Sümeyye Demir

Sümeyye Demir

Yazarın Tüm Yazıları >

Nefret

18 Kasım 2009 Çarşamba 22:48A+A-

[email protected]

Yazmak, dillendiremediğimiz, dudaklarımız arasından çıkmasına izin ver/e/mediğimiz hislerimize, içimizdeki sessizliğe, el ele veren harflerle çığlık katmak, mürekkep niyetine, ruhumuzu hokkaya doldurup özgürleşmeye çalışmaktır.

Sevgi vücut bulabilir kalemin siyah lekeleri arasında. Mutluluk da öyle. Dillere destan aşklar da yazılır elbet. Ya nefret? Onun şiddetini yazmaya mürekkepler, tuşlar muktedir olabilir mi? Nedir nefretin kaynağı? Yaradan, şeytanla birlikte mi yaratmıştı nefreti? Yoksa ilk Kabilin kalbine mi yerleştirilmişti nefret? Kin, öfke ve kıskançlık mı yeşertiyordu onu? Üstelik sınır da tanımıyor bu illet… Ve özellikle de insanlara karşı hissedilen ve yansıtılan nefret.

Küçük bir çocuk, yetişkin bir adam, merhametiyle müsemma bir anne, kimi zaman devlet, kimi zaman rejim, kimi zaman fikir, kimi zamansa metot olarak çıkıveriyor karşımıza. Tarih bunların binlercesiyle dolup taşmakta,  her gün yenisine bir yenisi daha eklenmeye devam etmekte. Güçlülerin zayıfları köleleştirmesi, toprakların işgali, azınlığın, mazlumların, Müslümanların soykırımı, zulme maruz kalmaları yahut yok sayılmaları…

Karanlıkların arasından göz kırpar nefret. Kötü olduğu için karanlıklardır mekânı. Gözükmemek, duyulmamak ve fark edilmemek ister. Kara bir buluttur insanlığın yüreğine çöreklenen. Taşınması güç bir kayadır aslında vicdanı olan için. Onu taşımanın şifresi, insanlığını yitirmek, gözlerin kör olması, kulakların tıkanıp, hak ve adalete sırt dönülmesidir. Kendi/leri/ni merkeze yerleştirmekse anahtarı.

Nefret sahibi, egolarını tatmin amaçlı fikirler üretmeye yönelmiştir. Tüm alıcılarını, başkalarının düşüncelerinin, haklarının, mazlumiyetinin gerçekliğine kapatmıştır. Bu nefret, kimi zaman kendini/fikirlerini/değerlerini yüceltme, başkalarını küçümseme, kimi zamansa arınma, saflaştırma ve bir olma düşüncesinin tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Bu çıkış öyle bir çıkıştır ki, değdiği yeri kasıp kavurur, onarılması imkânsız, tarihin dahi seyrini değiştirecek hasarlar yaratır.

Ta eskiden günümüze gelinceye kadar, aynı zihniyette kişi ve zümreler topluluğu olmuş, halkalarına ölümler, gözyaşları, ayrılıklar, işkenceler ve hasretlikleri reva görmüşlerdir.

Örneğin Nemrut ve Firavunun, Allah’a ve yoksul halka olan düşmanlığı ve nefreti, kendilerini zalimlerden ve cehennemliklerden yapmıştır. Onların sonlarının iyi olmayacağı gibi, ölümleri de korkunç olmuştur.

“Hani bir zamanlar sizin için denizi yarıp, sizi kurtardık da Firavun'un adamlarını suda boğduk, siz de bakıp duruyordunuz.” (2:50) / Allah da onu tuttu, dünya ve ahiret azabıyla yakalayıverdi.” (79:25)

Bu manada Hitler de, nefretin en önemli temsilcilerindendir. ‘Irklar arasındaki yaşam mücadelesi’ fikrini benimseyerek, Almanların mensup olduğu arî ırkın, sözde evrim sürecinin en üst basamağında bulunduğu ve diğer ırkları yönetme hakkına sahip olduğu zihniyetiyle hareket ederek, 20 milyondan fazla insanı katletmiş, bir millete soykırım uygulamayı haklı mücadele saymıştır.

Aynı şekilde, anne ve babası köle olan bir kadın ve adamın çocuğu olarak dünyaya gelen Stalin, yaşamının değişik merhalelerinde bunun ezikliğini yaşadığını saklamamıştır.  “Toplum içindeki yerim dolayısıyla Marksist olduğum gibi, aynı zamanda, ilahiyat okulunda ezici baskını gördüğüm hoşgörüsüzlük ve cizvitvari disiplinden ötürü de Marksizmi benimsedim” sözleriyle kendini yansıtan zihniyetinden ötürü, 11 milyona yakın kanın sokaklarda sel olup akmasından büyük bir zevk duymuştur.

 “Demek, 'iş başına gelip yönetimi ele alırsanız' hemen yeryüzünde fesat (bozgunculuk) çıkaracak ve akrabalık bağlarınızı koparıp parçalayacaksınız, öyle mi?” (47/22)

Ve bir ülke düşünün ki, kuruluşundan bu yana hep korku tünelinin içinde hayat bulmaya çalışmış. Kurulurken de, kurulduktan sonra da, burun kemiklerini kıran korkunun o kesif kokusunu solumuş, halkına da solumasını zorunlu kılmış. Güneşi görmek, yüzünü aydınlığın tebessümüne döndürmek ve hatta barış çığlıklarının, gönülleri mest eden sesine kulakları tıkamak, birinci vazife olarak kazınmış beyinlere.

Devlet denen bir avuç derebeyi elinde, halk kukla misali hep birbirine düşman, birbirine karşı tetikte, birbirine karşı şüpheci yetiştirilmiş/yetiştirilmeye çalışılmış. Oysa zihinlerinde yetişen, yetiştikçe kangren gibi tüm vücutlarına yayılan ‘nefret’ olgusundan başka bir şey değildir. Kendi beyin hücrelerinde kök salan nefreti, karşılarındakilere ‘korku’ olarak yansıtanlar, yıllar yılı oynadıkları bu zalimane oyunlarından yüklüce pay elde etmeyi becermişlerdi.

Oyunun adı: Kork Benden

Kuralları: Hâkim zümrenin istekleri ve emirleri dışına çıkan her kim olursa yok etmek/sindirmek.

Oyuncular: Askerler, kendilerinden yöneticiler, menfaatini her şeyin üstünde tutan tacirler ve kendilerine alkış tutması gereken medyatörler.

Hedef kitle: Kendisini, hâkimiyetin ve temsiliyetin yegâne sahibi sanan ‘millet/halk’ kalabalığı.

Oyunda kullanılan malzemeler: Her nevi silahlar, güçlerini tescil etmek adına zaman zaman öne sürülmesi icap edecek piyonlar/cemaatler/kişiler/hareketler, kalkan vazifesi görecek ‘Atatürkçülük, laiklik, Cumhuriyet, Kemalizm, bayrak, ordumuz, Mehmetçik, irtica, şeriat, vatan bölünmez’ kavramları, yer ve zamana göre rengârenk üretilen gündemler, korkular, saldırılar, tuzaklar ve hileler.

İlgililer, günümüze gelinceye kadar sergilemeyi başardılar oyunlarını. Her durağanlığa, gözden düşmeye yüz tuttukları bir döneme girdiklerinde, akıtılan kanlarla, zindanlara doldurulan masumların çığlıkları ve beddualarıyla, renkli ölüm ve kaybetme hünerleriyle tempo tutturdular yandaşlarına. Bu şekilde hafızalara kaydetmeye çalıştılar kendilerini ve oyunlarının kurallarını. Ellerindeki asayı/silahı sallaya sallaya izlettiler yıllar yılı gösterilerini.

Hiç eksilmiyordu nefretleri. Çünkü nefret öyle bir şeydir ki, tiksintiyi, ürküp kaçmayı (yeni lügat), bir kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu istemeye yönelik duygu yoğunluğunu barındırır bünyesinde (TDK). Gücünü ve kuvvetini daim kılmak, kendinden olmayanlarla bir arada yaşamak ve kendi gibi düşünmeyenlerin seslerine tahammül etmek zorunluluğu içinde olmak, nefret duygularını kabartmış ve gözleri kör etmiştir.

Bir gün ansızın, darmadağın olmuş, ucunun nerede gizli olduğu belli olmayan, koca bir yumak düşüverdi milletin kucağına. Çektikçe geliyor da, bir türlü ucu bulunamıyor. Yıllar yılı yaşananlar, ölümler, kayıplar, işkenceler, zulümler ve korkular fırlıyor gözler önüne birer film kareleri gibi. Susmaktan yorulan diller, yazmayı özleyen kalemler işlemeye başlıyor yılların hantallığını üzerlerinden atarcasına. Askerler, mermiler, subaylar, gazeteciler, sanatçılar, iş adamları, politikacılar fırlıyor satır aralarından.

Ama yılmıyor inkârcılar. Israrla saltanatlarını sürdürmeye yeminli olduklarını haykırıyorlar. Bu uğurda yargıyı, anayasayı, devletin bekasını, milletin yarınlarını, başbakan ve cumhurbaşkanlarını feda edebileceklerini fısıldıyorlar tavır ve edalarıyla. Zulme başkaldıranları, haksızlığa dur demeye çalışanları isyancılar, bölücüler ve ayaklanmacılar olarak lanse etmeye, geçmişte akıttıkları kanların zorunlu olduğunu savunmaya çalışıyorlar.

Aynı topraklar üzerinde yaşayanları, aynı memleketin evlatlarını, kendi ırklarından olmadıkları gerekçesiyle sindirmeyi, yok etmeyi ve hatta onlarla savaşmayı, Yunanlıyla, Fransızla, İtalyanla savaşmakla eş değer tutmaya utanmıyorlar. Yıllar yılı hakları gasp edilen, aynı vatan topraklarında köşeye sıkıştırılmaya çalışılan halkın, özgürleşmek, adil yönetime tabi olmak ve haklarının iadesini sağlamak adına, gaspçı rejimle mücadeleye girişmesini, “tarih boyunca hep kavga ve isyanlar çıkarmış bir toplum için(Can Ataklı)” sözleriyle aşağılayıp, hiçliğe indirgemeye çalışıyorlar.

İdeolojilerin habisli çatık kaşları arasında, milyonlara uygulanan soykırım, zulüm ve işkenceler, yalnızca kendini seven zihniyetlerin, diğer düşünce ve ırklara karşı hissettikleri nefretin, hıncın ve duyulan tiksintinin bir dışa vurumudur. Yüreğinde sevginin beyaz gülümsemesini yitirenler, dipsiz kuyuların korkulu naraları arasında, vicdansızlıklarını öfkeleriyle perdelemeye çalışanlardır.

Ölüm Rab’dendir, boyun eğilip kabullenilir. Cinayet ve katliamlar ise asla. Gurbet zor ama katlanılabilir. Hasretlik ve kayıplarda ise söz geçiremezsin yüreğine. Allah için, vatan için seve seve çarpışırsın düşmanla. Kardeş kanınınsa, hesabı verilemez Hakkın katında.

Nefretin yerini sevginin, öfkenin yerini hoşgörünün alacağı günler gelmedi mi hala? Düğümlerin çözüldüğü, silahların sustuğu, güneşin neşeyle doğduğu günlere uyanmalı artık çocuklarımız.

Selam ve dua ile.

YAZIYA YORUM KAT

4 Yorum