1. HABERLER

  2. KÜLTÜR SANAT

  3. Necip Fazıl Ödülleri ve Eleştiri
Necip Fazıl Ödülleri ve Eleştiri

Necip Fazıl Ödülleri ve Eleştiri

Son günlerin gözde kültür sanat haberlerinden biri Haliç Kongre Merkezi'nde Star gazetesi tarafından ikincisi düzenlenen Necip Fazıl Ödülleri töreniydi.

31 Aralık 2015 Perşembe 21:35A+A-

Asım Öz / Dünya Bülteni

Bugün memleketimizde yeni olduğu kadar tuhaf bir kültür sanatçılık oynanıyor. Ödüller ve saygı geceleriyle sınırlandıramayacağımız bu yönelim, ne yazık ki önceki kuşaklardan birçok ismin itibarını her geçen gün aşındırıyor. Maalesef hiç tartışılmıyor bu. Bunu görmezlikten gelmek, bence çok yanlış. Nitelikli olanları küçümseyerek birtakım güzelliklerden kendi kendini mahrum bırakmak yahut tümüyle sakıncalı görmeye odaklı negatiflik değil kastettiğim. Anlamlı olup olmadığına bakmaksızın aynı isimlere ödül yağdırıp durmanın ve tabi verilen her ödülü kabullenmenin makul bir izahı yok. Üstelik bunlar çoğu zaman “saygı ödülü” oluyor ama farkında olmaksızın saygıyı sayıya tahvil ederek saygı sunulan kişiye zarar da veriyor.

Yayılmaya başlayan bu durumun diğer sorunları geriye itecek kadar önemli olduğunu söylemeye gerek yok aslında. Şüphesiz son günlerin gözde kültür sanat haberlerinden biri Haliç Kongre Merkezi'nde Star gazetesi tarafından ikincisi düzenlenen Necip Fazıl Ödülleri töreniydi. “Hınca hınç dolu” salonda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla gerçekleşen bu etkinlik, bir yönüyle olumlu yankılar uyandırdı. Bunun Cumhuriyet tarihi boyunca “öz yurdunda garip, öz yurdunda parya” muamelesine maruz bırakılan çevrelerin diasporik bilinçten kurtularak merkeze yürüyüşünün göstergesi olduğu noktasında neredeyse birleşildi, Cumhurbaşkanının ve Star’ın tavrı beğenildi, övüldü.

Beri yandan, bu tören dış görünüşü ve içeriği bakımından, özellikle de “abilere” dönük hürmetini muhafaza edenler başta olmak üzere pek çok kişiyi hayal kırıklığına uğratacak gelişmelere de sahne oldu. Ödül kazanmış sanatçıların hislerini açıklamaları için kürsüye davet edildiklerinde sarf ettikleri arasında özellikle “Yürüyüşüne kurban olma” içerikli olanını yahut “Üstad'ın en güzel şiiri, en güzel eseri karşımızda oturuyor” şeklindekini çoğu kimse konuşuyor mesela.

Elbette yalnızca bunlara takılarak, yanlış kıyaslarla tek parti devri zulümlerinin ve onun devamı olan güçlü sermaye sınıflarınca kotarılan düzenbazlıkların üstü örtülemez. Son kertede bu mahiyetteki sözleri “Cumhurbaşkanı'na tabasbus gibi algılamayı alçaklık diye görmesek de”, bunlar karşısında nasıl bir tutum takınılması gerektiği de mühim.

Hiç tereddüt etmeden buna benzer durumların bilançosunu yapmaya kalktığımızda edebiyatın ve düşüncenin gelişimi açısından bir gerilemeden söz edebiliriz. Ödülleri kaldırmaktan yahut ne olursa olsun onları küçümsemeyen mahrumiyet hıncından bahsetmiyorum. Eski yazarların ödüle karşı düşüncelerini ve yazılarını hatırlamaya gerek yok, sofraya mesafeli olmayı tavsiye eden “kara kaplı kitaplar” yeter de artar bile.

Buradan devam edip biraz açmak gerekirse: Ödüllerin niteliği üzerine, Star gazetesinin bu ödülleri verme sebebi, ödül dallarının sabit olmayışı, geçen yılki jüri üyelerinden birisine ödül verilmesi, törende yazarların yaptığı konuşmalar başta olmak kaydıyla şimdiye kadar kayda değer bir eleştiri kaleme alınmadı. Nedense yazılanlar, bir elden çıkmış gibi birbirine benzeyen ajansların haber metinlerine benziyordu, bunu zorlayanlar vardı elbet fakat onlar ödülü dağıtan kurumun sanat sayfasında çıktığı için anlamlı değildi. Dahası ödül kazananların ya teşekkür ya da kendilerini savunmak maksadıyla yazdıkları da “kültür sanat” yazısı olarak ele alınamaz. 2014’te verilen ilk ödülleri de dâhil ederek yazıyorum bunları. Şayet bu yapılabilmiş olsaydı, ödüllerin niteliğine dair soru işaretleri yahut ödüller etrafındaki söylentiler bir miktar azalabilirdi. Öncelikle ödülün dalları temellendirilmek zorundadır.

Gelişigüzel ödül dağıtılmaya girişildiğinde inandırıcı olmayan bir “kültürel protokol” çıkar ortaya. O yüzden bundan sonraki yıllarda biri eksilen jüri heyetinin işinin daha da zor olacağı öngörülebilir. Jüri heyetinin bir üyesinin her yıl yenileneceğini ummak isterim ama bu pek mümkün gözükmüyor. Tabii gelecek yılın ödüllerini belirleyecek jüri heyeti, 2014’tekilerle aynı isimlerden oluşursa, meselenin daha çetrefilli bir hale dönüşeceğini söylemeye gerek bile yok.

Öncekilerle Barışmak yahut Eski/Eksik Hesaplar

Ayrıca Necip Fazıl Ödülleri’nin edebiyat dünyasında etkisi pek o kadar büyük değil. Düşünce, araştırma ve tercüme alanında da öyle. Okur ilgisi de bilenmiyor. Haddizatında ödüllerin kültür dünyasında büyük yankı uyandırmasından çok, başka mevzuların aracı kılınması gibi bir durumdan bahsetmek daha doğru.

Sözgelimi bu ödüller hakkında edebiyat dergilerini de işin içine katarak söylüyorum, kaleme alınan, her biri “eleştiri” olarak tanımlayabileceğimiz, ama birbirinden farklı kaç metin var? En fazla bir iki tane var ki, bu gerçekten de yadırganması gereken bir durum. Fakat belirttiğim gibi bu ödülleri vesile kılarak farklı hesapların görülmeye çalışıldığı çok açık. Bu hesaplaşmaya geçen yılki birinci ödül törenine katılan fakat bu yıl düzenlenen ikincisine katılmayan Mehmet Kısakürek’in, twitter hesabından üstadı savunmak maksadıyla yazdıklarını da eklemek gerekir.

Kısakürek, genelde Mavera grubunu özelde ise Rasim Özdenören’i yermeye dönük sert açıklamalarıyla öne çıktı ki ödülleri dahası jüri heyetinin tercihlerini tartışmaya açacak nitelikteydi yazdıkları. Mehmet Kısakürek’in önemli ve etkiler uyandıran sözleriyle devam edelim. Kısakürek, önce mutsuz bir şekilde sona eren Necip Fazıl ile Mavera çevresinin bazı olaylarını andı. Ardından Necip Fazıl Ödülleri’nin yararından çok sakıncalar doğuran bir duruma gelmiş olduğundan bahsetti.

Burada hassaten Mavera çevresinin 1970’lerin ikinci yarısında üstadın siyasî tercihlerinden dolayı ayrılmalarına dikkat çekildiğini hatırlatalım: “Şimdi Üstad'ı baş tacı edenler, siyasete kayarak onunla yolunu ayıranlar!...Biraz hayâ yahu!!!” sözleriyle tepkisini dile getiren Kısakürek, törene katılmamasıyla ilgili olarak da "Üstad, bu törene katılmamı istemedi! Gitseydim, geceyi bir cümleyle bitirir, gerekçemden habersiz Cumhurbaşkanına saygısızlık etmiş olurdum." dedi.

Kısakürek, bu yılki Necip Fazıl Ödülleri'nde “Necip Fazıl Saygı Ödülü”ne Rasim Özdenören’in layık görülmesini de şöyle eleştirdi: “Üstadım’ın son 5 yılı derin bir hüsran içindedir. R. Özdenören veMavera grubu da bu hüsranın körükleyicileridir” ifadelerini kullandı. Ne diyelim: “Hayatın gerçeği neyse o olarak çıkıyor karşımıza. Hayatın gerçeği kendini bize zorla dayatıyor. Onu inkâr etmenin, yok saymanın imkânı var bulunmuyor.”

Mehmet Kısakürek’in hepsini buraya alamadığımız açıklamalarının bazı haber ajansları ve gazeteler tarafından baş tacı edildiğini göz ardı etmemeliyiz. Kendisinin ilişkisizlikleri göstermeye çalışan, dahası saygı ödülünün hak edene verilmediğini iddia ettiği bu satırlar, Erdoğan karşıtı çevrelerce haberleştirilip, tartışıldı. Kısakürek'in sözlerinde belki bir nebze doğruluk payı olsa da, sözü söyleyen olarak baba sermayesini korumaya dönük refleksler içermesi de işin bir başka vahim boyutu.

Malum yıllardır eleştirinin nesnel olup olamayacağı konuşulur. Tıpkı bunun gibi ödüllerin de ne kadar nesnel olduğu hep ihtilaflı bir mevzu olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır.

Gelgelelim bu tür tartışmalarda konunun hep küçük hesaplar çerçevesinde ele alınmasında bir değişiklik olmayacak gibi. Nitekim Necip Fazıl Ödülleri konuşulurken de bu yaşandı.

Sözgelimi “fikir-araştırma” dalındaki ödülün sahibi İlhan Kutluer ile tercümedeki ödülün sahibi Senail Özkan hiçbir şekilde gündeme gelmedi. Şiirde ödüle değer bulunan Cevdet Karal’dan ise birkaç sataşma dışında neredeyse hiç bahsedilmedi. Dikkatini bunlara odaklayacak köşebentlerin yok denecek kadar az oluşu, çoğunluğun başka mevzulara odaklanmasını beraberinde getirdi. Gerçekten de verdiğim örnekler, ödüllerin ödül dışı saiklerle gündeme geldiğinin göstergesidir.

Demek ki, bir ölçüde kime verilirse verilsin Necip Fazıl Ödülleri’nin nasıl konuşulacağını belirleyen aslında eski ve yeni hesaplardır. Tabii bir başka cihetten bunların da bir tür gündeme geliş şeklinde ele alınabileceği düşünülebilir. El hak, bir şeyler eksik fakat başka yolu da yok, yeni sözler buluncaya kadar çaresiz bekleyeceğiz.

Yeni Küçük Hesaplar ve Büyük Hesap

Genel olarak “yeni bir coşku, yeni bir dikkat, yeni bir başlangıç duygusundan” uzak olduğu aşikâr olan Necip Fazıl Ödülleri’nin ikincisi maalesef küçük hesaplar çerçevesinde gündeme geldi. Nitekim geçtiğimiz günlerde Yeni Şafak gazetesinde son günlerde “taşralı İslâmcılara” hınçlanan Salih Tuna imzasıyla bir yazı yayımlandı.

Söz konusu yazıda Necip Fazıl’ın ahir ömründeki “talihsiz” eserlerinden, Rapor 4’ten bir alıntı da yer alıyordu. Alıntı, Mehmet Kısakürek’in açıklamalarından aktarılmıştı fakat Tuna’nın yazısının başlığıyla bir yönüyle örtüşüyordu. Ne yazık ki bu iki kelimeyi birlikte ele aldığımızda zihnimizde çok kötü çağrışımlar oluşuyor.

Önce alıntılanan kısma bakalım: “Biz davamızdan ne döner, ne de kıblemizden milyarda bir derece fedâ ederiz. Ancak, şahısların gayeden inhirâfı nisbetinde onlardan çevriliriz. Bu da, orospu vicdanlar dünyasında, en keskin fikir namusu icabı…” (Rapor 4, sayfa 25, 1978).

Muhtemelen Tuna, son cümlede geçen kelimeyi yazısının başlığına taşıyamadığı için bu kelimeyi “alüfte” ile değiştirmiş. Zira kendisi, bu yıl Necip Fazıl Hikâye Ödülü’ne değer görülen Sibel Eraslan’ı başka çekişmeler üzerinden; 17/ 25 Aralık “darbe” sürecinde kaleme aldığı bir yazısından dolayı hırpalamaya çalışıyordu. Açıkçası Eraslan’ın 2013 sonlarındaki hararetli süreçteki yaklaşımının neden şimdi gündeme getirildiğini anlamakta hayli zorlandım.

Elbette kimse eleştirilemez değil hele “amigoluğu” akla getiren durumlar söz konusuysa ama neden iki yıl beklenildiğini de sormak durumundayız. Aslında sadece bu zaman farkı bile ilgili yazının bir şeyleri açan ve örten, açığa çıkaran ve kapatan, ifşa eden ve gizleyen yanını ortaya koymak için yeterli.

Tuna, önce kendisinin Necip Fazıl’a duyduğu muhabbeti hatırlatıyordu. Ardından da “adına ödül aldığı Üstadımız yeri geldi mi çok daha ağır ifadelere yer verirdi” şeklindeki izahıyla, aslında yazdıklarının çok “hafif” olduğunu vurgulama gereği duyuyordu. Bunun üzerinden sosyal medyada açık veya “ima kılavuzu” mahiyetinde pek çok paylaşım oldu. Ne var ki - bildiğim kadarıyla-Salih Tuna, bu talihsiz yazısından dolayı şimdiye kadar ne özür dileme gereği duydu, ne de başka bir açıklama yaptı. Aynı şekilde gazete yönetiminden de bir açıklama yapılmadı. Doğrusu bahsettiğim yazının başlığı (“Alüfte Vicdanlar Dünyasında”) dahi “eleştiri”yi bırakın “düşmanlık” çerçevesinde bile değerlendirmeyi hak etmiyor.

Kafamızda çok katı bir düşmanlık tanımının yahut kalıbının olduğu muhakkak. O yüzden bu tür yazıları, “Bu eleştiri değil,” diyerek hemen elemeye eğilimliyizdir. Yine de, eleştiriyi eleştiri kılanın ne olduğu konusunda birbirine benzer, tek bir anlayışa ulaşmamız mümkün olmaz çoğu zaman. İşte tam bu noktada “düşmanlık” kavramı imdadımıza yetişir.

Gelgelelim bu şekilde ele alındığında dahi ben, söz konusu metni “düşmanlık” kategorisine dâhil edebileceğimiz kanaatinde değilim. Şüphesiz bunun nedeni o yazıyı kaleme alan yazarın “düşmanlık” kavramının muteber içeriğinden bihaber olduğunu tahmin ediyor olmamdır. Zira siyaset, son kertede “dost” ve “düşman” arasında gerçekleşen zorunlu bir ilişkidir, dostlar kadar düşmanlar da itibarlıdır. Hem zaten Türkiye’de oldukça erken tarihlerde Carl Schmitt’e atıf yapan Necip Fazıl da “Dava ve Cemiyet” şiirlerinden “Düşmanıma” adlı şiirinde bunu hatırlatmıştı: “Ey düşmanım, sen benim ifâdem ve hızımsın;/Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın!..” (Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yayınları, 2013, s.438)

O zaman bahse konu yazının muteber olan düşmanlık çerçevesinde ele alınabilmesi mümkün değil. Peki, o zaman bunu nasıl ele almalıyız? Belki yazısının başlığındaki “alüfte vicdanlar” ifadelerinden hareketle bir yol bulabiliriz. Yazı mesaisinin önemli sayılabilecek bir kısmını paralel yapı odaklı sıkıntılı gelişmelere ayıran yazarın tavrı, benzerlerinden çok farklı değil aslında.

İşte bu yüzden memlekette onca önemli gelişme varken Necip Fazıl Ödülleri bahsinde sadece Sibel Eraslan’ın onuruna dil uzatılması bir yazar ve Müslüman olarak doğrusu çok ağrıma gitti. Ablalar ve abilerin de sessizliği başka ve en az bu mesele kadar önemli ve şaşırtıcı, emir bi’l maruf nehyi ani’l münker noktasında. Kaldı ki bu konuda eleştiri yapılacaksa bunun ödüller çerçevesinde ve edep sınırları muhafaza edilerek yapılması gerekmez miydi? Bir esere, bir yazara küçük hesapların üstüne çıkarak yaklaşmak bu kadar zor mu?

Öyle ya da böyle, eksik ya da mükemmel bir sahiplenişin yansıması olarak ele alınan bu ödüller, bir kez daha aslî meselelerimizi hatırlatmalı bize. Aynı zamanda tartışmalarımızda olması gerekene yönelirken, küçük hesaplar peşinde koşmanın ne kadar boş olduğunu da. Zira küçük hesaplar çoğu zaman büyük hesabı; hesap gününe yönelik bir gelecek projeksiyonunun üstünü örtüyor.

Bitirirken, Necip Fazıl Ödülleri vesilesiyle bugüne kadarki ödül anlayışımızın genel görünüşü üzerine de şunları söylemek istiyorum: Zaten neredeyse unutulan bundan dolayı kazananları hayli gecikmeli açıklanan 2015 Necip Fazıl Ödülleri, kültür dünyamızın doğru düzgün ödül ihdas edemeyen tembelliğini, boş vermişliğini konuşmak açısından iyi bir imkân olabilirdi.

Dün açıklanan yarın açıklanacak ödüller başta olmak üzere, şu soruyu kendimize sormalıyız. Ödülü ödül kılan birtakım öğelere uymayı ne ölçüde başarabiliyoruz? Fakat bunun yerine dedikodu ve iktidara ayarlı bakışlar nedeniyle, sen ben kavgasını konuşmak şimdiki trajedimizi süreklileştiriyor. Galiba baş tacı edilen sermaye birikimi ve varsıllaşmaya rağmen böyle olup gitmeyi sürdürecek gibi görünüyor. Kültürel hayata ışık tutmaktan uzak ödüller karşısında ne yapılabilir ki? Tehlikeli Oyunlar’dan iki cümleyle arınalım bari biraz: “Bizden iyi bir oyun çıksın. Mış gibi yapmaktan usandım Albayım.”

HABERE YORUM KAT

2 Yorum