1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Netanyahu rejimi ve güvenlik eksenli otoriterleşme
Netanyahu rejimi ve güvenlik eksenli otoriterleşme

Netanyahu rejimi ve güvenlik eksenli otoriterleşme

“İsrail’i ‘Ortadoğu’nun tek demokrasisi’ masalından çıkarıp bölgenin diğer güvenlikçi ve rantiyer yapılarıyla aynı rejimsel gerçekliğe yerleştirmek, resmin nihayet netleşmesini sağlıyor.”

12 Aralık 2025 Cuma 17:24A+A-

“En Demokratik Devlet” Söyleminin Ötesine Geçmek 

Necmettin Acar / Kritik Bakış


 

Ana akım uluslararası ilişkiler literatürü, İsrail’i Ortadoğu’daki “en demokratik devlet” olarak konumlandırmayı alışkanlık haline getirmiştir. İsrail’e atfedilen bu istisnai rol, yalnızca onu bölgenin geri kalanından olumlu anlamda ayrıştırmakla kalmaz, aynı zamanda Ortadoğu ülkelerindeki yönetimleri aşağılayan, onların devlet geleneklerini ve kurumsal kapasitesini küçümseyen bir ima da içerir. Bu çerçevede düzenli seçimlerin yapılması, iktidarın görece pürüzsüz el değiştirmesi, kurumsallaşmış bir hukuk sisteminin varlığı ve canlı bir sivil toplum-devlet ilişkisi, İsrail demokrasisini “örnek model” olarak sunmak için sıklıkla referans verilen göstergeler olmuştur. Basın özgürlüğü, demokrasi endeksleri ve hukukun üstünlüğü gibi kategorilerde İsrail ile komşu Arap/Ortadoğu devletleri arasında çizilen yanlı fakat belirgin farklar da bu anlatıyı uzun süre beslemiş, İsrail’i bölgesel bağlamda neredeyse örnek alınması gereken normatif bir “istisna”ya dönüştürmüştür.

Bu yazının amacı, özellikle 7 Ekim sonrasında daha görünür hale gelen siyasal ve askerî pratikler ışığında, İsrail’in siyasal sistemi hakkındaki bu Batılı ana akım yaklaşımı sorgulamaktır. Yazının temel iddiası, İsrail’in de tıpkı Arap Ortadoğu’sundaki birçok siyasal yapı gibi “devlet”ten çok “rejim” kavramsallaştırmasıyla ele alınması gerektiğidir. Demokratik kurumların işleyiş biçimi, basın özgürlüğünün fiilî sınırları, uluslararası hukuka bağlılık düzeyi ve devlet-toplum ilişkilerinin niteliği birlikte değerlendirildiğinde, İsrail’in yönetim yapısının normatif-demokratik bir istisna olmaktan ziyade, güvenlik eksenli, ayrıcalık üretici ve rejim güvenliğini önceleyen bir mantıkla işlediği iddia edilecektir. Bu çerçevede İsrail, Ortadoğu’daki diğer siyasal yapıların üzerine yerleştirilen “demokratik vitrin” olmaktan çok, aynı rejimsel dinamiklerin farklı kurumsal kılıflarla yeniden üretildiği bir örnek olarak okunacaktır.

Ortadoğu Rejimleri

Uluslararası ilişkiler disiplininin temel uğraşlarından biri, devletleri ve onların politik düzenlerini kavramsal kategorilere ayırarak karşılaştırmaktır. Ana akım kuramlar Arap Ortadoğu’sundaki siyasal yapıları genellikle “rejimler” başlığı altında ele alır. Bu sınıflandırma tek adam yönetimleri, mutlak monarşiler ve farklı derecelerde kişiselleşmiş otokrasiler arasında bir tasnif içerir. Bu yaklaşımdaki ortak payda, yöneten ile yönetilen arasındaki temsili meşruiyet bağının zayıflığıdır. Böylece devlet yetkesinin kullanımında kamusal çıkarla yöneticinin şahsî veya hanedanî çıkarı arasındaki mesafe açıklamanın merkezine yerleşir.

Bu bağlamda “rejim güvenliği” kavramı keskin bir analitik mercek sunar. Bu kavram, ulusal güvenliğin referans nesnesinin toplum değil iktidardaki elit olduğunu vurgular. Sonuçta ordu, istihbarat ve güvenlik bürokrasisi, rejimin bekasını koruyacak şekilde kurumsallaşır. Toplumsal muhalefet, dış politika öncelikleri ve hatta kalkınma stratejileri bile rejimin ömrünü uzatacak biçimde tasarlanır, “ulusal çıkar” iddiası pratikte rejimi meşrulaştıran bir sembolik perdeye indirgenir.

Arap petrol ekonomilerindeki rant dağıtım mekanizmaları bu dinamiği pekiştirmiştir. Gelirin vergi yerine hidrokarbon ihracatından gelmesi, rejimi topluma hesap verme zorunluluğundan kurtarırken sadakat satın alma kapasitesini artırmıştır. Bu sistemde seçkin ağları, siyasal bağlılığı kurumsal denetimin yerine geçirir, katılım kanalları prosedürel değil, keyfî patronaj ilişkileri üzerinden işler. Protesto potansiyeli ise güvenlik aygıtının yasal değil kişisel sadakate dayalı örgütlenmesiyle bastırılır. 2011’de görüldüğü üzere rejim krizi tetiklendiğinde devlet kapasitesi de eşzamanlı çöküş riskiyle yüzleşir.

Kuramsal olarak bu tablo klasik devlet-merkezli analizlerin ötesine geçmeyi zorunlu kılar. Rejim güvenliği perspektifi dış politikayı bile içsel meşruiyet krizlerini yönetmenin aracı olarak görür. Kim zaman bölgesel rekabetlerde alınan sert tutum, içeride rızayı pekiştirme işlevi görebilir. Dolayısıyla Arap Ortadoğu’sunu incelerken analistin bağımsız değişken olarak “devlet” yerine “rejim tipi”ni alması, hem içsel dönüşümü hem de bölgesel davranışı daha tutarlı açıklama olanağı sunar.

Netanyahu Rejimi

Mevcut İsrail yönetimini “Netanyahu rejimi” olarak kavramsallaştırmak, onu Arap otokrasilerinden niteliksel olarak ayırmadan, benzer “rejim güvenliği” mantığını vurgulamaya imkân verir. Biçimsel olarak seçimli bir demokrasi söz konusu olsa da, iktidar koalisyonunun temel önceliği, Buzan’ın anlamında “ulusal güvenlikten” çok iktidar bloğunun devamını temin etmektir. Yargı reformu girişimleri, koalisyon içi pazarlıklarla medyaya ve sivil topluma dönük baskılar, bağımsız kurumların sistematik biçimde zayıflatılması bu perspektiften okunabilir. Basın özgürlüğüne yönelik siyasi baskı, güvenlik söylemi ve “savaş hali” gerekçesiyle meşrulaştırılır, böylece eleştirel medya, rejim güvenliği açısından “iç tehdit” kategorisine itilmiş olur.

Uluslararası hukuk alanında da benzer bir ikili standart gözlenir. Gazze’deki askeri operasyonlara dair savaş suçu ve soykırım suçlamaları, iç kamuoyuna çoğunlukla “İsrail’in varlık hakkına saldırı” çerçevesinde sunularak kriminalize edilir. Bu da uluslararası hukuku, rejimin bekasına karşı “dışsal komplonun” parçası gibi resmeder. Hesap verebilirlik mekanizmaları—hem iç hukukta hem uluslararası düzlemde—güvenlik bürokrasisi, koalisyon dengeleri ve aşırı sağın ideolojik kırmızı çizgileri tarafından kısıtlanır. Bu sistemde demokratik teamüller, seçim prosedürüne indirgenmiş, liberal bileşenler olan haklar, özgürlükler, kuvvetler ayrılığı giderek aşınmıştır.

Bu yapıyı pekiştiren en önemli faktörlerden biri, özellikle ABD’den gelen askerî ve mali desteğin yarattığı “dış rant”tır. Güvenlik yardımları ve siyasi koruma, rejimin hem savaş ekonomisini sürdürmesine hem de içerde maliyet ödemeden sert güvenlik politikaları izlemesine imkân verir. Böylece İsrail ekonomisinin önemli bir kesimi, yüksek teknoloji ve savunma sanayii üzerinden dış fonlara ve savaş koşullarına bağımlı, fiilen rantiyer bir karakter kazanır. Üretken, barış temelli ekonomik entegrasyonu savunan aktörler marjinalleşirken, ekonomik faaliyeti “güvenlik devleti” mantığına tabi kılan aşırı sağ elitler güçlenir. Neticede “ulusal çıkar” söylemi ile “Netanyahu rejiminin çıkarı” arasındaki mesafe kapanır. Devlet değil rejim tipi, hem iç krizi hem de bölgesel davranışı açıklayan asli değişken hâline gelir.

Sonuç olarak, Tom Barrack’ın Doha Forum’da dile getirdiği “Bu bölgede gerçekte en iyi işleyen şey, ister beğenin ister beğenmeyin ‘hayırsever bir monarşi’ olmuştur. İşleyen model budur” tespiti, İsrail’e atfedilen istisnai demokratik konumun sorgulanması bakımından çarpıcı bir ayna işlevi görmektedir. Barrack’ın “hiçbir yerde demokrasi göremiyorum” ifadesi, bölgesel düzeyde kurumsallaşmış bir liberal demokrasiden ziyade, farklı yoğunluklarda otoriter, patrimonyal ve güvenlik eksenli rejimlerin hâkim olduğunu vurgular. Bu çerçevede İsrail, kendi resmi söyleminde ve Batı literatüründe “Ortadoğu’daki tek demokrasi” olarak sunulsa da, pratik işleyiş itibarıyla tipik bir Ortadoğu rejimiyle önemli benzerlikler sergilemektedir.

Rejim güvenliğini toplumsal güvenliğin önüne koyan zihniyet, basın özgürlüğünü güvenlik tehdidi lehine daraltan uygulamalar, uluslararası hukuku rejim çıkarlarını tahkim eden esnek bir enstrümana indirgeyen yaklaşım ve özellikle ABD başta olmak üzere dış kaynaklara dayalı “dış rant” bağımlılığı, Netanyahu İsrail’ini klasik devlet-merkezli analizlerden çok rejim tipleri literatürü içinde konumlandırmayı gerektirir. Seçimli prosedürlerin varlığı, bu rejimsel mantığı maskeleyen bir “demokratik cilâ”dan ibaret kalmakta; hesap verebilirlik, şeffaflık ve hukukun üstünlüğü gibi liberal-demokratik unsurlar giderek aşınmaktadır. Dolayısıyla İsrail’i normatif bir istisna olarak değil, Ortadoğu’nun güvenlikçi, rantiyer ve ayrıcalık üretici siyasal düzenleriyle aynı analitik kategori içinde, yani bir “rejim” olarak okumak, hem güncel pratikleri hem de bölgesel davranış kalıplarını anlamak açısından daha tutarlı bir çerçeve sunmaktadır.

 

HABERE YORUM KAT