabilecek siyasi bir karardır. Bunların hepsi uluslararası kanunlarda kendisine yer yapamaz veya onun bir parçası olamaz. Eğer durum uluslararası Adalet mahkemesine sunulursa bu iş tespit edilir.

2.

Normalleşme taraftarlarının ortaya attığı ikinci yalan ise -ki buna Mısır Dışişleri Bakanlığı sözcüsü de katılıyor- 1979’da imzalanan barış anlaşmasının bölgede barış'ı sağladığı iddiasıdır. Tarihi gerçeklere baktığımızda bu anlaşmanın Mısır'a ve Araplara bir vebal olduğu ortaya çıkar. Bu anlaşma gerçekte iki şeyi sonuç verdi. Birincisi, Mısır Araplara liderlik etmekten vazgeçti ve küçüldü. Bunu yapmakla İsrail meseleyi idare etmede ve istediği gibi onunla oynama da tek başına kaldı. İsrail bu şekilde istediği gibi hareket etmeye ve yerleşim yerlerini genişletmeye başladı. Mısır'ın Sina yarımadasını -en azından büyük bir kısmını- geri aldığı doğrudur. Fakat barış anlaşmasını imzalamakla yerini kaybetti. İsrail, 1981 yılında Irak’ın nükleer santrallerini bombaladı. 1982 yılında Lübnan'ı işgal etti. Mısır'ın bu şekilde denklemden çıkmasıyla Filistinliler 1993 yılında Oslo anlaşmasını imzalamak zorunda kaldılar. Aynı şekilde Ürdün de 1994 yılında İsrail ile anlaşma yaptı. Mısır meseleden elini çektikten sonra Ürdün de elini çekti. Filistinliler Mısır'ın kendilerinden vazgeçtiğini görünce onlar da Belfour'dan daha kötü olan Oslo anlaşmasını imzaladılar. Oslo, Belfour’dan daha kötü. Çünkü onlar Oslo'da vatanlarını onlarla bölüşmek için İsrail ile masaya oturdular. Bunun daha önce tarihte bir benzeri görülmemiştir. İşgal altında direnişi devam ettirmek yerine işgal edenlerle ona meşruiyet vermek için oturdular. Unutulmamalı ki Oslo anlaşmasında uluslararası kanunlara veya Birleşmiş Milletler kararlarına işaret eden herhangi bir madde yoktur.

Filistin'e barış gelmedi. Merkezi İsrail içerisinde olan ve bölgedeki ülkeleri takip eden Birleşmiş Milletlere bağlı bir iletişim merkezi kuruldu. Ona bağlı güçler de Sina yarımadasındaydı İsrail, Mısır'ın elini çektiğinden emin olunca yerleşim, Yahudileştirme ve Filistin topraklarını yutmaya başladı. 1979 yılında yerleşimcilerin sayısı yaklaşık 20 bin iken bugün yaklaşık yarım milyona ulaştı. O zamandan beri İsrail yerleşim yerlerini genişletti ve yeni yerleşim yerleri kurdu. Öyle ki Batı Şeria topraklarının % 42’si yerleşim yerlerinin egemenliği altına girdi.

1979’den şimdiye kadar İsrail, 4473 Filistinlinin evini çeşitli bahanelerle yıktı. Bu rakam İsrailli insan hakları kuruluşu B’tselim tarafından verilen rakamlardır ve hepsi de barış anlaşmasının faziletlerini yalanlıyor ve istikrar getirdiği yalanlarını gözler önün seriyor.

3

Üçüncü yalan İsrail'in mutedil Arap ülkeleriyle birlikte teröre karşı savaşta bir ortak olduğu iddiasıdır. İster bu Sina Yarımadası'ndaki terörist gruplara karşı olsun, ister şu an tehlikeli olduğu ifade edilen İran'ın nükleer programına karşı olsun. Bu yalanın bazılarının aklına nasıl girdiğini bilmiyorum. Çünkü İsrail bölgeye terörü ilk getiren kaynaktır. İsrail çeteleri İngilizleri korkutmak için 1946 yılında bombaları kullanmışlardır. Aynı yılda bir İngiliz hâkimini ve askerini kaçırmışlardır. Sivillere ilk bombayı 1948 de İsrailliler atmışlardır. Kudüs'ün batısındaki Lefta köyünde Filistinliler bir kahvede otururlarken üzerlerine bomba atmışlardır. Tarihi kaynaklar sadece 1948 yılında İsraillilerin 80 katliam yaptığını ortaya koyuyor.

Bunun yanında Siyonist çeteler, 1948’in temmuz'unda bir caminin duvarlarında delikler açarak ve o deliklerden içerideki kişilere ateş açarak 200 Filistinliyi öldürmüşlerdir. Kaçırma, suları zehirleme, evleri sakinlerinin başına yıkmak gibi bütün terör faaliyetleri eylemlerini ve benzerleri İsrail yapmıştır. Daha sonra da kalkıyor ve bizlere mutedil ülkelerle birlikte teröre karşı savaştığını durduğunu iddia ediyor. Bunu da büyük bir cüretle söylüyor.

Dördüncü yalan aslında çok açık ve yalanını ortaya koymaya gerek yok. Bu yalan İsrail'in barışı gerçekleştirmek için Filistin yönetimi ile müzakere ettiği iddiasıdır. Buna İsrailliler bile inanmıyor. Çünkü devam eden müzakereler Ramallah’taki yönetim ile İsrail güvenlik birimleri arasındaki güvenlik koordinasyonu bağlamında yürütülüyor. Hiç kimse bu konuda çözüme ulaşabileceğini inanmıyor. Buna İsrail'in Filistin'e ekonomisinin % 98’ini kontrol ettiğini de eklersek görüşmelerin hedefinin işgali devam ettirmek ve zamanla ona bir meşruiyet kazandırmak olduğunu söylemek mümkündür. Bunun sonucu da iki devletli bir çözüm fikrinin gerilemesi ve tek devletli çözüm fikrinin ret edilmesidir. Ortaya atılan fikir ise işgal altındaki Filistinlilerin ekonomik durumlarını düzeltme girişimlerinden ibaret kalıyor. Eğer durumlar, normalleşmecilerin istediği şekilde devam ederse Kızılderililerin akıbeti hakkındaki konuşmamız, farazi bir konuşma olmaktan çıkacaktır. Çünkü on yedinci yüzyılın Kızılderililerin başına gelen ve hepsinin yok olmasına sebep olan şey, şimdi neredeyse harfi harfine Filistin'de tekrar ediyor.

Suriye asıllı yazar Münir el-Akş, Kızılderililerin feci akıbetini üç kitapta yazdı. Bu kitaplar “Amerika, Toplu Katliamlar ve Kültür katliamları”. Korktuğumuz akıbeti üçüncü kitap ele alıyor ve “Kızılderililere Filistin Devleti” başlığını taşıyor. Bu kitap, dikkatlice okuduğunda kitabın şu an Filistin'de olanları anlattığı görülecektir. Siyonistler 1881 yılında sadece 5 yerleşim yerine sahipken ve nüfusun sadece yüzde altısını temsil ediyorlarken şu an bütün Filistin'i yuttular ve kendilerini Ortadoğu'da imrenilen bir büyük güç olarak takdim ediyorlar.  Bu kitabın lise ve ortaokullarda okunması için çağrıda bulunmak aklıma geldiğinde Mısır'daki eğitim müfredatının değiştiği haberleri beni hayal kırıklığına uğrattı. Mısır’daki müfredat İsrail’in suçlarını ortaya çıkarmak üzerine değil, onu beğenmek üzerine kurulmuş. Münir El Akş’ın son kitabı beni çok hüzünlendirdi ve İbn kesirin el-Bidaye ve el-Nihaye adlı kitabında Tatarların Bağdat'ı işgal etmelerinden bahsetmesini hatırtı. İbn Kesir, bu olayı çok büyük bir musibet olarak niteliyor ve bunları gördükten sonra şöyle söylüyor: Keşke annem beni doğurmasaydı. Keşke bundan önce unutulup gitseydim.

Allah'tan bize normalleşme gününü ve onu büyük musibetini göstermesini diliyoruz. Ne bize ne de bizden sonra gelen çocuklarımıza.

YAZIYA YORUM KAT