1. YAZARLAR

  2. Sümeyye Demir

  3. Mekke’den Amerika’ya mektup
Sümeyye Demir

Sümeyye Demir

Yazarın Tüm Yazıları >

Mekke’den Amerika’ya mektup

16 Nisan 2009 Perşembe 08:51A+A-

Adaletin ortadan kalktığı, azgınlığın ve zulmün tavan yaptığı ortamlarda, toplumlarda, ülkelerde ve milletler arasında; bir karşı tavır alma mücadelesi sünnetullahın kaçınılmaz sonuçlarındandır. Böyle bir durumda mutlaka biri diğerini aşağılıyor, değer yargılarını sorguluyor, kendini diğerinden üstün sayıyor, onu küçümsüyor ve değersiz addediyordur.

Dilinden, renginden, dininden, gücünden, zenginliğinden veya yandaşlarının fazlalığından dolayı böbürleniyordur. Kendinden zayıfları ezme, asimile etme, köleleştirme, boyundurluğu altına alma, elleri altındaki değerlerin imtiyaz hakkını kendinde görme gibi şeytani duygularla, mazlum olanlar üzerinde tahakküm kurma çabaları, adaletin olmadığının ve zulmün bilfiil işlendiğinin göstergesidir.

Yüzyıllar boyu bu zulmü sayısız ülkeler, sayısız milletlere, kabilelere ve ırklara uygulamışlar, milyonlarca insanın ölümüne, esaretine ve ülkelerinden ayrı kalmalarına sebebiyet vermişlerdir. Ellerindeki güçlerle küçük toprak sahiplerinin mekânlarını basıp, yakaladıklarının efendileri olma sevdasıyla yanık ve yitik yüreklerde tahribatlar yaratmış, bedenlerine sahip oldukları insanların, kendi emelleri doğrultusunda beyinlerini yıkayarak, kendilerini yücelten ve ‘her daim hizmet edilmesi zorunluluğu’ düşünceleri enjekte edilen yığınlar oluşturmayı başarmışlardır.

Bunlar arasında içine düştüğü duruma itiraz eden, özgürlüğü için mücadele eden ve ne pahasına olursa olsun ‘efendisi’ olarak görmediklerine kafa tutan/tutmaya çalışanlarda olmuştur elbet. Ve onlar; ırkdaşlarının, dindaşlarının, renkdaşlarının, dildaşlarının ve kaderdaşlarının önünde birer meşale olarak aydınlanmış, karanlığa alışmaya zorlanan gözler için bir ışık, bir umut, bir damla kan ve tekrar tekrar dirilen canlar olmuşlardır.

Onlar öncüdürler. Onlar fedakârdırlar. Onlar, inançları ve idealleri için kendilerini kurban etmişlerdir. Onlar örnektirler. Onlar, okyanusları oluşturan her bir damlanın gözbebeğidirler, özü, anası, kaynağıdırlar. Onlar ‘tarla köleleri’ydiler. Satılmamıştı ruhları. Böyle pek çoklarını bağrına bastı tarih ve hasımları, koyunlarında kanla yıkadılar onları.

Ve onlardan biri, ardından binleri sürükleyerek tarihe adını yazdırıp, ölümünden sonra dahi düşünceleri konuşulan ve sevgiyle yâd edilen tarla kölesi, kırmak için halkının zincirlerini, Mekke’den mektup yazıyor Amerika’ya, efendilere ve özgürlüğe hasret kardeşlerine. Bir mum ışığı iken, güneş olabilmek için çırpınan yüreğiyle sesleniyor çevresindekilere:

“Ömrümde, her renkten, her ırktan insanın birlikte kaynaştığı, İbrahim’e, Muhammed’e ve semavi kitaplardaki bütün peygamberlere ev sahipliği yapan, şimdi bulunduğum bu mukaddes topraklardaki kadar, insanlar arasında böylesine coşkulu ve içtenlikli bir konukseverlik, böylesine yüreklerden taşan gerçek bir kardeşlik hiç görmedim.

Geçen hafta, çevremde her renkten insanın oluşturduğu asil ve anlatılamaz ihtişamdan büyülenmiş bir halde konuşmaktan aciz kaldım.

Beni yaratan Allah beni mukaddes Mekke’yi ziyaret etmekle ödüllendirdi.  Kâbe’nin çevresini yedi kere döndüm. İnsanlığın dertlerine deva, İslam’ın kutsal suyu zemzemden kana kana içtim. Safa ve Merve tepeleri arasında yedi defa gittim geldim.

Adem’in yurdunda, tarihin en eski kenti Mina’da, Arafat’ta dua ettim.

Dünyanın dört bucağından on binlerce hacı ile birlikteydim. Mavi gözlü sarışınlardan siyah derili Afrikalıya kadar bütün renkler kaynaşmıştı. Fakat hepsi insanların birlikteliğini, tek bir ruh halini simgeliyordu. Bu benim Amerika’da siyah ile beyaz arasında göremediğim, fakat görülmesi kaçınılmaz ve mümkün olan bir manzaraydı.

Amerika, İslâm’ı tanımalı, anlamalı ve bilmelidir. Çünkü sadece bu din, toplumdaki ırk ve renk ayrımı ile insanlar arasındaki ayırımı kökten reddetmektedir. İslam ülkelerine yaptığım gezilerde konuştuğum insanlar ve hatta beraber yemek yediğim beyaz Amerikalılar, kafalarındaki ayırımcılığın İslam ile tanıştıktan sonra yok olduğunu söylediler.

İnsanların renklerine bakılmaksızın birlikte iç içe oldukları böylesine içtenlikli ve gerçek bir kardeşlik manzarasını bundan önce hiç görmemiştim.

Bu sözcükleri benden işitmekle belki şaşıracaksınız. Bu hac sırasında gördüğüm ve yaşadığım bu gerçeklerin benim daha önceden eriştiğim düşünce biçimini yeniden temellendirmede etkili oldu ve bazı varsayımlarımı terk etmeye karar verdim.

Bu benim için hiç de zor olmayacak. Sıkı ve kesin kabul ettiğim düşüncelerime rağmen, ben her zaman gerçeğin arayışı içinde oldum ve karşılaştığım her yeni gerçeği yeni bir aşama, yeni bir açılım olarak kabul ettim.

Gerçeğin yetenekle aranmasının önemli ve belki de ilk şartı olan beynimi ve aklımı daima açık tuttum. Bu kutsal yerlerde geçirdiğim 11 gün içinde Müslüman kardeşlerimle tek ve aynı Allah’a ibadet ve dua ederken onlarla birlikte aynı tabaktan yedim, aynı bardaktan içtim, aynı kilimin üstünde uyudum. Gözleri mavilerin en mavisi, saçları sarıların en sarısı ve derileri beyazların en beyazı idi.

Ve beyaz Müslümanların sözcükleriyle ben Nijerya’dan, Sudan’dan ve Gana’dan siyah Afrikalı Müslümanlar arasında aynı ve gerçek içtenliği ve duyarlılığı yaşadım. Biz gerçekten kardeştik. Çünkü inancımız tek Allah’a idi ve aramızda renkler kalmamış ve beyaz renk,  Amerika’da var olan tutum ve davranışlarıyla düşüncelerimizden sökülüp atılmıştı.

Beyaz Amerikalılar Allah’ın tekliğini kabul ettiklerinde insanın birliği gerçeğini de kabul edecekler; insanlar arasında antropolojik üstünlük ölçülerine, farklı renklere farklı muamelede bulunmaya son vereceklerdir.

Amerika’daki ırkçılık, tedavi kabul etmez bir kanser salgınıdır. Beyaz Amerikalının Hıristiyan kalbinin, böylesine yıkıcı bir hastalığın tedavisinde kanıtlanmış bir gerçeği kabul etmesi kaçınılmazdır. Irkçılık Almanya’da Almanları içeriden vurmuş ve
yıkmıştır.

Bu kutsal topraklarda geçen her saat bana Amerika’daki siyah-beyaz çatışmasına yaklaşımda çok daha güçlü bir iç zenginliği kazandırıyor. Amerikan zencileri ırkçı kinleri nedeniyle asla suçlanamazlar. Onların tepkileri, Amerikan beyazlarının 400 senelik bilinçli ırkçı davranışlarına karşı oluşan bir bilinçaltının doğal sonucudur.

Irkçılık Amerika’yı sarmalayarak bir intihar yoluna götürmektedir. Gözlemlerime dayanarak çeşitli zaman ve mekânlarda, kolej ve üniversitelerde birlikte olduğum yeni nesil beyaz gençlerin birçoğunun, duvarlardaki yazıları görüp okuduktan sonra Amerika’yı tümden bir yıkıma götürecek ırkçılık hastalığından kurtaracak tek doğru yolu bulmaları kadar doğal bir şey olamaz.

Hiç de öyle çok yüksek bir saygınlık görmedim ve bunu beklemiyordum da. Kendimi çok saygıdeğer birisi veya hepten değersiz birisi gibi de hissetmedim!.. Birkaç gece önce Amerika’da, kendisini beyaz olarak gören bir beyaz adam; Birleşmiş Milletler’de bir diplomat, bir elçi,  kralların arkadaşı, bana kendi dairesini, kendi yatağını verdi.

Amerika’da, böyle bir muamele göreceğim aklımın ucundan geçmesi bir yana, bu durum rüyalarımda bile olası değildi. Böyle saygınlık ve şerefli bir muamelenin Amerika’da, değil bir zenciye, bir krala bile yapılması şaşkınlık yaratacak bir gelişmedir.

Bütün övgüler yerin, yedi kat semanın ve evrenlerin yegâne yaratıcısı ve sahibi Yüce Allah’a aittir.

El Hacc Malik el-Şahbaz /Mekke 1964”

Bu mektubun sahibi bir döneme damgasını vurmuş olan Malcolm X’tir. Hayatının yeni bir dönemece girmesine vesile olan Hacda yaşadıklarını ve Amerikalılara karşı duygularını dile getirmiştir. Amerikalı beyazların iliklerine kadar işleyen ırkçı tutumlarından kurtulmalarının tek yolunun İslam’dan geçtiğini yazmış ve kendi ırkından kardeşlerine, kurtuluş reçetesini vermiştir.

Ölümünden (1965) sadece 45 yıl sonra Amerikalı beyazlara karşı kardeşleri büyük bir başarı(!) elde etmiş ve onun savaşının meyvesini almıştır. Köleler artık efendi konumuna yükselmiş, beyaz olmayan biri başkan olmayı başarmıştır. İşte o adam, işte o başkan geçti geçenlerde Türkiye’den. Barack Hüseyin Obama… Kendi ülkesinde olduğu gibi, Türkiye ve dünyada da yankılar uyandırmıştı onun seçilmesi. Tabuların yıkılması, özgürlüklerin bayraklaşması ve dengelerin altüst olması anlamına geliyordu bu olay. Tüm Afrika kökenliler ayakta ve gözyaşlarıyla şad ediyordu onun başkan seçilmesini. Dünya ve Amerika adına da bir umut, pozitif bir değişim misyonları yükleniyordu haliyle. Öyle ya, köle kırmıştı zincirlerini!

Lakin ağzı iyi laf yapsa da, her nabza göre şerbet dağıtma konusunda usta olsa da, yaptığı söyleşilerde ‘yok birbirimizden farkımız’ demeyi de ihmal etmiyordu sayın Obama. Aynı havaları solumuş, aynı mekteplerin mürekkeplerini yalamış, aynı kaptan su içmişlerdi beyaz kardeşleriyle yıllarca. Bu günlere kolay gelinmemiş olsa da, yine onların sayesindeydi omuzlarda yükselmesi.

Ülkesinin çıkarları, halkının refahı, yarınlarının aydınlığı için aynı düşünmeli ve ritmi bozmamalıydı. Beklentilerine cevap verildiği sürece, herkes için barış istediğini ve ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ fikrini önemsediğini söylemişti ülkemiz gençlerine. Çizgileri taşırmadıkları sürece, İran’a da gülücükler yolluyordu Obama.

Malcolm yaşasaydı ve bugünleri görseydi ‘ev köleleridir bunlar’ diyerek devam ederdi konferanslarına:

“Tam dört yüz yıl Amerikalı siyahlar olarak şiddete maruz kaldık, sadık millet olarak yaşadık, tarla kölesi ve ev kölesi olarak… Tarla kölesi tarlalarda yaşadı çalıştı, efendisinin verdiği kadar yedi, izin verdiği kadar dinlendi… Ev kölesi ise, efendisinin artıklarını yedi ve eski elbiselerini giyindi, evleri yandığında yangına ilk koşan oydu, efendisi hasta olduğunda patron hasta mıyız? dedi… Ancak aralarında bir fark vardır. Tarla köleleri ilk fırsatta kaçıp kurtulmak isterler… Ev kölesi ise efendisinin dizinin dibinden ayrılmaz… Bir nevi ruhunu satmıştır…”

Selam ve dua ile.

YAZIYA YORUM KAT