1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. Mevcut iktidarın ‘Yeni Atatürkçü’ söylemi dindar kesimlere giydirilebilir mi?    
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

Mevcut iktidarın ‘Yeni Atatürkçü’ söylemi dindar kesimlere giydirilebilir mi?    

05 Ocak 2022 Çarşamba 13:35A+A-

Yeni oluşturulan Türk ulusunun banisi ve atası olarak kabul edilen Kemal Atatürk’ün görüşleri ve Türkçü-Batıcı kadroyla gerçekleştirdiği icraatları/devrimleri onun hayatının son döneminden itibaren Kemalizm olarak tanımlanmıştır. Kemalizm, ulusçu bir sekülerleşme projesidir. Kıyıcı bir ideolojidir. Bu konuda ilk eseri de 1883 tarihinde Selanik’te Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan, Alliance Israélite Universelle1 mezunu ve İttihad-ı Terakki aktivisti Moiz Kohen (sonradan aldığı isimle Tekin Alp), 1936 yılında “Kemalizm” adıyla yayınlamıştır.  Kemalizm, Atatürk’ün öncülüğünde yapılan devrimleri savunma ve tahkim etme ideolojisidir. O, Osmanlı bakiyesi ümmet yapımızı (Anasır-ı İslam’ı) ırk temelli pozitivist ve “ilerlemeci” bir anlayışla yeni bir ulusa/“nation”a dönüştürme amaçlı bir Batılılaşma ideolojisidir. Kemalizm, farklı ideolojik eğilimlerle bir toplumsal mühendislik projesi olarak kullanılmaya müsait olarak sonradan farklı biçimlerde de tanımlanmıştır.

ATATÜRKÇÜLÜK’TE ARKA PLAN

Kemalizm, siyasi olarak sol veya sağ kategoriler ya da farklı perspektifler içinde ele alınmakta ve farklı biçimlerde yorumlanmaktadır. Ancak Kemalizm, kendini kullanan her eğilimi Batıcı, ulusçu, otoriter, laik, pozitivist, ilerlemeci, kalkınmacı özellikleriyle kuşatan ve böylece kendini takviye eden bir zemindir.

Askeri darbelerden sonra 1961 Anayasası sol Kemalizmi, 1982 Anayasası sağ Kemalizmi öne çıkartan siyasi vesayet rejimleri oluşturmuşlardır. 1960 Askeri darbesi öncesinde de sonrasında da Kemalist ideolojinin seküler temelli Türk ulusunu ve Batılı değerleri ikame etmeye çalışan operasyonlarının mottosu “Ümmetten bir millet yarattık!” ifadesi olmuştur.  Galat-ı meşhur olarak kullanılan ve Kur’anî bir kavram olan “millet” ifadesinin yerine daha sonradan “ulus” kavramı icat edilip kullanılmaya başlanmıştır. Avrupa kaynaklı “nation” kavramı yerine kullanılan “ulus” kelimesi de, galat-ı meşhur olarak kullanılan “millet” kelimesi de aynı anlamlara gelmekle birlikte sol ve liberal Kemalist kesimler daha ziyade “ulus” kelimesini, sağ ve muhafazakâr kesim de genellikle “millet” kelimesini tercih etmektedir.

20 yıla yaklaşan iktidarı döneminde Ak Parti elitleri ve lideri Recep Tayyip Erdoğan, iç ve dış vaseyeti aşma ve “millet bütünlüğü” gündemi içinde ilkokullardan itibaren Atatürk’ü ve misyonunu kutsama işlevi gören “Ant Törenleri”ni kaldırmasına rağmen, 15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsünden sonra rejimin “sağlam güçleri”ni Atatürk’ün “bağımsızlıkçı” görülen yanına ve “dine hürmetkâr” olduğu ilk dönemlerine atıfta bulunarak yeni ve güvenlikçi bir devlet tanımına gitti. Böylece Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kemalizmin “yurtta sulh cihanda sulh” politikasına dayanan bağımlı ve statükocu devlet anlayışına karşı; “yerlilik ve millilik” adına, “bağımsızlığı” ve “millet bütünlüğünü” gözetme adına Atatürk’ü yeniden tanımlayarak yeni bir devlet misyonu oluşturmaya veya yeni devlet tanımına yöneldi.

İslam aleminde bağımsızlıkçı, kendine yeten, toplum bütünlüğünü ve refahını gözeten, İslami değerlere saygılı bir devlet modeli; sömürülen, seküler kimliği topluma zorla giydirmeye çalışan, emperyalistlerin iş birlikçisi bir devletten tabii ki daha ehvendi. Bu “ehven yönelim stratejisi” ile yapılan ve Atatürk’ü de muhafazakâr-milliyetçi yorumla değerlendiren “Yeni Devlet” tanımı; askeriye ile, Hariciye kadrolarıyla, istihbarat birimleriyle, harp sanayii müteşebbisleriyle yapılan bir anlaşma zemininin kurulduğunu gösteriyor. Suriye, Libya, Karabağ, Kuzey Irak operasyonları da bunun göstergesi. Karşımıza çıkan birbirine aykırı ama birbirine yaklaştırılan iki tutum: Postmodern dindarlık ve postmodern Atatürkçülük. Tüm ontolojik ve bilgi kaynağı farklılıklarına rağmen İslam ile demokrasiyi bağdaştırma eklektisizmi gibi bir hal.

İstibdat ve diktatörlük karşısında demokrasinin imkânlı yanı vardır; ama uzak durulması, eleştirilmesi ya da aşılması gereken ontolojik ve epistemik yanı da vardır. Yeni tanımlar almaya ve yeniden belirlenmeye müsait olan Atatürkçülüğün tümünü Kemalizmden ayrıştıramayacağımız da kesin bir vakıadır. Zira Kemalizm, İslami olanı “dar ibadet formu”na hapseden Cumhuriyet rejiminim kuruluş felsefesi ve ideolojisidir.

Yukarıda Kemalizmin kendini kullanan her eğilimi kuşatan ve böylece kendini takviye eden bir zemin olduğuna işarette bulunduk. Hangi tanımı getirirseniz getirin bütün Atatürkçüler Türk ulusçuluğunu savunmak ve vahiy temelli bir dünya görüşü iddiasındaki İslamcılığın karşısında olmak durumundadırlar. Çünkü Kemalizm süreci pozitivizmden beslenir.

İdeolojik sekterlikten uzaklaşsalar da bütün Atatürkçüler modernitenin, bugünkü süreci içinde post-modernizmin hakim olduğu “Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak” hedefi ve çabası içinde bir yarışa girerler. Kemalizmin zeminini oluşturduğu mer’i rejimde yer alıp “çevre ve değerler” adına alan açabilmek için çabalayan bütün siyasi akımlar, “rejimin sağlam güçleri” nezdinde meşruiyetlerini,  “Atatürkçülük ve laiklik” adına yemin ettikleri cümlelere uygun yaşadıklarını isteseler de istemeseler de sosyal göstergelere yansıtmak zorunda kalırlar. Ak Parti ile belirginleşen böyle bir eğilim, halkı Müslüman olan Türkiye’yi güçlendirme hedefini gütse de, Parti’nin muhafazakâr kimliğini üstlenen dindar kitlelerin İslami bütünlükten daha fazla uzaklaşmasına da yol açmaktadır. Çünkü İslamcılığın farklı ithamlara veya şaz tanımlarına rağmen ortak olan yanı İslam’ı ibadi, itikadi, sosyal, siyasi, ekonomik, askeri bir bütün olarak görmesidir. Dışarıdan İslamcılık ile suçlansa da Ak Parti her fırsatta “İslamcı” olmadığını açıklayarak dolaylı olarak İslami bütünlüğü taşımadığını veya taşıyamayacağını deklare etmektedir.

Zaten Kemalizme göre inşa edilen Türkiye’deki reel-siyasi yapıda iktidara gelenler, hangi kimliksel eğilim içinde olursa olsunlar, Kemalist resmi ideoloji, Türkiye Cumhuriyeti denilen siyasal-toplumsal yapıda hakim siyasal rejimi T.C. Anayasası’nın vazgeçilmez ilk 5 maddesiyle biçimlendirmeye devam etmektedir.

Bu maddelere göre bir cumhuriyet olan Türk Devleti, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olarak tanımlanırken; dilinin Türkçe, bayrağının beyaz ay yıldızlı al bayrak ve millî marşının İstiklal Marşı olduğu belirtilir. Bu maddelerin değiştirilemeyeceği T.C. Anayasası’nın 4. Maddesinde vurgulandıktan sonra bu esaslara bağlı olarak yaşayan topluma 5. Maddede “Türk milleti” denildiği açıklanır.

Mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 10 Kasım 2021 Atatürk’ü Anma Töreni’nde yaptığı konuşmada, devlet yönetimi adına Atatürk mirasına sahip çıkıldığını ilan etti; Atatürk’ün “Çağdaş medeniyetin üstüne çıkma hedefini” hatırlattı.2

Erdoğan, bu konuşmasında çarpık bir Atatürk istismarcısı kesimle karşı karşıya olduklarını belirtti.  “Gazi’nin bölgemizi ve dünyayı kucaklayan siyasi, diplomatik, ekonomik, askerî mirasına sahip çıkan birisi varsa, o da biziz” diyen Erdoğan, Türkiye’nin elde ettiği başarıları hazmedemeyenlerin “Kemalisttiz” deyip Atatürk isminin arkasına sığınmalarını dürüst olmamakla itham etti. “Nutuk”ta, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte ortaya konan üç hedefe bağlı olduklarını vurguladı:

1. “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medeni memleketleri seviyesine çıkartacağız.” 

2. “Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız.” 

3. “Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkartacağız.”

Türkiye’de tek parti diktatörlüğü döneminde “modernite”nin yani Batılı paradigmanın veya Batılaşmanın inşası birincil hedefti. [Çünkü Lozan Antlaşması’nda emperyalist İtilaf Devletleri Misak-ı Milli sınırlarını tanımamakla beraber, Türkiye’nin “murahhas heyet”ine beş yıl içinde Avrupa kanunlarını yürürlüğe koymaları şartını içeren “İdare-i Adliyeye Dair Beyanname”yi imzalatmışlardı.3 Bir uluslaşma, batılılaşma, sekülerleşme süreci olan ve İttihad Terakki reformlarından devralınarak geliştirilen Kemalist ideoloji, devletin resmi dayanağı idi. Dindar kesimler uygulamaya dönük bir “çare modeli” oluşturamamışlardı ama bu resmi dayatmaya ve yabancılaşmaya karşıydılar.

Genç Osmanlıları takip eden, Peyami Safa’nın “Fatih Harbiye” romanındaki ‘Harbiye’ kesimine, “Sözde Kızlar” romanındaki ‘sözde kızlar’ hayat tarzına meyleden, değer erozyonu yaşayan önemli bir kesim de ilerlemeci bir inançla modernleşmenin gönüllü taşıyıcılığına soyundu. “Mustafa Kemalin Askerleriyiz” diye bağıran keskin inançlı ideolojik Kemalist kesim de, post-modern Kemalist çözülmeciligin getirdiği farklı yorumlarına rağmen Atatürkçülükten ayrılamayanlar da bu ilerlemeciliğin takipçileriydiler. Ama muhafazakâr Ak Parti lider kadrosunun önemli bölümünün “ilerlemeci” akaide karşı oldukları halde ulusçuluk, batılılaşma ve ilerleme felsefesinin ideallerinden ayrı düşünülemeyecek olan yeni Atatürk imajını oluşturmaya çalışması, Milli Şef İnönü diktatörlüğüne karşı 1945’ten sonra bazı dindarların Mustafa Kemal Atatürk’e sığınarak yol alma acziyetini ve çözümsüzlüğünü hatırlatmaktadır. Kemalist ideolojiden kaçınan dindarların veya muhafazakârların her yeni Atatürk tanımlaması, fıtri ve İslami özgünlüğü yakalayamamışlıktan, kendi aralarında fikri ve idari alanlarda şûrâ işleyişini kurumlaştıramamışlıktan kaynaklanan bir acziyeti; ayrıca varlıklarını meşrulaştırmak için gündemde olan güce veya akıma tutunma çaresizliğini ifade eder. Çünkü resmi ideoloji İstiklal Mahkemeleri, yasaklar ve sürgün politikaları, Dersim katliamı ile rejimin işleyişinde farklı kimliklere hayat hakkı tanımayacağını ilan etmişti. 1952 yılında çıkartılan 5816 sayılı “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Kanunu” veya “Atatürk’ü Koruma ve Kollama Kanunu” ile de kurucu kabul edilen ve son olarak kaydettirdiği Nüfus Cüzdanındaki ismiyle “Kamal Atatürk”, bir kült haline getiriliyor. Ona yönelik eleştiri-değerlendirme hakkıyla ilgili bugüne kadar süren despotik bir yasak oluşturuluyordu. “Ant tapıncı”nı kaldıran Ak Parti’nin gücü, düşünce ve kritik özgürlüğünün önüne barikatlar çeken 5816 sayılı TCK yasasını kaldırmaya muktedir olamamıştı.

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN YENİLENMESİ ve KEMALİST TAKİYYECİLİK

Raşid Gannuşi, “Demokrasi Yönetimin değişmesine imkân veren bir yöntemdir” dese de, Kemalist rejimin veya resmi ideolojinin oluşturduğu zemin, yeni yöneticileri kendine uyduran raylar üzerine döşenmişti. Bu nedenle Kemalizme itirazda bulunan sağ yelpaze veya muhafazakâr kesim, döşenen raylar üzerinde durmak ve istediği yöne hareket edebilmek için Atatürk’ü yeniden tanımlamaya çalışıyor. Bu, küresel dünyanın gidişatını takip eden ve “muasır medeniyyetler seviyesi”ni gözeten Türkçü, Batıcı ve ilerlemeci kadrolar için de önemli bir konu. Bir tarafta kemikleşip tortulaşmış Kemalistler “Atatürk İlke ve İnkılapları”nı önceliyor -ki Ak Parti’nin ilk döneminde örgütlenmeye çalışan Ergenekoncu ve Balyozcu darbe hesapçısı subaylar ile, ‘dinazorlar’ diye nitelendirilen CHP içindeki Türk ulusalcısı kesim vd.- var. Bir tarafta Kemalizmin ideolojik tutumunun tarihsel olduğunu belirtip, ilerleyen moderniteye ve çağdaş gelişmelere ayak uyduracak ilerlemeci felsefeye paralel olarak “Atatürk Düşünce Sistemi”ni öne çıkartanlar var. İkinci zümre resmi ideolojinin yeni denetçileri ve sahipleri olarak belirginleşiyor. [Bu ayrımı belirgin olarak ilk defa Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009 tarihinde Harp Okulu’nda yaptığı konuşmayla gündeme getirmişti. Ona göre “Kemalizmi şekilcilikten çıkarıp öz olarak algılamak” gerekliydi, “ırk veya etnik temelli bir milliyetçilik tanımı yerine kültürel temelli bir tanım” savunulmalıydı.4 Etyen Mahçupyan’ın da altını çizdiğine göre artık Kemalizm yerine Atatürk öne çıkartılıyor ve Atatürk, Atatürkçülerin “cisimleşmiş ortak iradesi” olarak tasavvur ediliyordu.5 Böylece arkaikliği aşma iddiasındaki bir Atatürkçülük yeniden imal edilmeye çalışılmaytaydı.

Ancak yeni Atatürkçü devlet masasında Ak Parti’nin muhafazakâr Atatürkçülüğünü kabul eden ordu, istihbarat birimleri, Hariciye, harp sanayii bileşenleri yanında, MHP ve Vatan Partisi’nin arkaik tasavvurlara sahip Kemalistleri de yer alıyor. MHP hala Atatürk’ün “Türk Tarih Tezi” ile işlediği 7 bin yıllık Anatolia ve Mezopotamya kökenli beyaz ırka dayanan Türklük tanımına karşı, Nihal Atsız tezlerinden vazgeçmeyen Orta Asya’ya ve sarı ırka dayalı 5 bin yıllık Türklük kurgusunu savunuyor ve bu söylemsel tarihi İslam’la bütünleştirmek istiyor. Bu ideolojik ve kurgusal söylemin tekrarı Selçukluların ve Osmanlının kuruluşuyla ilgili dizi filmlerin diyaloglarına kadar uzanıyor. Ve bu kurgu etkinlik sağlıyor ki 1400 yıllık “millet” tarihinden bahseden Erdoğan bile artık 2200 yıllık Türk ordusu tarihinin kurgusallığını gündemleştirebiliyor.

Yeni devlet masasının birleşenlerinden VP Genel Başkanı Doğu Perinçek ise Atatürk’ün 1935’te CHP’nin Büyük Kongresi’nde dile getirdiği “Arasız Devrimler”ini Lenin’in “Kesintisiz Devrim” kavramıyla mukayesede bulunuyor. Bu dönemde Atatürk’ün kapitalizme karşı ve anti-emperyalist olduğunu iddia ediyor. Bu devrim sürecinin “Laiklik” maddesinin 1937’de Anayasaya girmesiyle devam ettiğini; ancak 1945 sonrasında bu arasız sürecin terkedildiğini belirtiyor. CHP’nin genç Bakanı Nihat Erim’in “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” diyerek yeni dönemin stratejisini açıkladığını vurguluyor. 24 Temmuz 2015 tarihinde Kuzey Irak’ta PKK hedeflerinin ve Suriye’de IŞİD hedefinin bombalanmasıyla başlayıp, kolluk güçlerinin PKK ile Hendek çatışmalarındaki; ayrıca Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekâtlarındaki başarılarıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, devlet yönetimi adına Atatürk mirasına sahip çıktıkları, bağımsızlık sürecinin başladığını ve “Çağdaş uygarlığın üstüne çıkma hedefi”nin yeniden önümüze konduğunu belirtiyor.6

Oysa CHP’li bir sosyalist olan Sabahattin Selek, emperyalizme ve kapitalizme karşı olan “Anadolu İhtilali”nin, halkçı ve devletçi karakterini, zaferden hemen sonra unuttuğunu ve liberal ekonomiye dönüldüğünü ortaya koyuyor.7

Taha Akyol ise, Lozan Konferansı’nın kesinti döneminde 17 Şubat-14 Mart 1923’te yapılan İzmir iktisat Kongresi’nde Batı’ya mesaj verildiğini belirtiyor: Bu mesaja göre o zamanki “Yeni Türkiye”  egemen sistem dışına çıkmayacak, kapitalist Batı kampında kalacaktı.8 Kongre’nin açılış konuşmasında Atatürk, “Osmanlı yasalarını kaldıracaklarını, Bolşevikliğe imkân vermeyeceklerini ve yabancı sermayeye hürmetkâr olacaklarını” beyan etmişti.9 Oturum Başkanlığını Kazım Karabekir’in yaptığı Kongre’nin sonuç bildirgesinde Atatürk’ün bu beyanına ait maddeler de yer almıştı. Bu vakıa, Atatürkçülüğü yeniden tanımlayan “Yeni Devlet” yapısını yönlendirmeye çalışan arkaik Kemalistlerin yalanını ve süflü tuzaklarını ortaya çıkaran bir gösterge. Çünkü takiyyeci bir tutumla birisi Atatürk’ü “Bir Türkün dünyaya bedel olduğu” aforizmasına dayanan ırk Türkçülüğü ile diğeri de Atatürk’ü “devlet sosyalizmi” ile tanımlamaya çalışıyor. Yani Atatürk bir ruh. Kim o elbiseyi giyerse onun şekline bürünüyor ama sonuçta kazanan Batılılaşma ve modern paradigma oluyor.

Selek’e göre Mustafa Kemal Batıcı idi, Milli mücadelede kuvvet toplamak ve zafere ulaşmak için hem İslami hem Bolşevik kavramları öne çıkaran bir strateji izlemiş, Yunan zaferinden sonra kendi deneyimi ile “Garb’a teveccüh” etmiş, Batı’ya yönelmişti. Mustafa Kemal Büyük Taarruzdan beri artık “kapitalizm, emperyalizm” gibi kavramları terk etmişti. İktisat Kongresi’ni açış konuşmasında da “kapitalizm, emperyalizm, mazlum milletler” gibi kavramlar yoktu.10

Zaten Yalçın Küçük’ün “Türkiye Üzerine Tezler I”de işlediğine göre 1923-1932 yılları arasında iktisadi kalkınmanın sadece özel sektör eliyle sağlanacağı, devletin  teşvik  ve  himayeden  başka  bir şey  yapmasına  gerek  olmadığı  kabul edilmişti. Ancak Kurtuluş Savaşı’na kadar  Batı  sermayesi  ile  Türkiye  arasında aracılık, komisyonculuk  yapan  gayri  Müslim  tüccarların  ekonomik  yaşamdan yavaş  yavaş tasfiyesinin  sağlanması  ve  bunun  sonucu  olarak  doğacak  ticari boşluğu  yeni Türk burjuvasının doldurması isteniyordu.  Bu amaçla, Kongre’den sonra Milli Türk Ticaret Birliği (MTTB) kurulmuştu.

1929 Dünya Buhranı  ile  birlikte  Türk  parasının  değerinde  sürekli düşüşler yaşanıyordu. 1930-1931   yıllarında Türk parasının değerini korumak ve dış ticareti düzenlemek içi kanunlar çıkarıldı. Bu kanunlar devletçi iktisat politikasına geçişi mümkün kılan özelliklere sahiptiler. Devletçilik modeline 1933-1945 yıllarındaki dünya ekonomisi kriz içinde  olduğu için başvuruldu ve beceriksiz özel şirketleri devlet sermaye ortağı olarak kurtardı.11 Yani Kemalizmin devletçiliği, zorunlu şartlar içinde başvurulan geçici bir tedbirdi. 1945’te ise CHP’li Nihat Erim “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” hedefini açıklıyordu. Zaten Atatürk’ün 1933-1945 arası ABD Başkanlığı yapan Roosevelt ile karşılıklı mektuplaşmalarında da bu özlem ifade edilmektedir. Atatürk, 6 Nisan 1937 tarihli Roosevelt mektubuna verdiği cevapta Amerika Birleşik Devletleri hakkında hayranlığımı tekrar bildirmek” isterim demektedir.

YENİ DEVLET İÇİN RÖTUŞLANMIŞ ATATÜRKÇÜLÜK

Son dönem Atatürkçüleri, çağdaş medeniyetin ulaştığı formlara göre kendilerini yenilediklerini iddia ediyorlar. Kemalist ideolojinin tarihsel zulüm ve baskılarını moderniteye uygun bir ulus kurmak için eski dönemde zorunluluk olarak görüyorlar, ama Kemalist ideolojinin tarihsel zulüm ve baskılarına cevap yetiştirmeye çalışmıyorlar. Artık Atatürkçülük ilerlemeci bir çağdaşlaşmaya ayak uydurmaya çalışan şemsiye. Son olarak Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal’ın liberal reformları da bu şemsiye altında yapılmaya çalışıldı. ABD’nin de AB’nin de Türkiye’den istediği şekilsel Kemalist ilke ve inkılâplardan artık sıyrılıp; bölgede istikrarlı bir pazar ağı ve güvenli askeri üs olarak devam etmek için siyasi, iktisadi ve kültürel çağdaşlık yolunda ilerlenmesiydi. 28 Şubat 1997 postmodern darbesinin şekilsel Atatürkçülüğüne karşı Nilüfer Göle’nin özgürlükçü görünen asimilasyoncu çağrısının daha etkili olabileceği üzerinde de duruldu: “Başörtüsü serbestisi verilecek kızların üniversitede beyinlerinin modernleştirilmesi”12 sağlanabilirdi.

Küresel sisteme ayak uydurmaya çalışan modern devletin kamusal alanında etkin olmaya çalışan politikacılar ve farklı lobiler çağdaş Atatürkçülüğü hep kendilerine göre tanımlamaya yöneldiler. Bu yönelimde “Fethullah Gülen Hocaefendi” Cemaati’nin katkısı büyüktür. ABD’nin sahip çıktığı 12 Eylül 1980 Darbesinin sağ Kemalizmi savunan aktörleri ile uyumunu göstermek için yasaklı olan Gülen, “Atatürk’ün 100.üncü doğum yıldönümünde 100 tane yurt açacağım söylemi 1981 yılı itibariyle 100 yurt açarak darbeci generallere ve Atatürk’ün manevi hatırasına armağan etmişti. Gülencilerin Türkiye dışı okul ve yurtlarında bile Atatürk büst ve heykellerini abartılı bir şekilde kullanmaları bu okulları gezen Ali Bulaç’ı rahatsız etmişti. Bulaç bu bağlamda şöyle söylüyordu: Bu okullarda laik ve modern bir eğitim veriliyor. Din ve İslam'la ilgili hiçbir dersin olmadığı gibi, dini hiçbir sembol de yok. Semboller tamamen ulusal. Atatürk köşeleri var ve okul etkinlikleri TC'nin 1930'lu yıllardaki müsamerelerini hatırlatıyor.”13 Bu tutum bir takiyyeden ziyade biçimlendirilen yeni Atatürk şemsiyesini kullanma stratejisine dayanıyor olmalıydı. Tabii ki kazanan ve güçlenen hep Türkçü modernleşme süreci oldu.  Yeni biçimi rötuşlanmış olsa da Atatürkçülük devlette ve kamusal alanda güç ve iktidar olmanın imkânıydı.

Çevreye, halka, fikir ve inanç özgürlüğüne alan açmaya çalışan ekipler ve Ak Parti yönetimi, merkezde edindikleri yeri koruyabilmek için “devlet” olduklarını vurguladılar. “Yeni devlet”lerini onaylatabilmek için Jön Türklerden bu yana yabancılaşmayı temsil eden kesimleri, vesayete ve darbecilere karşı bir direniş sembolü olan RABİA işaretinin anlamını “devlet, millet, vatan, bayrak” savunusuna indirgeyip dindar bir milliyetçiliğe bağlarken, Kur’an’dan ayet mealleri okuyup Muhammed Aleyhisselam için “Kutlu Doğum Törenleri” düzenlenirken, çağdaş medeniyet ufkuna ilerleyen aşırı uçları törpülenmiş bir Atatürk algısı da servis ediliyordu.

Çağdaş veya küresel gelişmelere ayak uydurmaya çalışan Batıcı CHP kanadı da, “Atatürk düşünce sistemi”ni savunan ilerlemeci asker-sivil bürokratlar da aslında Atatürk ile dindarlığı bağdaştırmaya, 1949’da İnönü öncülüğünde “Kemalist ilke ve inkılaplar”ı silikleştiren türbelerin açılması süreciyle ve Şeb-i Aruz törenleriyle bu gidişata uyum gösterebileceklerini sergilemişlerdi. Çarşaflı kadınlardan sonra İslami bütünlük ve tevhidi bilinç düzeyini kavrayamamış başörtülü kızlara CHP kapılarının açılması bunun bir göstergesiydi. Sol kesimde de, muhafazakâr kesimde de milletin bütünlüğü ve devletin bağımsızlığı adına Atatürk’ü veya Devlet’i yeniden tanımlamak vakayı adiye haline gelmişti.

Atatürk’e yeniden anlam veren, dindarlık ile Atatürkçülüğü sentezleyerek oluşturulan Yeni Devlet imajı için Ak Parti dindar-Müslüman kesime ise “Türkiye’nin şartları” tekerlemesiyle veya “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek” taktiğini kullandığı imalarıyla yön çizmeye çalıştı. Önemli olan “Dindarlara düşmanlık yapmamak, Suriyeli muhacirleri geriye sürmemek” kaygıları içinde iktidarda kalmanın ve iktidarı ile Türkiye’yi bölgesinde bağımsızlaştırmak gerekliliğini, bunun içinde de savunma sanayiinde güçlü hale getirmek tezlerinin vazgeçilmezliğini işledi ve işliyor.

1945’ten sonra çok partili sisteme geçerken Hacca gidebilmek, ezanı tekrar orijinal kimliğine kavuşturmak, kapanan camileri tekrar ibadete açabilmek, Kur’an eğitimine imkân sağlayabilmek için hak temelli çözümsüzlük ve güçsüzlük içinde “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek” stratejisi dindarların gündemini belirledi. Ama bu esnek strateji ile “sağcı, milliyetçi, devletçi” alt kimlikler, zaten zaaflı hale düşmüş olan Müslüman kimliğimizle sentezlendi. Ama köprüdeki taktiksel yürüyüşümüz bir türlü bitmedi. Türkiye’deki bilinen İslami cemaatlerin ve kanaat önderlerinin çoğu köprüdeki “ayı”ya benzemeye başladılar. 1960’lı 1970’li yıllara girdiğimizde Müslüman camia şeriata özlem duymakla beraber sağcı, devletçi, milliyetçi kirlikleri de kimliklerinde sentezlemiş ve “milli dindarlık” yaygınlaşmıştı. 1970’li yılların ortalarından itibaren Türkiye’de belirginleşen ve gittikçe yaygınlaşan “İslami uyanış” ya da “Tevhidi uyanış süreci”, kimliklerine bulaşan bu tür kirliliklerden arınarak İslami uyanışı ve Müslümanların bilinç düzeyinin yükselmesini sağladı. Bu yönelimle 1985-1995 yılları arasında belki de son 300 yıllık dönem için Osmanlı-Türkiye Müslümanları bağımsız bir kimlik edinme konusunda en önemli imkânı yakaladı. Yayın hayatında, yaygın İslami eğitim-öğrenim süreçlerinde, lise ve üniversitelerde, edebiyatta, şehirleşme sürecindeki dayanışmada bu yıllar Türkiye Müslümanlarının en fazla canlılık gösterdiği yıllar oldu.

Gizli bir ajandası olmadığını ispatlamak için İslamcı olmadığını deklare eden ve sonraları da yeni bir Atatürkçü kimliği öne süren Ak Parti liderliğine şimdi sormamız gerekiyor: “Muhafazakâr-demokrat kimlik kimin lehine birikim sağlıyor?” Yine “Köprüdeki ayıya dayı demek” telkinlerinin yerel ve küresel güç lobilerine karşı bir takiyyeyi mi, yoksa iktidarın paylaşıldığı bürokratik Atatürkçülerle beraber ekonomik-siyasi başarıya ulaşabilmek için dindarlara karşı bir takiyyeyi mi ifade ettiği sorusunun cevabı bulanıktır. Çünkü Atatürk’e atfedilen ve çoğu da sonradan kurgulanmış sözleri, herkes kendi meşrebine göre kullanıyor. Tanık olmadıkları hayatını abartan, nesnel olarak tahkik etmedikleri, gerçek düşüncelerini, ideolojik bakışındaki zihniyetini sorgulamadıkları bir Atatürk ile “hayali ruh bağları” kuranlar, sol veya sağ eğilimleri içinde kendi ideallerini Atatürk ile birlikte tanıtmaktan çekinmiyorlar. Atatürk hem kullanılan bir meta, hem sığınılan bir kült.

Eski Atatürkçüler Kemalizm ile aynı romantik arkaikliği kucaklarken, yeni Atatürkçüler ülkenin bağımsızlığı ve küresel kapitalizmin kuşatmasına karşı direnişte Atatürk’ü bir direniş metaforu olarak göstererek iç farklılıkları Atatürk şemsiyesi altına sokarak azaltmaya çalışıyorlar.

Türkiye’yi 28 Şubat’ın yasaklarından ve tek parti rejiminin devam eden arızalarından, işkenceden, inanç ve düşünce yasaklarından, vesayetten kurtarma amacıyla “çevre”nin sesi olmak, “merkez”deki devleti küçültmek, yasaları hukukileştirmek amacıyla iktidar olup önemli başarılar da sağlayan; dış politikalarında ezilen halklar ve Müslümanlar lehinde tavır sergileyen hatta onların küresel siyasette ümitleri haline gelen Sayın Erdoğan ve mücadele çizgisi, özgünlüğünü özneleştiremediği için maalesef ki reel-politikanın pragmatik dehlizlerinden kurtulamadı. Özde benimsemediği Batıcı, ilerlemeci, ulusalcı Atatürk misyonunu taşıyanlarla uzlaşan bağımsızlıkçı ve kendine yeten bir devlet oluşturmaya yönelme sürecinde “Müslümanlara mı takiyye yapıyor yoksa Kemalistlere mi veya dünya istikbârına mı takiyye yapıyor?” sorusunun artık öneminin kalmadığını görüyoruz. Çünkü yatırlardan, ölülerden medet umma cahiliyesini, Anıtkabir mabedine ellerinde milli bayraklarla beraber sevk edilen kendi kitlesi ile reforme etmeye başladı. Direnişin bayrağı olan başörtülülerin Anıtkabir ziyaretlerinde başörtüleriyle tazimde bulunmaları ve bunun bir nevi ibâdî bir form olarak görünürlük kazanması, fiili karşıtı ile barışmak isteyen post-İslamcılık gibi dindarlığın dün “millilik” ile kirlenmesi gibi şimdi de “seküler kültler” ile kirlenmesini ifade ediyor.

Ama Kafirun Sûresi’nde insan kardeşlerimizle kimliksel farklılığımızın ve ayrılığımızın altı çizilmektedir: “Sizin dininiz size benim dinim bana.”

EKLEMLENME Mİ, YENİ MÜKELLEFİYETLERİ OKUMAK MI?

Tabii ki Ak Parti’nin kuruluş ve mücadele tasarımında baskılara, işkencelere, vesayete karşı olan; inanç ve fikir özgürlüğünü savunan tezleri oldukça önemliydi. Ama Erdoğan da Ak Parti öncüleri de bu hedefleri taşıyacağına, özgün ve bağımsız kimliği besleyeceğine ve sosyal örneklik çabalarının önünü açacağına, birçok İslami oluşum ve cemaati kendi kurgusal ve özgünlükten uzak eklektik kimlik çizgisine katmaya çalıştı. Tabii ki bu eklemlenme suçunun bir bölümü de eklemlenenlerde...

İslami tarih algısı ne kötücül ne de sadece ilerlemecidir. İmtihanlarla dolu hayat süreçlerinde daireseldir veya inişli çıkışlıdır. Nimetten uzaklaşırsak düşeriz, hak ve adalet temelli meşveret ve şûrâ birlikteliklerine ve şüheda olmaya adım atarsak yükseliriz. Ama önce Müddesir Sûresi’nde gösterildiği gibi “kirlilikten hicret” etmemiz gerekir. Kimliksel hicret... “Milli dindarlığa” veya “muhafazakâr demokrat” kimliğe sığınan değil, arınmış mü’min, muttaki, basiretli bir kimliğe; sıddıklarla, şüheda ile, salihlerle, muflihun ile, sabikun ile refiklik yapacak bir istikamete yönelmek gerekiyor. İktidar olalım veya olmayalım, önemli ve öncelikli olan “Hakka yönelten ve onunla adalet yapan bir ümmet” olunabilmesi (7/181) veya içimizdeki bir toparlanmayla bir “ümmet” nüvesi oluşturulabilmesi (3/104) ve bu niteliği yakalayanların “şûrâ beraberliği” ya da “şûrâ konseyi” kurabilmeleridir (4/59). Türkiye’de 1970’lerden itibaren yeşeren evrensel İslami uyanışa bugün de ihtiyacımız var. Vahiy ve Sahih Sünnet merkezli bir bilinç intifadasını yeniden yeşertmemiz; emperyalist dijital çağın kuşatması altında ilmihalimizi ve özgünlüğümüzü yeniden elden geçirip tazelememiz ve güçlendirmemiz gerekiyor.

Ötekilerin sahnesinde Yusuf Alayhisselam gibi müdâhane yapmadan, kendi ilkelerimizi örtmeden ve İslami kimliğini gizlemeden alan açma teşebbüsü önemlidir. Ama asıl önemli ve öncelikli olan tüm Resullerin Sünneti’nde gördüğümüz gibi önceliğimizin iktidar olmak değil, Rabbimizin razı olacağı, hak ve adalete şahidlik yapacak olan, sözünü güzel bir şekilde gündeme sokabilecek bir ümmet nüvesi ve sürekliliği olan şüheda nesli oluşturabilmemizdir. Modernitenin kuşatmasına karşı sağlıklı ve tutarlı temeli ve tabanı oluşmamış hareketlerin, güç veya iktidar hamlelerinin zaaflı ve geçici olacağı unutulmamalıdır.

Sözün hülasası; yüzyıla ulaşmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih serüveninde öz’ü kireçlenmiş ama küresel gerçeklik karşısında çözülen statükonun ömrü yeni Atatürkçülük veya yeni Kemalizm söylemleriyle uzatılmaya çalışılıyor. Önemli olan küresel cahiliyenin yerli varyantlarından önce merkezi gücü ve felsefesidir. Küresel cahili kuşatmaya ancak İslami ve evrensel hakikatlere dayanarak cevap verilebilir. Milliyetçiliğin sınırlı ve evrensel hakikatlerden uzak yapısı Türkiye İslam toplumunda da, halkı Müslüman olan ülkelerde de ve tüm ezilen halklar açısından da sevgiyle ve sıcaklıkla karşılanamaz. Erdoğan’ın “Dünya baştan büyüktür” çıkışı milliyetçiliğin Atatürkçü tevillerine sığınarak değil, evrensel hak ve adalet ölçüleriyle tahkim edilebilir.

Birikimimizi çağdaş ilmihalimizi, fıkhımızı ve kelâmî yorumlarımızı emperyalist dijital çağın iç ve dış sömürü ve vesayetini aşacak düzeyde yenileyecek çaba ve çözüm ihtiyacı, ancak hepimizin mükellefiyet anlayışını yenilemesiyle cevap bulabilir.

Onlara, güven veya korkuyla ilgili bir haber geldiği zaman, onu hemen yayarlar. Oysaki onu Resul'e ve kendilerinden olan ulu'l-emre bildirselerdi; işin iç yüzünü bilenler, ne olup bittiğini, bilirlerdi. Eğer Allah'ın lütfu ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, pek azınız hariç hepiniz şeytana uyardınız.

Vuslat Dergisi 2022 Ocak sayısı

 

Dipnotlar:


1- Yahudiler'in maddi ve manevi kalkınması için 1860’da Paris’te kurulan uluslararası bir birlik. Bu kuruluş, Osmanlı Devleti'nde Fransızca konuşulan okullar açtı.1862-1914 arası İstanbul'da Kuzguncuk, Galata, Haydarpaşa, Hasköy, Dağhamamı, Goldschmit gibi semtlerden bu okullarda toplam 3.597, Trakya-Marmara bölgesinde toplam 9.456, Ege bölgesinde toplam 2.751, Ortadoğu (Halep, Beyrut, Safed) bölgesinde toplam 8.164 öğrenci kaydolmuştur. (tr.wikipedia.org; salom.com.tr; )

2- Recep Tayyip Erdoğan: “10 Kasım 1921 Atatürk’ü Anma Töreni”, https://www.ayk.gov.tr/s6-haberler/c52-kurumdan/10-kasim-ataturku-anma-toreni-duzenlendi/

3- Kadir Mısırlıoğlu, Lozan Zafer mi Hezimet mi?, Sebil Yay., İstanbul 2009, sf. 369-374.

4- Hamza Türkmen, Açılım Politikaları, Ekin Yay., İstanbul 2010, sf. 49.

5- Etyen Mahçupyan, “Siyasi ergenliğin ve çaresizlğin kültü: Atatürkçülük”, Serbestiyet., 25 Kasım 2021.

6- Doğu Perinçek, “Kemalist Devrim’de kireçlenme: ‘Küçük Amerika’ süreci”, Teori Dergisi, Aralık 2021, S: 383.

7- Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali II, Kastaş Yay., İstanbul 2004, s. 383.

8- Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Kitap, İstanbul 2008, s. 388.

9- Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1989, s. 57-59.

10- Akyol, a.g.e., , s. 387-389.

11- Rüstem Barış Yeşilay, “Devletçiliğin Türkiye Ekonomisindeki İzdüşümleri”, Erciyes Ün. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 19,  Nisan  2005  Sayı: 1.

12- Nilüfer Göle, “Modernleşme Bağlamında İslami Kimlik Arayışı Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik.” Ed. Sibel Bozdoğan- Reşit Kasaba, Tarih Vakfı Yay., İstanbul, 1999.

13- Ali Bulaç, Din-Kent ve Cemaat, Ufuk Yay, İstanbul, 2008, s. 209.

YAZIYA YORUM KAT

9 Yorum