1. YAZARLAR

  2. SEZAİ ARICIOĞLU

  3. Köklerimiz Bağlarımız ve Üstlenilmeyen Suçlar
SEZAİ ARICIOĞLU

SEZAİ ARICIOĞLU

Yazarın Tüm Yazıları >

Köklerimiz Bağlarımız ve Üstlenilmeyen Suçlar

09 Ağustos 2014 Cumartesi 15:41A+A-

Köklerimiz ve bağlarımız arasında, köklerimiz ile kurduğumuz dostluklar arasında önemli ilişkiler ve işaretler olur. Bütün ilişkilerimiz ile birlikte aynı zamanda bu ilişkilere bağlı hedefleriniz oluşur. Bazen ince bir çizgi olur ve o incelik ne yaşarken ne de ölürken peşinizi asla bırakmaz bazen de yüzeysel bir bakış açısı sıradan bir düzlemde kalan bir parçalanmışlık. Hızla yayılan bir umut gibidir bazen ilişkileriniz bazen de yarınına dahi bakamayan, bakamayacak olan bir yanılsama.

Düz çizgiler üzerinden ve “düz yürüyemeyenleri de kınayarak sürekli” hiç sapmadan yürüyüp bitirdiğiniz bir hayat ise yaşadığınız, siz ilkeselliği önemsemiş olmanın haklı gururu ile attığınız her adımınız bir başka anlam kazanır. Şayet ilkeselliğiniz adeta küstah bir yüze vurmaya dönüşmemişse. Bir noktadan sonra fark edemediyseniz bu içine düştüğünüz küstahlığı bu tutum sizi er ya da geç kusursuz hayatınızı bir çıkmaza sokacak ve belki de siz bu çıkmazda olmayı bir üstünlük vesilesi sayacaksınız.

Her türlü eleştiriye kulaklarınızı tıkayacak, sahibi olmakla övündüğünüz kurallarınızla oluşturduğunuz “mükemmel” paradigmanızla, mutlu ve müreffeh sabahlara uyanıp uyanıp tekrar uyuyacaksınız. Tuttuklarınızı ya da kazanımlarınızı bırakmamak ve tekrardan yitirmemek için yanlış da olsa o kurallarınızdan örülü bir hevdecin içerisinde sizi bindirdikleri devenin sırtında etrafınıza bile bakamayacaksınız. Etrafınızda çocuklar katledilse de etrafınızda kadınlara tecavüz edilse de.

Bir tutam da olsa, bir an da olsa huzur göremeyenler ilgilendirmez sizi. Tapınakların huzuru daha önemlidir sizin için yalnızlaştırılmış çocuklardan ve kadınlardan.

Yönünü el yordamıyla çizerek ve bizzat tecrübe ederek ilerleyen ve kalıcı asıl ve topyekün bir değişimi öngörenlerin söylediklerini ise iki doğru arasındaki en kısa mesafeyi  “Allah’ım bu ne büyük bir imtihan” diyerek ayrılığın tohumlarını eke eke ilerleyen zihinlerle aynileştireceksiniz. Gerçeğin farkına çoktan vardıkları halde sizi de buna katmak derdini büyütenlere atmadığınız iftira kalmayacak beyniniz kangrenleşecek ve bu tutumunuzdan dolayı kendinizi şanslı sayacaksınız.

Aklınız kurcalanacak, aldırmayacaksınız, sonra da onların kalpleri incinecek vurdumduymaz davranacaksınız (Evet, evet. İncindikçe incinmiş kalplerin asırlardır devam eden kronik ağrılarından bahsediyorum. Yani sizin içinde bulunduğunuz acıtıcı ya da acınası durumunuzdan bahsediyorum.)

İşte böyle! Nicedir unuttuğumuz bu ayrımların, nicedir unuttuğumuz kalp ve baş ağrılarımızla birlikte tekrar nüksetmesini sağlayan, bir vahşet filmi oldu: Suriye.

İzledikten sonra tekrar izlememek için köşe bucak kaçtığımız ya da bin türlü entrikayı layık gördüğümüz bir tutarsızlık oldu Suriye. 

Yolları çoktan ayrılmış kenara en kenara itelenmiş kardeşlerinin ölmek üzere olmaları bakıma ve yardıma muhtaç durumda olmalarının hiç mi hiç önemsenmediği bir yer oldu Suriye.

Kim olduğumuzu unuttuğumuz anılarımızla bir vakitler bağlı olduklarımızı hatırlamaktan korktuğumuz ve iyileşmesi mümkün olmayan yaralara dönüşmüş bir acı oldu Suriye.

Bizim için çok tanıdık gelen bir hikâye aslında bu. Eklektik, güce tapıcı ve mürayi öyle bir kompozisyon ve karakter oturtma yeteneğiyle kotarmaya çalıştınız ki zulmü ve vahşeti, tapınaklarınızın duvarları dile gelse sizi ele verecek. Yaşarken kurtulmaya çalıştığınız bağlarınız ya da o bağları diri tutmak için göstermediğiniz özveri ve çabalarınız gelip gelip dursa da önünüzde, sizin görmezden gelişleriniz bir gün ateşle buluşacak. Ailenize, annenize, babanıza, çocuğunuza ve “dostlarınıza” gösterdiğiniz merhametin kaçta kaçına layık acaba şu tecavüze uğrayan Deraa’nın kadınları.

En sonunda gevşedikçe gevşer ipler, halat kopma noktasına gelir, yakınlıklar ve bağlar sınıra ve kapsamlılığa, sınırlar ve kapsamlar sırra ve batıni düşlere, sırlarınız ve batıni düşleriniz ise azaldıkça azalan kelimelere ve nihayetinde uzaklığa ve yokluğa dönüşür. Fücurun son raddesidir bu.

Sizi hayatta tutan o mazlumlarla aranıza ördüğünüz duvarlar ileri sürüp durduğunuz tapınak yalanlarınızı da mı örtecek. Hangisi hangisini örtecek ya da. O duvarları yıkmaya gücü yetecek bir Ademoğlu henüz gelmedi mi dünyaya.

Şunu bilin ki o koparttığınız bağlar sizi vakitleri boşalmış bir sahil gibi yapayalnız üzerine kapkara bulutların çöktüğü bir şehir gibi yapar. Suretlerle yaşarsınız asıl zannedersiniz. Tıpkı vahyi arkaya itip batıni düşlerinizle kurduğunuz oyuncakların anırması gibi.

Artık bugün o bağları tekrardan diriltemeyecek, bugün o mazlumların yanına tekrar dönmeyi bile deneyemeyecek kadar kapkaradır, kaskatıdır kalpler. Bu tesadüfen karşılaşmalar sadece geçen zamanın size ne denli kötü davrandığını, nasıl eskidiğinizi anlatır ve artık bir başkası olduğunuz gerçeğiyle yüzleştirir. Bu kayadan da sert duvara çarpmak, herkesin taşıyacağı bir yük değildir elbet ama siz yapmadıklarınızla, söylemediklerinizle ve üzülmediklerinizle zaten bile isteye gelmediniz mi oraya.

Öyle ki, artık akli ve fiziksel melekelerini günden güne kaybeden herhangi birisi bile hayatın karşısında, bu olup bitenler karşısında çok daha sağlam ve iradeli durabilmekte iken; bu acımasız filmin en can alıcı sahnesinde, kulakları ağır işiten istemediklerini duymayan kurulu bir saat gibi hep aynı anı gösteren “ak sakallı ve uzun saçlı bilge” başka hiçbir ses duyulmasın diye sürekli kavgaya tutuşur, gürültü çıkartır ve işitme cihazının sesini kısar.

Tüm karakterlerin söylenen tüm sözlerin bütün duyguların ve duyguların tüm karşılıklarının yansıtılmasındaki başarısı ne kadar da aşikâr değil mi bu filmin. Acılar içerisinde kıvranan bir toplumdan öte beceriksizliklerini bir üstünlükmüş gibi sunan tapınak koruyucularının kininden ve nefretinden de öte seçtiklerimiz ve seçeneksizliklerimiz arasında yiten hayatların bizi ne çok yalnızlaştırdığı ve git gide de hafızalarımızda derin ve kalıcı izler bıraktığı kırmızı kıpkırmızı bir film değil mi bu?

Film devam etse de bitse de içimizde kronikleşen şu kalp ağrısıyla kendi kendimize soralım: Köklerimiz bize neyi hatırlatmalıdır? Köklerimiz nerededir? Köklerimizle bağımız, bağlarımız olmalı mıdır? Olmalıysa bu nasıl sağlanmalıdır?

Yaşamın ya da daha doğrusu yaşadıklarımızın elimize tutuşturduğu kötücüllüğümüzü bir hayıflanma gibi  savurup atsak da yine de kurtulamayışımızın, hatta bunu yapmayalım diye bize engel olan o bağsızlık, mesajsızlık ve  fıtrattan kopukluğumuzun kaybolup gitmesini mi bekleyeceğiz?.

Kim üstlenecek bu suçu? Kendisini yenileyemeyen gelenekçi ulemalar mı, yoksa oryantalizm bataklığındaki  modernist “uşak”lar mı?

Bizzat kendi irademiz ile  reddettiklerimiz ile itaat ettiklerimiz hep bu kökümüzden gelen ilhamlar ve bu ilhamlarla kurduğumuz bağlarımız ile alakalıdır? Aklımızı oluşturan , kalbimize istikamet çizen  “biz” olanı seve seve bahşettiğimiz o bağlar, en nihayetinde bize kalan en kırılgan ve acımasız mirastır ve bu mirası korumak  ömür boyu sürecek bir şehidliktir.

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum